Gazeteci Altan: 9 günlük direnişle Rojava devrimine olan sempati büyüdü

Gazeteci Erdoğan Altan, Girê Spî ve Serêkanîyê'deki büyük direnişin büyük yankı uyandırdığını belirterek "Sömürgeci Türk devletinin saldırıları nefretle kınanırken, bu direniş Rojava devrimi ve Kürt ulusal direnişine olan sempatiyi daha da büyüttü" dedi.

ROJAVA'DA İŞGAL

Gazeteci Erdoğan Altan, işgalci Türk devleti tarafından Serêkaniyê ve Girê Spi’nin işgal edilişinin 6’ncı yılında ANF’nin sorularını yanıtladı.

Efrîn’in işgali sonrasında neden Serêkanîyê ve Gire Spî’nin işgali süreci başladı?

Çünkü Rojava, yalnızca kurtarılmış ve özgürleştirilmiş bir toprak parçası değildir. Rojava, demokratik, eşitlikçi ve kadın özgürlükçü paradigmanın yeşerdiği, tüm dünyaya devrim rüzgarını estiren ve dünya sol sosyalist hareketine nefes olan bir vahadır. Bu nedenle, soykırımcı rejim, Trump ve Putin’den (ABD ve Rusya’dan) aldığı destekle Rojava devrimini ortadan kaldırma amacıyla Serekaniyê ve Girê Spi’ye 9 Ekim 1998’de Önder Abdullah Öcalan’ın uluslararası komplo ile Suriye’den çıkarılması yıl dönümünde saldırı başlattı. Faşist şef Erdoğan, 24 Eylül 2019’da BM Genel Kurulu’nda yapmış olduğu konuşma ile dünyanın gözleri içine bakarak saldırının startını verdi. Soykırımcı rejimin MİT etiketli stratejistleri ve trolleri bu saldırı hareketini bir cep hareketi olarak tanımlamış ve kanatları birbirinden ayırma hedefi olarak açıklamışlardı.

Tarih, Aralık 2012’yi gösterdiğinde Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı altında hareket eden çete grupları Serêkaniyê'yi hedef aldı. Suriye savaşının ikinci yılında El Nusra, DAİŞ ve Ehrar El-Şam gibi çete gruplarının saldırıları, buradaki halkları göçe, ölüme, açlığa, tecavüze ve talana maruz bıraktı. Kadınlar kaçırıldı ve tecavüz edildi; inanç yerleri yakılıp yıkıldı. Hristiyanlara ait evler yağmalandı, kiliseler ve Süryani okulları ateşe verildi. Ayrıca kaçırılan Hristiyanların birçoğunun akıbeti hâlâ bilinmiyor. Suriye savaşının şiddetlenmesiyle kaderlerine terk edilen halkları, Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve Kadın Savunma Birlikleri (YPJ) korumaya başladı. Serêkaniyê Halk Meclisi Eş Başkanı'nın, çağrıldığı ÖSO ile bir toplantı yolunda katledilmesi üzerine, YPG ve YPJ güçleri 2013’te El Nusra ve DAİŞ’in denetiminde bulunan Serêkaniyê’ye yönelik bir hamle başlattı. Selefi grupların bölgeden temizlenmesinin ardından, Ermeniler, Süryaniler ve Kürtler kente geri dönerek özgür ve eşit bir yaşam inşa etmeye başladı.

Tüm halkların özgür ve eşit bir yaşam sürdüğü bu yönetimin devam etmesinin, bütün Ortadoğu için bir emsal oluşturabileceği korkusu sardı. Bu nedenle, her iki kente işgal saldırılarının startının, paradigmanın mimarı olan Önder Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim’de uluslararası komplo ile Suriye’den çıkarılma yıldönümüne denk getirilmesi de tesadüf olmasa gerek-. Diğer yandan, yenilgiye uğrayan İhvancı çizginin yayılmacı ve şiddet yanlısı olan El Nusra, DAIŞ ve Ehrar El Şam çete gruplarının intikam alma ısrarı da bu saldırıların nedenlerinden biridir.

Diğer nedenleri ise tamamen işgalci Türk devletinin genel planları ve sahadaki gerçekliğe bağlayabiliriz;

Kobanê ve Cîzre Kantonlarını birbirinden ayırmak, böylece devrimin ana parçasını bölmek ve M4 karayolunu işgal ederek ticaret hatlarını kontrol altına almaktı. Türk devleti, Kobanê ile Cizîre arasına, yani Serêkaniyê ve Girê Spî’ye, çetelerini ve DAIŞ artıklarını yerleştirerek Rojava’yı baskı altında tutmayı planladı. Diğer yandan da çeteler ve DAIŞ artıklarının eliyle Arap kimliğine sahip şahsiyetleri sabotaj ve suikastlarla hedef alarak Kürt ve Arap çelişkilerini derinleştirmek, Demokratik Ulus projesini akamete uğratmak ve Demokratik Özerk Yönetiminin işlevini ortadan kaldırmayı amaçladı. İşgalci Türk devleti sadece bununla kalmayacak, Özerk Yönetimin elindeki petrolü gasp ederek tüm masraflarını bu yolla karşılayacaktı. 

Aynı zamanda Kandil’e yönelik işgal saldırılarını şiddetlendirecek, Medya Savunma Alanları ile Rojava ve Şengal’in ilişkisini tamamen sonlandıracak ve Ovaköy sınır kapısından Bağdat’a uzanan bir koridor açacaktı. Bu planlar başarıldığı takdirde, Başûr Kürdistan da Musul ve Kerkük ile avucunun içine düşecekti. Rojava’nın işgaliyle yalnızca devrimci demokratik halk iktidarı ortadan kaldırılmayacak, işgal edilen bütün bu bölgeler zamanla ilhak edilecekti.

Bu işgal saldırıları doğrudan Türk devletiyle bağlantılı mıydı, yoksa farklı güçlerin de parmağı var mıydı?

Şüphesiz, bu işgal saldırılarının ABD ve Rusya’dan bağımsız geliştiğini düşünmek, amiyane tabirle safdillik olur. Şöyle ki;

Rojava devrimini tasfiye etme amacı doğrultusunda ABD ile sömürgeci Türk devleti arasında bir iş birliği vardı. ABD emperyalizmi, sömürgeci Türk devletinin işgal tehditlerini Rojava devrimini tasfiye için bir şantaj aracı olarak kullanıyordu. Ancak Türkiye’nin tehditleri bir şantajdan öteydi. Sömürgeci faşist Türk devleti, Rojava devrimi ayakta kalırsa, Bakurê Kurdistan devrimini tasfiye edemeyecekti. Hedefi bununla da sınırlı değildi. Sömürgeci Türk devleti, Suriye iç savaşı patlak verir vermez politik İslamcı çeteler aracılığıyla Esad yönetimini devirerek Suriye’yi bir çeşit sömürge haline getirmeyi amaçlıyordu. Ancak Rojava Devrimi ve Rusya ile İran’ın Esad lehine sahaya inmesi, bu planı boşa çıkardı. Faşist şef Erdoğan liderliğindeki Türkiye, DAİŞ’in yenilgisinin ardında geride kalan çeteleri yeniden örgütledi ve Rusya ile anlaşarak bu kez Suriye’nin hiç değilse bir bölümünde himayeci sömürge rejimi kurma sevdasına kapıldı. Bunun önündeki en büyük engel, Suriye topraklarının üçte birini kontrolünde bulunduran devrimci demokratik halk yönetimiydi. ABD, Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni bütünüyle ortadan kaldıracak kadar ileri gitmesini istemiyordu. Faşist Türk devleti, bunu elbette hesaba katıyordu, ancak NATO’nun lideri ABD, bir NATO ülkesi olan Türkiye ile savaşacak değildi. Türkiye’nin kaybedilmesi, ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki varlığına büyük bir darbe indirmiş olurdu. Türkiye’nin ABD’ye şantajı, Rusya’ya daha çok yanaşmaktı. AB’yi de “Göçmenleri gönderirim” şantajı ile daha önce olduğu gibi susturacağını hesaplıyordu. Rusya için ise; 

Sömürgeci Türk devletinin askeri taktik planı, öncelikle Girê Spî ve Serêkaniyê’yi işgal etmekti. Ardından Batı’da Girê Spî üzerinden Kobanê’yi ele geçirmek, doğudan Dirbesiyê ve güneyden Til Temir’e doğru ilerlemekti. Sonraki adımda ise Derîk ve Semelka kapısını işgal ederek stratejik hedefine ulaşacaktı.

Rusya’nın sömürgeci Türk devletini hemen durdurmak gibi bir niyeti yoktu. Tıpkı Efrîn’in işgal sürecinde olduğu gibi, Türk devletine yol vererek ondan siyasi, iktisadi, askeri ve diplomatik tavizler koparmayı hedefliyordu. Böylece onu hem ABD’den biraz daha uzaklaşmaya zorlayacak hem de Esad rejimine teslim olmayı reddeden ve ABD ile taktik askeri ortaklığı sürdürmekte ısrar eden Rojava Demokratik Özerk Yönetimi’ne esaslı bir ders vermiş olacaktı. Kuşkusuz, Rusya ile Türkiye’nin çıkarları taktik olarak örtüşse de stratejik olarak ayrışıyordu. Rusya, Türkiye’nin politik İslamcı çeteler üzerinden Suriye’yi bir çeşit himayeci sömürge haline getirmesine izin veremezdi. Politik İslamcı çeteleri İdlib’ten Türkiye eliyle elimine ettikten sonra, sıra Türkiye’nin kendi sınırlarına çekilmesine gelecekti. Ama Türkiye, Cerablus, El Bab ve Efrîn’den sonra bütün Kuzey Doğu Suriye’ye yerleşirse onu oradan çıkarmak hiç de kolay olmayacak fikri de ağır basıyordu. Yine de öncelikli olan, Türkiye’yi ABD’den uzaklaştıracak her adımı kolaylaştırmak, politik İslamcı çetelerin hamisi olan faşist şef eliyle deyim yerindeyse “sıcak kestaneleri almak” ve Türk devletinin saldırısı ile Rojava devrimini, onun sağladığı halklar arası ittifakı yok etmek ve bu arada Türkiye’yle ticari ve askeri ilişkileri geliştirerek, bolca iktisadi imtiyaz kazanmaktı.

Bu işgal saldırılarıyla Kurdistan’da ve Kuzey ve Doğu Suriye’de yaratılmak istenen atmosfer neydi?

Sömürgeci faşist Türk devletinin işgal saldırısı sürpriz değildi. Yıllardır dillendirilen söylemler bir yana, faşist yöneticiler aylardır ağızlarından bunu düşürmüyorlardı. Sömürgeci Türk devleti, Rojava devriminin varlığını bir beka sorunu haline getirmişti. Ancak mesele yalnızca Rojava değildi. Orada elde edilecek bir ulusal statü, Kuzey Kürdistan’a emsal olacaktı ve bu mutlaka engellenmeliydi. Rojava devriminin ayakta kalacağı ve genişleyeceği, Arap halkı ve diğer halkları da kapsayacağı daha ilk yıllarda ortaya çıkmıştı. Kobanê direnişi ve 6-8 Ekim Kobanê serhildanı, Rojava devrimi için olduğu kadar, sömürgeci faşist Türk devleti için de bir dönüm noktası oldu.

HDP’nin seçim başarısı da sömürgeci faşizmin meclis üzerindeki hâkimiyetini sarsmaktaydı. Bu nedenle, sömürgeci faşist Türk devleti PKK’yle görüşme yoluyla en geri noktada anlaşmaya çekme planını terk ederek, onu her yerde ezme stratejisine geçti. Siyasi, askeri, diplomatik politikasını bu yeni stratejiye göre yeniden inşa etti. Bu, ulusal devrimci öncüyü ezerek, hangi biçimde olursa olsun ulusal statü elde etme fikrini Kürt halk bilincinden söküp atma stratejisiydi.  Faşist şefin liderliğindeki AKP, kontrgerilla-Ergenekon ve onun politik temsilcisi olan MHP ile birleşti. Siyasi yapı, bu strateji ve ittifaka göre yeniden şekillendi. TÜSİAD bu strateji ve yeni siyaseti destekledi, hatta teşvik etti.

Kimyasal saldırılara rağmen uluslararası güçler neden tepki göstermedi? Bunu nasıl yorumlamak lazım?

Bu konuda en son söyleyeceğimizi en başta söylemekte fayda var. Bu, tamamen BM Güvenlik Konseyi denen sözde kurumun iki yüzlülüğünden kaynaklanıyor.

Çünkü bu tür durumlarda, kapitalist güçler ve onun bölgesel bekçileri, bir bölgeye veya demokratik halk yönetimlerine yönelik bir saldırı yapıldığında, özel savaş yöntemlerini devreye koyar. Hatırlanacak olursa, Efrin işgali sürecinde fosfor tipi kimyasal silahlar kullanılmıştı ve BM Güvenlik Konseyi’nin toplantılarında bu konunun tartışılması gerekirken, Suriye rejim güçlerinin Guta’ya yaptığı saldırılar ve sivil insanların ölümleri gündeme alındı. Efrin’deki vahşet ise hiç konuşulmadı bile. Serêkaniyê ve Girê Spî ‘de de saldırıların ilk günlerinde savaş uçakları sivil yerleşim yerlerini bombaladı. Uluslararası Af Örgütü, her iki kentte yapılan saldırılarda 180 sivilin yaşamını yitirdiğini açıkladı. Ayrıca, o dönemde sembol olan 13 yaşındaki Muhammed Hamid Muhammed’in hava saldırısı sonrası yanmış vücudu ile Til Temir Hastanesi’nde attığı çığlıklar, vücudundaki yanıkların yasaklı beyaz fosfordan kaynaklandığı belgelenmesine rağmen, BM o dönemde İsrail’in Gazze’ye yönelik bombalı saldırısını gündemleştirmekle meşguldü.

Tabii bu savaşın bir yüzüydü; ancak diğer yüzünde ise, işgalci Türk devleti, Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA), İnsansız Hava Araçları (İHA), savaş uçakları, binlerce selefi grup üyesiyle birlikte tank, top ve obüslerle saldırdığı Serêkaniyê’de QSD’nin direnişine çarptı. Türkiye'nin Dêrazor’a kadar uzanan petrol ve M4 Karayolu hesabı tutmadı. QSD güçlerinin Türkiye’ye karşı verdiği direniş, dünyada yankılandı. Fransa, Almanya, İsviçre ve daha birçok Avrupa ülkesinde Kürt dostları sokaklara döküldü; İtalya’da on binlerce insan, Serêkaniyê’de direnen QSD savaşçılarını selamladı. QSD’nin direnişi tüm hesapları altüst etti. Kürtler, ilk kez ulusal birlik ruhuyla Türkiye’nin saldırılarına karşı meydanlara çıktı. Her yerde eylemler düzenleyerek tepkilerini dile getirdi.

Medya Savunma Alanları’na yönelik de yoğun kimyasal saldırılar gerçekleşti. Sizce bu tepkisizlik yoğun kimyasal saldırıların artmasına ve yaygınlaşmasına neden olmadı mı?

Yukarıda anlatmak istediğimiz buydu; yaşanan her vahşet karşısındaki sessizlik, daha büyük vahşetlerin önünü açıyor. 2016’da Bakurê Kurdistan’ın Cizira Botan kentinde sürdürülen öz savunma direnişlerinde, bodrum katında 61 yurtsever insan kimyasal ve lav silahlarıyla yakılırken yeteri kadar tepki gösterilmedi ve gündemleştirilmedi. Bunun sonucunda, 2017’de Xakurkê bölgesinde şikefte atılan kimyasal silahlar ile gerillalar şehit edildi. Ardından, Efrin’e yönelik işgal saldırılarılarında hem özgürlük savaşçılarına hem de halka yönelik fosfor tipi yanıcı kimyasal silahlar kullanıldı. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı bu saldırılar da yeterli tepkiyle karşılanmadı, bu sessizlik Serêkaniyê ve Girê Spî işgali sırasında benzer saldırıların tekrarlanmasına yol açtı. Şüphesiz, bu tepkisizlik, özellikle son üç yılda Medya Savunma Alanları’na yönelik saldırılarda kimyasal silahların kullanımının önünü açmış oldu. Tüm bu süreç, “Sivillere bu vahşeti yapan güçler, özgürlük savaşçılarına ne yapmaz” algısını çoktan oluşturmuştu.

Şu an Serekaniye ve Gire Sipi Türk devleti işgali altında. Her gün katliam, kaçırma ve işkence haberleri duyuluyor. Hem bu uygulamaların boyutunu hem de mevcut durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serêkaniyê ve Girê Sipî’yi işgal eden çeteler, birbirleriyle mal ve mülkü talan etme üzerinden rekabet halindeler. Bu iki kent, yolsuzluk, uyuşturucu ticareti, ahlaksızlığın ve yozlaşmanın yaşandığı merkezler haline getirildi. Arap halkı Türkleştiriliyor ve özünden uzaklaştırılıyor; daha da önemlisi, para karşılığında Medya Savunma Alanları’na, Libya, Nijer ve Azerbaycan’da ölmeleri için gönderiliyor. Bu kentler aynı zamanda, çetelerin Avrupa ve Batı’ya ihraç edildiği yer haline geldi. Şu an, çetelerin siyasi, diplomatik ve stratejik pazarlıkların konusu haline gelmesinden dolayı, itiraz seslerinin de yükseldiği bir yer. İşgalci Türk devleti, onları pazarlık unsuru, yani ‘aba altındaki sopa’ olarak gösteriyor. Sözüm ona, işgal saldırısına izin alma sürecinde Rusya, Suriye rejimine destek verme adına onay vermişti. Ancak şu an, Serêkaniyê ve Girê Spî, Urfa Valiliği ‘ne bağlanmış durumda.  

Son olarak bu işgal saldırılarına karşı Kuzey ve Doğu Suriye halklarının tutumu ve mücadelesini nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Girê Sipî ve Serêkaniyê’deki dokuz günlük büyük direniş, dünya halkları nezdinde ses getirdi. Sömürgeci Türk devletinin saldırıları nefretle kınanırken, Rojava devrimi ve Kürt ulusal direnişine sempatiyi büyüttü. Rojava devrimi, başlangıçta bir Kürt ulusal demokratik devrimi olarak ortaya çıksa da kısa sürede Kuzey ve Doğu Suriye halklarının demokratik devrimi halini aldı. Halkların eşitliği ve kardeşliği, kadın devrimi, komün ve meclislere dayalı demokratik halkçı sistem, devrimin üç sac ayağını oluşturdu.

Devrimin kaderi açısından en stratejik ve aynı zamanda en zayıf halka, devrimci demokratik yönetim altında Arap ve Kürt halkının ittifakıydı. Bu, stratejik bir ittifaktı çünkü Kuzey ve Doğu Suriye’de örneğin; Reqa, Minbic, Dêrazor gibi önemli kentlerde, Arap nüfus ağırlıktaydı. Qamişlo, Serêkaniyê gibi kentlerde de Arap nüfus önemli bir yoğunluktaydı. Türk devletinin daha önce işgal ettiği Cerablus ve El Bab’ta da Araplar çoğunluktaydı.

Devrim öncesinden gelen ve sömürgeci Suriye rejiminin uygulamalarının eseri olan Kürtlerle Araplar arasındaki ulusal ön yargılar ve ulusal güvensizlikler henüz tamamen ortadan kalkmış değildi. Dünün hiçleştirilen ulusu Kürtler, devrimin yol göstericisi ve yöneticisi haline gelmişti. IŞİD’e karşı mücadele içinde birleşen halklar, ABD’nin taktik askeri desteğini çektiği ve Türk devletinin işgale giriştiği koşullarda bu birliği sürdürebilecekler miydi? Yarın Esad rejimi devrimi yıkmak için saldırıya geçtiğinde, Arap halkları devrimi savunabilecek miydi? Bu koşullar altında, neredeyse yarısını Arapların oluşturduğu devrim ordusu varlığını koruyabilecek miydi? Bilhassa yoksul Araplar içinde aşiret ilişkileri belirleyiciydi. Devrim sonrasında da bu ilişkiler birdenbire ortadan kaldırılamazdı. Hem Türk devleti hem de Esad rejimi, tam da bu aşiret temsiliyeti üzerinden Arap-Kürt ittifakını bozmak için yoğun çaba sarf ediyordu. Sömürgeci Türk devleti, büyük çoğunluğunu Araplar’dan devşirdiği çetelerle bir ordu kurmuştu. Bu çetelerle gerçekleştirilecek bir işgal sonucu Araplarla Kürtler arasında kurulan devrimci demokratik ittifakın kısa sürede dağılacağını umut ediyordu. Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi ve devrimi en önemli sınavından başarıyla geçti.