Devasa bir hızda işçileşme süreci yaşanıyor

İşçi sınıfının yeni nitelikler eklenerek genişlediğini ifade eden Çalışma Ekonomisti Arif Koşar, bugün yaşananların hızla ilerleyen ve devasa boyuttaki işçileşme süreci olduğunun da altını çizdi.

Artan enflasyon, hayat pahalılığı ve bunun altında kalan çalışan ücretlerine karşı işçilerin eylemleri devam ediyor. İlk olarak Trendyol, Yemek Sepeti ve Yurtiçi Kargo gibi taşımacılık ve kargo alanlarında başlayan bu eylemler İstanbul’dan Kocaeli’ne, Antep’ten Mersin’e birçok ile ve farklı çalışma alanlarına yayıldı.

Fakat bu eylemlerde dikkati çeken, esnaf-kurye modeli altında çalıştırılan işçiler oldu. Onlar ana firma tarafından adlarına şahıs şirketi açtırılıp tüm sorumluluğun yine kendilerine yüklendiği bir sistemin çalışanları. Dünyada Gig ekonomi olarak adlandırılan ve daha çok dijital platformlarda ilerleyen ‘kendi işinin patronu olmak’ olarak da özetlenebilecek bir model. Ama Arif Koşar’ın aktardığına göre, Türkiye’deki bu model Gig ekonomiye denk düşse de doktorlardan hammadde lojistiğine kadar daha geniş bir uygulama alanı var.

Teori ve Eylem Dergisi Yazı Kurulu üyesi ve Çalışma Ekonomisti Arif Koşar ile son dönem öne çıkan esnaf-kurye modelinin detaylarını, Gig ekonomiye denk düşen taraflarını ve artan eylemlerin yanı sıra iktidarın ekonomik çözümünü ANF için konuştuk.

Trendyol, HepsiJet, Sürat Kargo, Scotty, Yemek Sepeti ve Yurtiçi Kargo gibi birçok işçi eylemi meydana geldi. Bu zamanla farklı iş kollarına da sıçradı ama öncelikle kuryelerle ortaya çıkan esnaf- kurye modelini sormak istiyorum. Nedir bu model ve nasıl işler?

Esnaf-kurye modeli şirketlerin, işçi istihdam ettiği durumda almak zorunda olduğu çeşitli sorumluluklardan kurtulmak için buldukları kurnazca bir formül. İşleyişi şöyle: Kargo işi yapan şirket, işçiye bir şahıs şirketi kurdurup standart bir sözleşmeyi imzalatıyor. İşçinin, ayrıca bir motor ya da otomobile sahip olması şart. Çoğunun olmadığından kredi ile büyük bir borç yükünün altına girip alıyor. Böylece tek başına, günde 10-12 saat kargo dağıtacak işçi, birden bire şirket sahibi oluyor. Başlangıçta gayet havalı. İşçi, kendi işinin patronu gibi. Ama hiç de öyle değil.

Neden?

Çünkü ana şirketin bu modeli uygulamasının nedeni, kendisi için daha ucuz olması. Bu ucuzluk nereden geliyor? Tabii ki işçiden. Ana şirketin verdiği para ile işçi, kendi sigorta primini, aracının kredisini, vergisini, kaskosunu, şirketin muhasebe masraflarını, kazancının vergisini ödemek zorunda. Ayrıca hasta olduğunda ücreti düşer. Kaza olduğunda -ki son dönemde çokça kaza olduğunu biliyoruz-, masraflar yine kendisinde. Aracın tamiri gibi büyük masraflar, tüm gelir dengesini alt üst eder. Hastanede işi olduğunda, çoğu işçi sigorta primini ödeyemediği için bu da büyük bir yük. Dolayısıyla ana şirketin yaptığı bütün harcamalar işçiye yüklenmiştir. Bir şirket bundan başka ne isteyebilir ki? Ve bir işçi için bundan daha kötü bir sözleşme modeli oldukça azdır. Düşünün, işçi ana şirket için çalışırken kaza yapıyor, belki engelli oluyor ama ana şirketin en ufak bir sorumluluğu bile yok. Sözleşmeyi feshedip başka bir esnaf kuryeyi işe alıyor.

Özetle esnaf kurye modeli devletin, şirketin ve işçinin, yani herkesin her şeyin farkında olduğu, gizlisi saklısı olmayan bir işçi dolandırma formülü.

İşçiyi esnaf statüsüne getirmek ya da başka bir anlamıyla tüm yükümlülüğü ona devretmek, güvencesizliğin yeni tanımı olarak nitelendirilebilir o zaman.

Güvencesizlik çok boyutlu bir kavram. İstihdam, gelir, gelecek, sağlık vb. açılardan değerlendirilebilir ancak burada iş güvencesine odaklanalım. Taşeron, belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışanlar ya da normal çalışsa da işi patronun iki dudağı arasında olan milyonlarca insan güvencesiz çalışıyor. Güvencenin temel koşullarından biri örgütlülüktür. Kayıtlı işçilerin yüzde 86’sı sendikasız. Buna kayıtsızları da ekleyince yüzde 90’dan fazlası. Çoğu sendikanın sarı sendika olduğu hatırlandığında, Türkiye’de işçilerin yüzde 95’ine yakınının, belki tamamının aşırı güvencesiz koşullarda çalıştığı söylenebilir.

Esnaf kurye modeli, bunun en uç noktası. İş Kanunu’nda normalde bir işçiyi keyfe keder işten atamazsın. Elbette uygulama farklı. Patrona bahane mi yok, “yan baktı”, “küfür etti”, “verimi düştü” der, bir biçimde atar. İşte güvencesizlik budur. Ama bunu yaptığında kıdem ve ihbar tazminatı ödemek zorunda kalır. Atacağı işçiyi atar ama davalarla uğraşır vb. Esnaf kurye modelinde, şirketin işçi üzerinde hiçbir sorumluluğu olmaz. Çünkü işçi, hukuki olarak yapılan hile ile işçi olmaktan çıkmış, bir şahıs şirketine dönüştürülmüştür. İş kazasında ölse bile şirketin hiçbir sorumluluğunun olmadığı devasa bir güvencesizlikten bahsediyoruz. Yani, esnaf kuryelik, güvencesizliğin yeni tanımı olmasa bile en derinlemesine yaşandığı uygulamalarından birisi.

Bu model ayrıca dünyada Gig ekonomi modeli olarak da tarif ediliyor. Türkiye’deki bu esnaf kurye tam olarak buna mı denk geliyor?

Gig ekonomi ile kastedilen, daha çok dijital platform şirketlerinin iktisadi faaliyetleri. Trendyol, HepsiBurada, kitapyurdu, Uber, Amazon, Deliveroo, AliBaba gibi şirketler. Web Sitesi ya da uygulama üzerinden bir şey aldığımız büyük dijital platformların büyük kısmı Gig şirketler olarak tanımlanıyor. Sürecin bir kısmı dijital olsa da büyük kısmı gayet anti-dijital. Çünkü alınan ürünün depolanması, iletilmesi, paketlenmesi, dağıtım birimine teslimi ve tüketiciye ulaştırılması, hepsi oldukça tanıdık iş süreçleri.

Bu şirketlerin çoğu genellikle ya esnaf-kurye modelindeki gibi işçilere şahıs şirketi kurduruyor ya da freelance (serbest) olarak “hizmet alıyor”. Bu nedenle Türkiye’deki esnaf-kuryeler bir ölçüde buna denk düşüyor. Ama Türkiye’de bu modelin uygulama alanı çok daha geniş. Pek de dijital platformları kullanmayan kargo şirketleri de bu modeli uyguluyor. Yine, pek çok sektörde, modelin esnaf kısmı uygulamada. Mesela, bazı fabrikalar hammadde ve ürün lojistik işlerini, şahıs şirketi kurdurdukları kamyonculara yaptırıyor ve ondan “hizmet alımı” yapıyor. Yine bazı özel hastaneler, doktorları işçi olarak çalıştırmasına rağmen, onlara şirket kurdurup “hizmet alımı” olarak gösteriyor. Bu açıdan, “esnaf” gibi gösterme hilesi, Gig ekonomi denilen alanın ötesinde çok daha geniş bir uygulama alanına sahip.

Bu konuda geniş bir yazı yazdınız orada sizin sorguladığınız bir alan da bu modelin “prekarya” olup olmadığı. Öyle mi yoksa yeni bir işçi sınıfı mı?

Türkiye’de ve dünyada, güvencesiz çalışma ve genel olarak güvencesizlik giderek yaygınlaştığı için prekarya kavramı hızla benimsendi. Zaten kelime, İngilizce işçi sınıfı ve güvencesizlik kavramlarının birleşmesinden türetildi. Farklı manalar yüklenerek kullanılıyor. Kavramı popülarize eden Guy Standing. Ona göre güvencesizler yeni bir sınıf, yani, işçi sınıfı giderek küçülüyor, prekarya ise büyüyor. Hem de öyle bir büyüyor ki, işçi sınıfı bitecek, hepimiz prekarya olacağız. Standing’in yaklaşımını daha da uzatmak istemem ama bu durumu, kapitalist toplumsal düzenin istikrarı için büyük bir tehlike olarak görüyor ve neoliberal düzeni korumak adına yönetici sınıflara çeşitli reform önerilerinde bulunuyor. Zaten tam da bu yüzden “Prekarya” kitabının alt başlığı “Yeni Tehlikeli Sınıf”.

Oysa güvencesizlik, başka boyutları da olmakla birlikte, özünde şirketlerin, yarım yüzyıl önce uygulamak istedikleri ama uygulayamadıkları, güçlerinin yetmediği bir istihdam modelinin yaygınlaştırılması ile ilgili. Esnek çalışma, taşeronluk, kısa süreli sözleşmeli işçiliğin yanı sıra sendikal örgütlülüğün zayıflaması, kamusal desteklerin ortadan kalkması ile ilgili. Kapitalist üretim ve ekonomi açısından söz konusu olan yeni bir sınıfın ortaya çıkması değil, işçi sınıfının daha önce sahip olduğu hak ve güvencelerini yitirmesidir. Dünya genelinde son 30 yılda işçi sınıfına yeni katılan yüz milyonlarca insanın güvencesiz koşullarda işçiliğe mahkum edilmesidir. Bu işçiler “prekarya” gibi yeni bir sınıf değil, güvencesiz işçilerdir. Yani işçidir.

“Yeni işçi sınıfı” meselesine gelince… İşçi sınıfı, sabit bir nesne değil. İşçi-işveren ilişkisi yayıldıkça işçi sınıfı daha büyük bir katılımla yeniden oluşuyor. Dolayısıyla modern çağda, işçi sınıfı daima yenilenen ve oluşum halinde bir sınıftır. Çok sayıda sektörde işçi sınıfının yeni üyeleri ve tabakaları vardır, bunların özgün ve farklı somut koşulları ve sorunları da vardır. Bu bir tespit ancak, yeni bir sınıfın, mesela “prekarya”nın doğduğu anlamına gelmez. İşçi sınıfının yeni nitelikler de eklenerek genişlediği, büyüdüğü anlamına gelir. Bugün yaşanan tam olarak bu: Devasa bir hızda ilerleyen işçileşme süreci.

İşçi eylemleri sadece esnaf-kuryelerle sınırlı kalmadı tabii. Zamlar, enflasyon ve de asgari ücretin açıklanması ile işçi ücretlerine yapılan zamlar son derece düşük kaldı. Öngörüsel bir soru olacak elbette ama 2001 krizinde esnaf eylemleri vardı. Şimdiyse işçi eylemleri. İlla iktidar değişimine gitmeyecek olsa da eylemlerin belli bir toplumsal hareketliliğe evrilmesi ne kadar mümkün?

Son bir yılda işçiler, kur ve enflasyondaki radikal artışla neredeyse yarı yarıya yoksullaştı. Bir önceki yıla göre çok daha yoksuluz. Ancak, son yıllardaki konjonktürün yanı sıra yıllardır biriken sorunlar da var. Türkiye’nin dünya ekonomisine eklemlenme biçimi, ucuz işgücüne dayalı ihracat. Dolayısıyla çalışma koşullarının ağırlığı, yoğunluğu, ayrıca işyerinde aşağılanma, güvencesizlik, ayrımcılık, bütün bunlar tüm dünyada olsa da Türkiye gibi bağımlı ülkelerde çok daha yoğun. İşçilerin bu koşullarda hak arama mücadelesine girmesi, eyleme geçmesi kadar normal bir şey yok. Enflasyondaki yüksek seyrin, farklı bir yönelime girilmediği sürece en azından bir 6 ay ya da bir sene kadar daha süreceği düşünüldüğünde, işçi eylemlerinin, yarın dursa bile bir süre sonra yeniden yükselişe geçmesi muhtemel.

Bu eylemlerin istikrarlı bir toplumsal dinamiğe dönüşmesi için az çok örgütlü hale gelmesi gerekir. Bu olmadığında, süreklilik ve stratejiden yoksun, belirli dönemlerde yükseliş ve düşüşler gösteren patlamalar olmanın ötesine geçmesi pek de kolay değil. Yerel eylemlilikler arasında bağlantıyı kuracak bir örgütlülük, sendikal örgütlülüğün yanı sıra siyasal bir program, ya da öne çıkan talepler etrafında siyasallaşmış bir birlik olmaksızın, kalıcı dönüşümler ve kazanımlar sağlamak, en azından kolay değil. Ancak, bu tür bir örgütlülüğün koşulu ve kolaylaştırıcısı da işçilerin ve halkın hak alma mücadelesi içine girmiş olmasıdır.

İşçiler cephesinde durum böyleyken bir yandan da yeni bir yardım paketi açıklaması yapıldı Ekonomi bakanı tarafından. Kobilere, işletmelere verilecek teşvikler vardı programda. Halka ise ucuz ürün bulabileceği “uygulama” yapılacağı ve enflasyonla mücadele timi kurulacağı söylendi. Sermayeye teşvikin sürdüğü bu paketi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Örneğin gıdada KDV indirildi, yüzde 8’den yüzde 1’e düştü. 30 liralık patlıcan 28 liraya düşse ne olacak? Kira düştü mü? Doğalgaz faturası düştü mü? Akaryakıt ve ulaşım masrafları düştü mü? Bütün tüketim maddelerin fiyatını belirleyen döviz kuru düştü mü? Hayır. AKP’nin yaptığı halkın sırtına 100 kiloluk bir yükleyip, sonra onu 99 kiloya indirmek. Bunun neredeyse hiçbir anlamı yok.

Hükümetin, bu dönem temel amacı, doların yükselmesini engelleyerek, enflasyonu bir ölçüde dizginlemek. Bunun için temel aracı ne? Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat Hesabı. Bununla insanın dövizlerini bozdurup TL’ye geçmesi, böylece döviz fiyatlarının stabil kalması bekleniyor. Sonuç tam bir fiyasko. Toplam döviz mevduatı 24 Aralık 2021’de 239 milyar iken, 11 Şubat’ta, yani neredeyse iki ayda, sadece 16 milyar dolar düşerek 223 milyar dolar oldu. Gerçek enflasyonun yüzde 100’e yaklaştığı bir ülkede, 1000 lirası olanın, bir sene sonra elindeki parayla bir sene öncekinin yarısını alabildiği, yani TL’nin yarı yarıya değer kaybettiği bir ülkede, insanlar neden dövizden uzaklaşsın. Hükümetin formülü ise şu: “Dövizi sat, döviz artarsa ben sana farkını ödeyeceğim.” Nasıl ödeyeceksin? Hazine’den. Hazine bir üretim mi yapıyor? Hayır. Geliri nereden? Halktan aldığı vergiler. Dolayısıyla hükümet, dolar milyarderlerine ve şirketlere garantili bir kazanç sunuyor ve bunu yoksul halktan aldığı vergilerle ödeyecek. Olası bir dolar yükselişinde -ki Nisan ayı itibarıyla böyle bir eğilime girmesi bekleniyor-, oluşacak farkı Hazine ne kadar kaldırabilir, orası da ayrı bir tartışma konusu.

Şirketlere teşvik ve krediler de aynı. Enflasyon bu kadar yüksekken düşük faizle hangi banka kredi verir? Yani, hangi banka zararına kredi verir? Ancak devletten daha düşük faizle kaynak aktarılan bankalar. Başta kamu bankaları. Yani yine zarar edilen bir işlem. Şirketlere kar, hazineye zarar. Hazinenin zararını kim ödeyecek? Hükümet yetkilileri Hazine’ye bağış yapmayacak herhalde. Yine halkın sırtına yüklenecek.

Sonuç olarak, bu paket ekonomik büyümeyi hızlandırmayı amaçlıyor. Başarabilir mi? Mümkün. Ancak sorun şu ki, bu tür bir ekonomik büyüme, halkın iyiden iyiye yoksullaştırılmasına, üzerindeki enflasyon ve vergi yükünün arttırılmasına, tüm kaynakların halktan alınıp Hazine ve Merkez Bankası aracılığıyla sermayeye aktarılmasına dayanıyor.