AKP ve MHP iktidarı son dönemlerde hem basın hem de muhalefet üzerindeki baskıyı artırdı. Yaklaşık iki ay içinde Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş ile birlikte 16 gazeteci tutuklandı. ESP’ye yapılan operasyonda 34 kişi daha tutuklandı. 13 Ocak’ta DEM Parti’nin yönettiği Mersin Akdeniz Belediyesi’ne 29 Ocak’ta da Siirt Belediyesi’ne kayyım atandı. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan CHP’li belediyelere yönelik “turpun büyüğü daha gelmedi” diye tehditte bulunurken aynı zamanda bununla ilgili açıklama yapan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’na da jet soruşturma açıldı. Öte yandan, sanat camiasında “tekelleşme” tartışmalarıyla başlayan soruşturma, Gezi eylemlerine bağlanarak menajer Ayşe Barım’ın tutuklanmasıyla sonuçlandı.
Tüm bu gelişmelerin kısa bir sürede yaşanması, muhalefete yönelik topyekûn bir saldırı olduğu yönündeki tartışmaları da beraberinde getirdi. DEM Parti PM Üyesi Gazeteci Yazar Ender İmrek bu tabloya ilişkin sorularımızı yanıtladı.
İktidar son dönemde baskı dozunu her kesim üzerinde artırdı. Kayyımlar, gözaltılar, gazetecilerin ve ESP’lilerin tutuklanması, Gezi’nin yeniden gündeme gelmesi vs. Bu dönemki baskı furyasını özellikle OHAL'e benzetebilir miyiz?
Aslında özgün bir dönemden geçiyoruz. AKP iktidarı, geçmişteki tüm antidemokratik uygulamalarından, baskıcı rejimlerinden, olağanüstü hâl dönemlerinin uygulamalarından bir sentez yaparak toplumsal dizayn çabası içerisine girmiş durumda. Özellikle iktidarın hala travmaları var diyebileceğimiz gelişmeler yaşandı; Gezi gibi çeşitli toplumsal hareketler, Kobane dönemindeki Kürt halkının direnişi gibi... Bunların karşısında hukuku nasıl bir sopa olarak kullandığını yargılamalar sürecinde gördük, yaşamış olduk. Bugün özellikle yerel seçimlerden sonra almış olduğu çok kapsamlı yenilgi, onu tarihsel olarak çok ciddi biçimde sarstı.
Erdoğan da sık sık konuşmalarında yerel seçimleri dile getiriyor “dersler çıkardık” diye…
Evet, çünkü bu AKP'nin, adeta Erdoğan'ın rüyalarını kaçıran bir seçim oldu. Ama Millet İttifakı'nın, Cumhuriyet Halk Partisi'nin meseleyi ele alıştaki tarzı ve iktidarla, sistemle, egemenlerle çok ciddi ilişki, diyalog ve bağ içerisinde olan ittifak müttefiklerinin tutumu aslında o cepheyi tahrip etmiş oldu. Yani Kürtlerin, sol ve sosyalistlerin, devrimci demokratik güçlerin AKP iktidarı karşısında almış olduğu tutum ile aslında egemenler cephesindeki çeşitli kliklerin aldığı tutum arasında büyük bir fark var.
Nasıl farklar bunlar?
Cumhuriyet Halk Partisi, esas olarak Kürtlerin demokratikleşme özlemlerini, taleplerini, sol ve sosyalist hareketin söylemlerini, uyarılarını, önerilerini dikkate almak, halkın, işçi ve emekçilerin talepleri üzerinden hareket etmek yerine, egemen sınıflara ve aynı zamanda Erdoğan'la çeşitli biçimde ilişki ve diyalog içerisinde olan kesimlere fazla güvenmiş oldu. Ve o Cumhurbaşkanlığı seçimi de öyle kaybedildi. Ama ondan 8 ay gibi, çok da uzun olmayan bir süre içerisinde çok ciddi bir toplumsal uyarı sandıkta bir şekilde yapıldı. Erdoğan, ondan sonra işi nasıl terse çevirebilirim, nasıl bu durumu değiştirebilirim hesapları yaptı.
Burada ekonomisi çok kötü durumda olan bir ülke gerçeği de var. Egemenler için bir cennet haline getirilen bu ülkede sömürü, yağmada kural ve kaide tanımayan bir iktidar söz konusu. Diğer taraftan işçiler, emekçiler, emekliler, kadınlar, gençler, yani bir bütün olarak toplumun ezilen sınıfları, emekçi sınıfları bakımından vahim diyebileceğimiz bir tablo söz konusu. Dolayısıyla iktidar, bu durumu düzeltebilecek dinamiklere sahip değil. Yani bir yandan borçlanarak, faizler ödeyerek, bütçeyi savaşa, şiddete, antidemokratik uygulamalara ve yandaşlarının doymadığı ihalelerine yatırdı. Yükü de halkın sırtına bindirdi ve bu yük bir yandan ağırlaşıyor, diğer taraftan da iktidarı hukukun sopası olarak kullanıyor, kolluğun sopasını kullanıyor, yargıyı, polisi, askeri bir şiddet malzemesi olarak sahaya sürüyor.
Öte yandan, son olarak Siirt’e kayyım atansa da geçmişe baktığımızda halk, üç defa kayyımın elinden oraları geri aldı. Burada baskı politikalarına rağmen her başa dönüşte kaybedilen bir mevzi de var diyebilir miyiz iktidar açısından?
Yerel seçimlerde Kürt halkı, bölge halkı ve aynı zamanda Türkiye halkları, üçüncü kez kayyım politikalarına karşı o mevzileri kazandı. Bir yandan, dikiş tutturamayan bir iktidar da söz konusu. Yani ekonomide dikiş tutamıyor, kültür sanat alanı da tutamıyor. Nereye baskı ve şiddet uygulasa da oraları uzun süre elinde tutamıyor. Oralardaki varlığını sürdüremiyor ve bu durum onu daha çok endişelendiriyor. Dolayısıyla böyle battıkça batan, battıkça bunu şiddet unsurlarıyla, hukuksuzlukla, adaletsizlikle ve daha çok adaletsizlik uygulayarak sürdürebileceğini düşünüyor. Aslında tam bir çıkmaz içerisinde ama burada tabii yapılması gerekenler var.
Neler bunlar? Özellikle toplumsal muhalefetin ne yapması gerekiyor?
Aslında ilk önce neler yapılamadığına değinmek lazım. AKP’nin 22-23 yıllık bir iktidarı ve 12 Eylül'den miras alınmış bir tarz, bir üslup, aynı zamanda bir nesnel durum sürdürücülüğü var. 12 Eylül gibi askeri bir darbe, işçi sınıfına, sol ve sosyalist harekete büyük bir darbe vurdu. İşçi hareketinin, emekçi hareketinin, sosyalist hareketinin, devrimci demokratik güçlerin toparlanma evresine girdikleri bir dönemde AKP iktidarı gelmiş oldu ve AKP aynı zamanda, 12 Eylül'ün kendisine tanımış olduğu tüm hukuksuzluğu, antidemokratik uygulamaları devraldı. İlk dönemler halka çeşitli vaatlerde bulundu, Avrupa Birliği ve Kopenhag kriterleri gündeme geldi. Yerel yönetimler şartı ve benzeri gibi şeylerin olabileceğine dair beklentiler oldu. Daha sonraki süreçte, Kürt meselesinde demokratik bir çözüm, Kürtlerin Türkiye halklarıyla eşit vatandaşlık ve anayasal güvenceye kavuşturulmuş bir durumda olabileceklerine dair çeşitli beklentiler yarattı.
Aslında çok ince hesaplar yapan bir iktidarla karşı karşıyayız. Tümüne baktığımızda önce bir yedekleme, bir yanına alma ama aslında hukuku uygulayacakmış gibi, demokratik bir anayasa yapacakmış gibi, 12 Eylül'ün tüm kalıntılarını temizleyecekmiş gibi, halkın askeri darbelere ve antidemokratik uygulamalara karşı biriken öfkesini kullandı. Kürtlerin on yıllardır süren zulme, inkara, yasaklara, OHAL uygulamalarına karşı değişebileceğine dair intiba yarattı AKP. Çok ciddi bir biçimde güçlenerek kullandı bunları ve o barış, demokratikleşme sürecini de bu bakımdan aslında suiistimal etti. Arkasından yaşananları biliyoruz, Cizre'de, Silopi'de, Sur'da çok büyük insanlık dramı yaşandı.
Dolayısıyla, böyle bir iktidardan söz ediyoruz. Diğer taraftan, Gezi döneminde ortaya çıkan tablo iktidarı korkuttu ama Türkiye'nin devrimci demokratik güçleri, demokratik muhalefet, Gezi'deki halk hareketini ve halkın tepkisini doğru bir biçimde büyüterek iktidarın karşısında bir alternatif yaratması düzeyine çıkarmayı sağlayamadı. Hala Gezi davasından yargılananlar var, yeniden sanatçılara yönelik suçlamalarda “Gezi'de yer aldı” diye operasyonlar yapılıyor, yeniden oradaki korkularını bir bir gündeme getiriyorlar.
Bunların tümü, iktidarın o dönemdeki korkusu ve Kürt hareketi de dahil olmak üzere devrimci demokratik hareketlerin bu durumu demokratik kitle hareketine ve iktidar alternatifine dönüştürememiş olması var. Aslında bizim için özeleştiri olabilecek bir durum. Neden yapamadık, o dönemi neden değerlendiremedik diye bir tartışma olması gerekiyor. Şimdi bu şeylerin tümünde iktidar, giderek daha da pervasızlaşıyor. Son iki ay içerisindeki olup bitenlere baktığımızda, özgür basına yönelik hiç dinmeyen bir saldırı söz konusu. Sınır ötesine yönelik hiç dinmeyen, ölümle sonuçlanan, acıyla sonuçlanan operasyonlar söz konusu. İçeride basına, düşünce, ifade, örgütlenme, özgürlüğü alanındaki tüm çaba sarf eden kesimlere yönelik katmerli bir baskı söz konusu ve kimse ağzını açmasın isteniyor. ESP’lilerin tutuklanması ha keza öyle. Muhalefeti dağıtmak istiyor esas olarak, bu sürecin böyle okunması gerekiyor.
Bir yandan, şöyle bir riskle karşı karşıyayız bir kez daha; iktidarın Kürtlerle barış yapıyormuş gibi bir etkisizleştirme hesabı yaptığını da düşünmek gerekiyor. Ancak Kürt hareketinin daha iyi değerlendireceğini ve bu kadar deneyimden sonra, hiçbir biçimde Türkiye'nin demokratikleşmesine hizmet etmeyecek bir barışın olmayacağını bilen bir yerde hareket ettiğine dair çok ciddi açıklamalar, veriler, bulgular var zaten. Oradan bir endişe duymuyorum. Ama diğer taraftan, Cumhuriyet Halk Partisi'nin yerel seçimlerde ortaya çıkan büyük desteği değerlendiremediği gibi bir tabloyla karşı karşıyayız. Meselenin esası bu. Hızla ortaya çıkan muhalefeti daha ileriye taşımak ve erken seçim de dahil olmak üzere ama sandığa bağlı olan bir hareketten ziyade, yani sokağa, üretim alanlarına, hizmet alanlarına taşımak lazım. Bunları bir sönümleme gibi, bir iki miting, bir iki toplantı, bir iki söylemle içini adeta boşaltan bir yerden değil de onu topyekûn bir ülke düzeyinde demokratik harekete dönüştürmek önemli. CHP ortaya çıkmış olan toplumsal devrimci demokratik imkânı bu anlamda değerlendiremedi. Dolayısıyla Erdoğan bunu çok iyi sönümlendirdi. Normalleşme ve benzeri gibi bir süreç işletildi. Cumhuriyet Halk Partisi'nde bu yönlü bir durumdan bir ders ve sonuç çıkarma, muhalefeti yeniden geliştirme yönlü şeyleri olsa da henüz çok ciddi dayanaklar yaratılmış değil.
Tabii böyle olunca saldırılar da genişledi. Peki saldırılar karşısında ortak refleksler verilebiliyor mu sizce?
Kürtlere, sol ve sosyalist hareketlere yönelik saldırılar karşısında refleksler değişiyor olmakla birlikte, üç yıl önceki gibi, daha önceki kayyımlar meselesindeki gibi değil mesela. Van’da örneğin, yan yana duruldu. Ama bunu Halk TV'deki son operasyonda da görüyoruz. Gazeteciler televizyon binası basılarak alındı ve tepki hızlı gelişti. Ama buralardaki tepkilerin aynı zamanda Kürtlere yönelik baskılar, Kürt gazetecilerine, Kürt basınına yönelik gündeme gelen hukuksuzluklar karşısında aynı oranda olmaması gibi bir paradoks da yaşıyoruz. Yakıcı sorunlarından birisi, Türkiye'nin gerçekten demokratikleşmesi, Kürt sorununun demokratik çözümü ve iktidardan kurtulma perspektifiyle hareket eden güçlerin hukuksuzluk karşısında bir standart uygulamasından ve yani geçmişin ayak bağlarından, geçmişin söylemlerinden kurtulması gerek.
Nasıl?
Kürtlere yönelik, Kürtlerin hak ve özgürlüklerine yönelik meseleyi “terör, terörizm, bölücülük” ve benzeri gibi kavramlarla açıklamak, çözümsüzlüktür. Bugün bir yandan İmralı'da görüşmelerin sürdüğü bir ortamda, “bebek katili”, “bölücü başı” gibi söylemlerin buradan çıkarılması gerekli artık. Türkiye'nin demokratikleşmesinden yana olan tüm partilerin, çevrelerin, basın yayın mecralarının, buralarda daha yapıcı, daha birleştirici ve esas olarak muhalefetin, örneğin Halk TV'ye yönelik bu operasyonun topluma yönelik bir operasyon olduğu, tüm basına yönelik bir operasyon olduğunu anlatabilmesi gerekli. Bir susturma, bir korkutma, her an kapınıza gelebiliriz, her an evinizi basabiliriz, bir tweet atana, sosyal medyayı kullanana, gazetecilere gözdağıdır bunlar. Bunların karşısında topyekûn demokratik bir harekete ihtiyacımız var.
Sol ve sosyalist hareketin, devrimci demokratik güçlerin ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin, Dem Parti ile tüm diğer demokrasiden yana olan güçlerin, bu süreci sadece değerlendirme meselesinden çıkarmaları lazım. Siirt'e kayyım atandı ve mesela medyada, batıda buna karşı tepkilere baktığımızda Halk TV'ye yönelik operasyonun gölgesinde kalabiliyor. Topyekûn olarak ele alınmıyor, alınamıyor. Sonradan bunu düzeltirsiniz, yeniden bir topyekûn harekete dönüştürürsünüz. Bunlar telafi edilebilir gibi bakılabilir. Ama geçmişten çok ciddi dersler çıkarılamazsa, AKP'nin bu uygulamaları, bu şiddet, baskı ve de hukuksuzlukların giderek 12 Eylül'ü de olağanüstü hâl dönemlerini de aratacak bir sürece doğru gitmemesi için bir neden yok. Dolayısıyla, kaygı ve endişe içerisinde olmak yetmez, beklemek yetmez. Bunun karşısında herkesin güçlü bir tutum alması lazım. Güçlü bir demokratik hareketin gelişimine dair neler yapabileceğini konuşmak lazım, ama bu konuşma işini zaten aslında sol, sosyalist, devrimci, demokratik güçler yeterince yapıyor. Bunun fiile dönüşmesine ihtiyacımız var.