Medya linç ve nefretin suç ortağı

Medyanın Suriyelilere karşı başlatılan nefret söyleminde önemli bir suç ortağı olduğunu söyleyen gazeteciler, iktidarın bu meseledeki payına da dikkat çekiyor.

Suriyelilere karşı başlayan linçler ve nefret dilini besleyen en önemli kaynaklardan biri de medya. Sosyal medyada birçok yanlış bilgi kimliği belirsiz kullanıcılar tarafından dolaşıma sokulurken; gazeteler, internet medyası ve televizyon kanalları ise bu tarz söylemleri kimliği açık bir şekilde yerine getiriyor. Bu elbette Suriyelilerle başlamış bir şey değil, 90’lardan bu yana Kürtlere karşı uygulanan medyadaki nefret dilinin bir uzantısı, sadece düşman farklı. Peki, gazeteciler bu nefret dilinin ve düşmanlaştırmanın medya aracılığı yükseltilmesine ne diyor? Medya bunda ne kadar sorumlu ve nasıl bir dil kullanması gerekiyor?

TEK ULUS ÜZERİNE KURULU BAKIŞ AÇISINI SONUCU

Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, nefret söylemi ve dilinin tek başına Suriyelilere ilişkin olmadığını ifade ederek başlıyor söze: “Tek ulus üzerine kurulu bir egemen kültür ve siyaset algısı, uzun yıllardır farklı olana karşı ön yargıları pekiştirdi. Geçmişte Ermeniler, Rumlar ve başka halkların yaşadığı, Kürtlerin ise yaşamaya devam ettiği dışlanmayı, Suriye savaşına bağlı göç olgusunun bir devamı olarak Suriyeliler yaşıyor.”

Polat, gündelik hayatında Suriyeliler ile temas etmemiş, hiç konuşmamış insanların bile, yaşadığı ekonomik sorunların kaynağını Suriyeliler olarak açıklamasını hem bu yabancıya bakışa dair kültürden kaynaklandığını; hem de Türkiye’de derinleşen yoksulluk, patronların güvencesiz olan Suriyelileri ucuz iş gücü olarak kullanması gibi etkenlerle büyüdüğünü belirtiyor.

Fatih Polat medyanın işlevi içinse şunları söylüyor: “Hâkim medya alışılageldik üslubuyla bu konuda da milliyetçi ön yargılarını harekete geçiren bir söylemi yeniden üreterek, sokağa yer yer linç olarak yansıyan gelişmelerin de temel suç ortaklarından biri durumunda. Bu arada medyanın çok temel bir yapı olarak Suriyeliler konusundaki nefret dilini yeniden üretiyor olması gerçeği ile birlikte onu besleyen egemen siyasal kültür de, dediğim gibi önemli bir etken. Demokratik bir kültür siyasete ve gündelik hayatımıza egemen olsa, o yapı içinde böylesi bir medya da olmaz zaten. İkisi birbirini besliyor özet olarak.”

DİJİTAL İMKÂNLAR KÖTÜLÜĞÜ HIZLA ÇOĞALTIYOR

İnternet yayını yapan Gazete Duvar’ın Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz da toplumda yer bulan, yaygın veya değil, bütün söylemlerde, duygu ve düşünce dalgalanmalarında medyanın muhakkak payı olduğu düşüncesinde. Topuz ayrıca dijital platform imkanlarının bu yayılmaya olanak sağladığını da ifade ediyor: “Bu, gazeteciliğin başladığı çağla milliyetçiliğin başladığı çağın örtüşmesine kadar geri giden neredeyse evrensel bir gözlemdir. Dijital dönüşüm, eski tip düşmanlık-nefret söyleminin oluşum ve yayılma süreçlerine yeni imkânlar da eklemiş görünüyor. Dijital dönüşümden önce milliyetçi, ırkçı, ayrımcı vb. saldırganlık duygularının oluşmasında ve yayılmasında medyalar daha tek taraflı bir etki yapıyordu, şimdi ise etkileşim daha karşılıklı ve hızlı. Medyalar nefret söylemlerini pompalarken, dijital imkânları kullananların buluştuğu sosyal medya mecraları, portallar, bloglar, haberleşme listeleri hem medyaların enjekte ettiği kötülükleri hızla çoğaltıp yayıyor hem de medya mecralarını aynı yönde etkileyebiliyor.”

TÜRKİYE’NİN NEFRET BANKASI ÇOK GÜÇLÜ

Suriyeliler özelinde de durum farklı değil diyen Topuz, Türkiye’de ayrımcılık ile nefret söylemleri bankasının çok güçlü, geleneksel düşmanlık hedeflerinin ise çok fazla olduğunu belirtiyor: “Buralarda oluşan düşmanlık kapasitesi, şimdilerde hemen hemen her kesim tarafından Suriyelilere yöneltiliyor. Ümmetçisinden Batıcısına, Türk-İslam sentezcisinden Kemalistine, sosyal demokratından muhafazakârına, herkes kendi ‘öteki’sine karşı geliştirdiği ayrımcı ve nefret dolu söylemleri Suriyelilere yöneltiyor. İktidar yanlısı medya, ‘Ensar’ söylemine rağmen bu düşmanlıktan muaf değil; oradaki temel bakış, ‘iktidarın işine yarayan’ın öncelikli olması, olmayanın hiç önemsenmemesi. Böyle olunca da ‘Ensar’ nutukları haber oluştururken ayrımcılığı, saldırganlığı engellemeye yetmiyor. Çünkü orada kullanılan ‘biz’ ve ‘millet’ cümleleri, iktidar dostu görülmeyen herkesi kolayca ve zalimce harcamaya yeterli.”

Muhalif medyaların önemli bir kısmı da aynı minvalde iş gördüğünü belirten Ali Duran Topuz istisnalar olduğunu da sözlerine ekliyor: “Elbette istisnalar var örneğin konvansiyonel medyadan Birgün, Evrensel ve Karar, dijital portallardan Diken, T24, Karınca, Artı Gerçek bu konuda özenli davranışları hemen göze batan mecralar. Mecralar dışında, Türkiye’de gazetecilerin bir kısmının ‘kanaat önderi’ postuna bürünme hevesi eskiden beri vardı, şimdi de var ve sosyal medya üzerinden bu heves yer yer çığırından çıkan hallere bürünebiliyor. İsim vermeyelim ama ne yazık ki çok sayıda gazeteci, Suriyeli düşmanlığına doğrudan katılmasa da katkı verebiliyor.”

MEDYA KENDİ KULAINA UYSA YETER

Basın yayın organlarında bu nefret diline karşı nasıl bir dil kullanılmalı sorusuna ise Topu şu cevabı veriyor: “Gazeteciliğin kuralları bellidir, nefret söylemlerine, ayrımcı ifadelere, saldırganlığa vs. kurallar prim vermez. Meslek kurallarına uymak ‘dil’i oluşturmak için yeter de artar bile. Fakat bu yeterli mi derseniz, ne yazık ki değil. Çünkü böyle bir dili oluşturmak için çaba sarf edenler, ana medya yapısı içinde yeterince güçlü değiller. Nitelik olarak çok güçlü olsalar da sayısal olarak değiller. Bu durum kısa vadede değişecek gibi görünmüyor ne yazık ki.”

MEDYA SAHİBİNİN SESİNİ ORTAYA KOYUYOR

Mezopotamya Ajans editörü Sedat Yılmaz ise medyanın yaydığı nefret söyleminin iktidar ilişkisinden bağımsız olmayacağı kanısında: “Suriyeli veya mültecilerin tamamına karşı yürütülen nefret ve ırkçılık, medya- iktidar ilişkisinin en tehlikeli zamanını yaşıyoruz. Salt medyanın kendi başına yürüttüğü bir kampanya olarak düşünemeyiz, iliştirilmiş gazeteciliğin iktidarın günlük propaganda aracına dönüştüğünü görüyoruz. Aslında iktidar güdümüne girmiş olan medya, sahibinin sesi olduğunu ve dalkavuklukta birbiriyle yarışıyorlar. Geçmişte de benzer durumlar yaşandı ancak belki de basın tarihinde ilk kez bu kadar yekpare hareket etme hali var. Tek bir aykırı ses, eleştiri yok. Tek tek mecra veya ‘yazar’ olarak bakmak yerine sistemdeki çarpıklığı görmek gerekiyor. Siyasal güç bugün askeri, siyasi ve iktisadi olarak yaşadığı politik iflasını, önce birlikte yaşadığı Kürtlere ve diğer haklara fatura çıkararak tolere etmeye çalıştı. Bu yetmedi şimdi de sığınmacılara karşı yürüttüğü kampanyayla süreci atlatmaya çalışıyor. Hükümet nasıl bir şey istiyorsa, sahibi olduğu medya bunun altyapısını, zeminini oluşturuyor. İktidar da buraya bakarak oluşan tepkiye göre politikasını sürdürüyor veya askıya alıyor. Karşılıklı bir nemalanma hali var.”

GAZETECİ AŞAĞILAMAZ, ÖTEKİLEŞTİRMEZ

Yılmaz ayrıca Türkiye basının tepeden tırnağa yenilenmeye, bağımsız kimlik edinmeye ihtiyacı olduğunu da belirtiyor. Irk, din, dil, mezhep, cins üzerinde haber yapanlara gazetecilerin sorumluluğu ve etik değerlerinin sık sık hatırlatılması ve buna uyulmaya davet edilmesi gerektiğinin altını çizen Yılmaz şunları söylüyor: “Etkin ve yaptırım gücü olan, kınayan, hatta cezalandıran meslek ve emek örgütlerine ihtiyaç var. Gazetecinin toplumsal vicdanı olmalı, empati yapabilmeli. Mültecilik, kayıtsızlık hali kimin başına ne zaman geleceği bilinmez. Bugün savaşı kutsayan, kin ve nefreti yayan, iktidarın propagandasına çanak tutanlar, orta ve uzun vadede ülkesine büyük zararlar veriyor. Gazeteci kimliği gereği, ırk, milliyet, köken, din ve cinsiyet üzerinden başkaları aşağılanamaz, ötekileştirilemez. Gazeteci, kin, nefret ve savaşa karşı, barışı, hoşgörüyü, empatiyi yaymalıdır. Habercilik, kamusal faydayı göz önünde bulundurmaksa eğer, kötüden uzak durmalı, iktidarın borazanlığından vazgeçmeli.”