İşkence, siyah minibüs ve yargısız infazlar

Ekim 2014’te Milli Güvenlik Kurulu ’Çökertme Planı’nı kabul ettiğinde Türkiye dönüşü olmayan zifiri karanlık bir tünele girdi. İktidar sahipleri artık her türlü kötülüğü yapmaya hazırlardı. Kimi ne zaman vuracakları bir sıralama ve zaman sorunuydu.

Elbette ki ilk sırada direnen, diz çökmeyen ve asla diz çökmeyecek olan Kürtler ve Kürdistan Özgürlük Hareketi vardı.

Kire, pasa, rüşvet ve yolsuzluğa batmış Erdoğan, ailesi ve çevresi için Kürtlerle savaş, 'çıkış kapısı' oldu. Bunun için ilk önce çözüm sürecini çökertti. Hükümet ve devlet yetkililerinin hazır olduğu, televizyonların canlı yayımladığı Dolmabahçe Deklarasyonu’nu yok hükmünde saydı. Önce Suruç Katliamı geldi. Peşi sıra Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı onlarca savaş uçağının katıldığı meşhur 24 Temmuz 2015 saldırısı yapıldı. 2016 baharı geldiğinde artık Kuzey Kürdistan neredeyse kan gölüne dönmüştü. Şehirler yakılıp-yıkılıyor, silahsız ve savunmasız insanlar bodrumlarda kimyasal silahlarla yakılıyordu. Tek kural geçerliydi: Kürtleri öldürün, evlerini, şehir ve kasabalarını ateşe verin.

Bu konuda devlet içinde konsensüs sağlanmıştı. Tayyip Erdoğan ile kıyasıya bir iktidar savaşına giren Fettullah Gülen ekibi de bu Kürt düşmanı konseptin bir parçasıydı. Kaldı ki Gülenciler 2016 yılına gelene kadar Kürtlere karşı tıpkı '90’lı yılarda Mehmet Ağar’ın dediği gibi bin operasyon yapmışlardı. Bu konuda KCK davalarına, Gülen Networku’nun algı operasyonlarına bakmak yeter.

15 Temmuz darbesi Kürdistan’da ‘şehir savaşlarının’ bitimine denk geldi. Bir anlamda Türk ordusu, özel harekât güçleri sayıları oldukça az ve ferdi silahlarla başkaldıran Kürtleri yok etmek için aşırı kayıplar vererek ve şehirleri yıkarak ‘başarı’ elde etti. Örneğin sadece Sur’da uçak, helikopter, tank, füze ve top üstünlüğüne rağmen Türk ordusu bir grup direnişçi karşısında 4 tabur asker kaybetmişti.

Ancak Kürt soykırımı konusunda konsensüs sağlayanlar kendi aralarında acımasız bir iktidar savaşı içindeydiler. İlk fırsatta birbirlerini kör bıçakla doğramanın planlarını yapıyorlardı. İşte o meşhur 15 Temmuz darbesi, bu hesaplaşmanın sonucuydu.

15 Temmuz tek başına bir darbe girişimi değildi. Darbe içinde bir darbe yaşanıyordu. Belki de tarihin tanık olduğu en kirli, en organizeli ve tabii ki en kanlı iktidar savaşıydı. Bu savaşı kaybeden Gülenciler oldu.

Tayyip Erdoğan 15 Temmuz’u ‘Allah'ın bir lütfu' sayarak eski ortaklarını kelimenin gerçek manasında kör satırla doğramaya başladı. Erdoğan’ın bu kez arkasında yeni ortağı Ergenekon vardı.

'Darbeci', 'Fetöcü' diye on binlerce kişi tutuklandı. 12 Eylül cuntası döneminde dahi rastlanmayan işkence tezgâhları kuruldu. Birçok kişi anında infaz edildi. Birçok kişiye -ki bunların içinde Kürdistan’da ağır savaş suçu işleyen generaller de var- en aşağılık işkenceler yapıldı. Yapılmaya devam ediliyor.

Ülke içinde ve ülke dışında insanlar kaçırıldı, kaçırılıyor. Kaybettiriliyor. Hiç kimse bu konudaki gerçek rakamları bilmiyor. Kaçırılan insanların yakınları korkudan seslerini dahi çıkaramıyorlar. En fazla İHD’ye gidip başvuruyorlar. Yaratılan korku ve linç iklimi nedeniyle tek bir savcı dahi işkence, adam kaçırma ve infaz iddialarına ilişkin bir soruşturma açmış değil.

'90’lı yılların başında Kürdistan’da bu işi beyaz Toros'larla yapan devlet şimdi siyah minibüsle yapıyor. Kaçırma ve infaz işinin, varlığı daha sonra reddedilecek olan JİTEM türü bir örgütlenme tarafından yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü kaçıranlar ve infaz timleri devletin derinliklerinde ‘kayboluyor’ ve ödüllendiriliyor.

Sessiz bir vahşet daha yaşanıyor. Ülke dışına çıkmak isteyenlerin birçoğu ailesiyle birlikte Meriç sularında hayatını kaybetti. Aileler ortadan kalktı veya şebekeler eliyle yönlendirilerek Meriç Nehri'nde boğduruldular. Birçoğunun akıbeti iki satırlık haber dahi olmadı. Yaşamını yitirenlerin sayıları da bilinmiyor. Aileler korkudan yitirdikleri yakınlarının yasını dahi tutamıyor.

Aslında sosyal medya olmasa AKP-MHP polisleri tarafından tecavüze uğradığı için intihar eden kadının mektubundan haberdar olmayacak veya mahkeme salonunda "oğlum 15 Temmuz’da sıradan bir askerdi, işkencede iki gözünü kaybetti" diye feryat eden anneyi belki duyamayacaktık.

AKP-MHP rejimi ağır bir algı yaratmış durumda. İşkenceyi, adam kaçırma ve her türlü yargısız infazı yarattığı ‘darbeci’, 'vatan haini’ ‘’FETÖ’’ algısıyla meşrulaştırmış durumda. Çok sıkışırsa "PKK, FETÖ, DHKP-C, DAİŞ ülkemizi bölmeye çalışıyorlar’’ algısını pazara sürüyor.

Ne yazık ki ayyuka çıkan işkence, adam kaçırma ve infaz konularında iki yönlü suskunluk veya sessizlik var.

Birincisi, birçok kesim, aileler ‘’Fetöcü’’ ve ‘’darbeci’’ ve nihayetinde ‘’vatan haini’’ olarak damgalanmak istemiyorlar. Bunun için korkuyorlar, susuyorlar. Sinmiş durumdalar.

İkincisi ise daha çok ‘’bizim mahalle’’ ile ilgili. Gülencilerin ve 15 Temmuz sonrası yakalanan generallerin, askeri ve sivil bürokratların Kürtlere ve demokrasi güçlerine karşı işledikleri ağır suçlardan dolayı bir sessizlik var. Zaman zaman İHD, HDP’li milletvekilleri ve Sezgin Tanrıkulu gibi çok az sayıda CHP’li bazı vekillerin sesleri çıkıyor. Ama bu yaşanan ve devam eden vahşet tablosu karşısında çok cılız kalıyor. Burada daha güçlü bir itiraza ihtiyaç var.

Kürtler, demokrasi güçleri ve HDP işkence, adam kaçırma ve infaz gibi çok tanıdık olan insanlık dışı uygulamalara, devletin vahşetine ikirciksiz, amasız karşı çıkmalılar. Bu acımasız muameleye maruz kalan kişi ve grupların geçmişte Kürtlere karşı ağır suç işlemiş olmaları bu gerçeği değiştirmez.

Öte yandan Gülenciler bu yaşanan süreçten yeterince ders çıkardılar mı, doğru-dürüst bir öz eleştiri yaptılar mı, devletin derinliklerinden çıkıp sivil bir hareket haline gelebildiler mi? Ne yazık ki hayır.

Ama böyledir diye işkence, adam kaçırma ve her türlü yargısız infaza sessiz mi kalacağız, görmeyecek, duymayacak ve gündem dışı mı sayacağız...

Kesinlikle hayır.

‘Bizim mahalle’ yani Kürtler, demokrasi güçleri, Müslüman demokratlar, sosyalistler, insan hakları savunucuları, kanaat önderleri, aydınlar, tek tek fertler olarak bizler kime karşı yapılırsa yapılsın işkenceye, adam kaçırma ve yargısız infaza karşı çıkmalıyız.

Zaten bizi erdem sahibi yapan şey de her türlü zorbalığa, zulme ve vahşete karşı dik duruşumuz değil mi?