Türk devleti savaş ve insanlık suçu işliyor

Türk devleti, Başûr ve Rojava’da devam eden saldırılarıyla uluslararası hukuku tamamen çiğneyerek, savaş ve insanlık suçu işliyor. Türk devletinin fiillerine hiçbir sözleşme cevaz vermiyor.

Uluslararası silahlı çatışma hukuku, tarafların ikisinin devlet olduğu; bir tarafın devlet diğer tarafın devlet-dışı yapı olduğu ve birbirlerine karşı silahlı kuvvet kullanımını düzenleyen hukuk dalıdır. Silahlı çatışma hukukunun doğuşu ve gelişimi çok eski tarihlere dayanmaktadır, ancak özellikle 20. yüzyılda daha çok ete kemiğe büründü.

Silahlı çatışma hukuku, 20. yüzyılda savaş öncesi hukuk, savaş zamanında hukuk olarak ikiye ayrılıyor. Savaş öncesi hukuk, savaş başlatmanın hukuka uygunluğunu düzenlerken; savaş durumunda hukuk ise savaş esnasında uyulması gereken hukuk kurallarını düzenler ve bunlar arasında net bir çizgi yoktur. Savaş esnasında uyulması gereken kurallar, iki ana gruba ayrılır;

* Lahey Hukuku olarak bilinen ve yasak savaş teknikleri kullanılmaması gereken silahları düzenleyen birinci gruptaki hukuk kuralları, 1899 ve 1907 yıllarında Lahey’de oluşturuldu. Bu grupta savaş kurbanlarına yönelik düzenlemeler de var.

* Cenevre’de oluşturulan diğer grupta ise uluslararası insancıl hukukun düzenlendiği kurallar bulunmaktadır.

TÜRK DEVLETİNİN SALDIRILARI

Türk devletinin, 14 Nisan’dan beri Başûrê Kurdistan’da; 19 Kasım’dan beri de Rojavayê Kurdistan ve Kuzey-Doğu Suriye’de düzenlediği saldırılar, hem Lahey hukuku hem de Cenevre hukuku bakımından sorunludur. Türk devletinin Başûrê Kurdistan’daki saldırılarda, Lahey hukukunun düzenlediği yasaklanmış silahlar ve savaş tekniklerini ihlal ettiği görülüyor. Lahey’de 18 Ekim 1907’de imzalanmış, IV Sayılı Kara Harbinin Kanunları ve Adetleri Hakkında Sözleşme ve devamındaki sözleşmelerdeki maddeler, silahlı bir çatışmada taraflara özgür silah seçimine izin vermiyor. Bu anlaşmanın “düşmana zarar verme vasıtaları, kuşatmalar, bombardımanlar” alt başlığında sıralanan maddelerden ilkinde “Muharip devletler düşmana zarar verme vasıtalarının seçiminde hudutsuz bir hakka sahip değildir” denilmektedir. Tarafların gereksiz acı ve ölüme yol açan yakıcı, parçalayıcı vb. sonuçlar doğuran silahları kullanması yasak. Parça tesirli silahlar, mayınlar, yakıcı silahlar, kimyasal ve nükleer silahlar somut olarak yasaklanan silahlar arasında gösterilebilir. Aynı şekilde savaş dışı yerleri ve kişileri hedef almak da bu kural çerçevesinde yasak.

Anlaşma “Madde - 23 Özel sözleşmelerle tespit edilmiş yasaklardan başka, bilhassa şu fiiller yasaklanmıştır. a) Zehir ve zehirli silahlar kullanmak. Buradan bakıldığında Zap, Avaşîn ve Metîna gibi Medya Savunma Alanları içerisinde yer alan bölgelerde Türk devletinin kimyasal gazlar kullanması, sözleşmenin açıkça ihlalidir.

SAVAŞ SUÇU İŞLEDİĞİ AÇIK

Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’nün Savaş suçlarını düzenleyen Madde 8.2. b’de hangi fiillerin savaş suçu kapsamına girdiği açıklanıyor. “Uluslararası hukukun mevcut sistemi içerisinde, uluslararası silahlı çatışmalarda uygulanabilir yasa ve geleneklerin diğer ciddi ihlalleri, yani, aşağıdaki fiillerden herhangi birisi” olursa çatışan tarafların savaş suçu işlediği belirtiliyor. Bu bağlamda ilgili maddenin alt maddelerini teker teker Türk devletinin saldırılarını örneklendirerek görmeye çalışalım:

* “Çarpışmalarda doğrudan yer almayan sivil bireylere ya da sivil nüfusa karşı kasten saldırı yöneltilmesi” maddesi için sadece 19 Kasım’dan itibaren Türk devletinin saldırılarında sivil yerleşim birimlerini bombalamasını örnek vermek bile yeter.

* “Askeri olmayan, yani askeri maksatlı olmayan sivil hedeflere karşı kasten saldırı düzenlenmesi” maddesi bakımından Türk devletinin saldırılarında askeri hedefleri gözetmediği, köy, kasaba ve şehirlerin merkezine bombardımanlar gerçekleştirdiği örneği verilebilir. Nitekim bombardımana maruz kalan sivil kadınlardan Hediye Abdullah’ın fotoğrafını paylaşarak basın açıklaması yapan Alman Die Linke Eşbaşkanı Janin Wissler, sivillerin nasıl hedef alındığına işaret etti.

* “Uluslararası silahlı çatışmalar hukuku çatısı altında, siviller ya da sivil nesnelere sağlanan korumadan yararlanma hakları olduğu sürece, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne göre, barış gücü ya da insan yardıma tahsis edilmiş görevli personel, tesis, malzeme, birlik veya araçlara kasten saldırı yöneltilmesi” maddesinin ihlaline, Türk devletinin saldırılarında DAİŞ’le mücadeleyi sekteye uğratması örnek verilebilir. Nitekim İşgalci Türk devleti, YAT ve Uluslararası Koalisyon’un Hesekê’nin kuzeyindeki ortak üssünü bombaladı. Saldırıda iki YAT üyesi şehit düştü, üçü de yaralandı.

* “Tahmin edilen somut ve doğrudan askeri avantajlara kıyasla, aşırı olacak şekilde, sivillerin yaralanmasına veya ölmesine veya sivil nesnelerin zarar görmesine yol açacağı ve geniş çapta, uzun vadeli ve ağır bir biçimde doğal çevreye zarar vereceğinin bilincinde olarak saldırı başlatılması” maddesine, buğday silolarından elektrik hatlarına kadar altyapıyı hedef alan saldırıları örnek verilebilir. Zaten Türk Savunma Hulusi Akar “harekâtın ilk aşamasında teröristlere ait barınak, sığınak, mağara, tünel ve depoların aralarında bulunduğu 89 hedefin imha edildiğini” belirtti. Doğal yapıyı nasıl tahrip ettiklerini kendileri ifade ediyor.

* “Savunmasız veya askeri hedef oluşturmayan kent, köy, yerleşim yeri ve binaların bombalanması veya bu yerlere herhangi bir araçla saldırılması” maddesi açıkça 19 Kasım’dan beri ihlal edilmektedir. Bu bakımdan Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Basın İrtibat Merkezi’nin, işgalci Türk devletinin sadece 23 Kasım günü gerçekleştirdiği saldırılarda 116 köy ve beldeyi hedef aldığını açıklaması, köylerin ve diğer yerleşim birimlerinin Türk devleti tarafından nasıl hedef gözetilerek saldırıya maruz kaldığını açıklar.

* “Silahını bırakmış, kendisini savunma araçlarından yoksun ve isteğiyle teslim olmuş bir askeri öldürme veya yaralama” maddesi, Türk devletinin ele geçirdiği gerillaları işkence ederek nasıl helikopterlerden aşağı attığını hatırlatıyor. Özerk Yönetim topraklarına yönelik son saldırılar açısından bu madde örneklendirilemese de Türk devletinin Kurdistan’daki savaş pratiği bu maddeyi deldiğini gösterecek sayısız örneğe sahiptir.

* “İşgalci devletin kendi sivil nüfusunun bir bölümünü işgal ettiği topraklara doğrudan veya dolaylı olarak nakletmesi veya işgal edilen topraklardaki nüfusun tamamının veya bir kısmının devlet sınırları içinde veya dışında sürülmesi veya nakli” maddesi, özellikle Efrin, Serêkaniyê ve Girê Spî’nin Türk devleti tarafından işgal edilmesi sonrası Kürt nüfusun tehcire maruz bırakılmasını bakımdan ihlal edildi. Kürtsüzleşme devam da ediyor.

* “Askeri amaçlı olmaması koşuluyla din, eğitim, sanat, bilim veya yardım amaçlarıyla kullanılan binalara, tarihi eserlere, hastanelere ve hasta ve yaralıların toplandığı yerlere kasten saldırı düzenlenmesi” maddesi, Türk devletinin 20 Kasım’da Kobanê’deki Covid Hastanesi’ni bombalayarak yerle bir etmesiyle ihlal edildi.

* “Düşman devlet ya da orduya bağlı bireylerin haince öldürülmesi veya yaralanması” maddesine, elinde ferdi silahından başka bir savunma malzemesi olmayan gerillanın kimyasal gazlarla öldürülmesi örnek verilebilir.

* “Savaş esirlerine yaşama şansı verilmeyeceğini ilan etme; (karşı tarafta canlı bırakılmayacağını ilan etme)” maddesine, Türk devletinin sürekli saldırılarını geliştirirken “köklerini kurutacağız, ezeceğiz, yok edeceğiz, yerin dibine sokacağız” terimlerini kullanması örnek verilebilir. Türk Cumhurbaşkanı, son saldırının ikinci günü bir kez daha ‘köklerini kazıyacağız” diyerek, soykırım tehdidinde bulundu.

* “Savaşa dair ihtiyaçlar zorunlu olarak gerektirmedikçe, düşman mallarının imha edilmesi veya bu mallara el konulması”nın nasıl sergilendiği, işgal sonrası talanla yeterince açık.

* “Saldırı sonucu ele geçirilse bile, bir kenti ya da yeri talan etme” maddesi, Efrin, Serêkaniyê ve Girê Spi işgalinde çokça ihlal edildi. Özellikle Efrîn’de tam bir yağma yaşanıyor.

* “Zehir veya zehirli silahların kullanılması” maddesi, Medya Savunma Alanları’nda  ihlal ediliyor.

* “Boğucu, zehirli veya diğer gazlar ile benzeri sıvı, malzeme veya cihazlar kullanılması” maddesi de Türk devleti tarafından en çok ihlal edilen madde oldu. Zap, Metîna ve Avaşîn bölgelerine dönük 17 Nisan’da başlatılan ve 7 aydır süren saldırılarda ise Türk devletinin kimyasal silah kullanımı hiç gündemden düşmedi. Türk devleti, kimyasal kullanımını günlük olarak sürdürüyor.

BM’NİN 51. MADDESİ CEVAZ VERMİYOR

Türk devleti, 19 Kasım’da gerçekleştirdiği saldırıyı Birleşmiş Milletler (BM) Anlaşması’nın 51. Maddesinin “meşru müdafaa hakkına” dayandırıp “Türk Silahlı Kuvvetleri gerek faaliyetlerin planlamasında gerekse icrasında sivillere, çevreye, tarihî, kültürel ve dinî yapılara zarar gelmemesi için hiçbir ordunun göstermediği hassasiyeti gösteriyor” dese de kısa sürede köy, kasaba ve şehir merkezlerini, petrol kuyularını, elektrik sistemlerini, okul ve hastaneleri bombalaması, meşru müdafa hakkının kötüye kullanıldığını gösteriyor. Uluslararası hukuktaki kuvvet kullanma yasağını deldiğine işaret ediyor.

Uluslararası hukukta silahlı çatışmaya ilişkin kullanılmaması gereken silahlar ve savaş tekniklerinin yanı sıra bazı kişi ve topluluklar da özel olarak korunmaktadır. Korunanların başında yaralılar ve hastalar gelmektedir. “Harp Halindeki Silahlı Kuvvetlerin Hasta ve Yaralananların Vaziyetlerinin Islahı Hakkında Cenevre Sözleşlmesi” silahlı çatışma hukukuyla ilgili olarak yapılan Cenevre anlaşmalarından I Numaralı Sözleşme olup, buna göre silahlı kuvvetler yaralı ya da hasta mensuplarının her şartta bakımı sağlanıp onları korunacaktır. Ayrıca taraflar bu kurallara uymayanların cezalandırılmasına yönelik ulusal yasal düzenlemeler de yapacaktır.

Bir diğer korunan kişi topluluğu ise esirlerdir. “Harp Esirlerine Yapılacak Mumale ile ilgili Cenevre Sözleşlmesi” olarak bilinen sözleşmeye göre esirler, karşı tarafın eline düştüğü andan itibaren bazı haklara sahiptir. Bu haklar işkence veya benzeri kötü muamelelere maruz bırakılmama, ihtiyaçları olan tıbbi bakımı sağlama, kadınlara cinsiyetlerine uygun muamele etme, temel ihtiyaçları karşılama, intikam eylemlerine karşı korunma, kendi dilinde iletişimi sağlama, adı, soyadı, doğum tarihi, rütbesi dışında bilgi vermeye zorlanmama, dini ve tıbbi görevlilerle görüşme, dini görevlerini yerine getirme, rütbesine göre muamele görme haklarıdır.

Korunan diğer bir kişi topluluğu ise sivillerdir. Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına Yönelik Cenevre Sözleşmesi, 12 Ağustos 1949’da imzalandı. Sivillerin korunmasına ilişkin kurallar çoğunlukla IV Numaralı Cenevre Sözleşmesi olarak bilinen bu sözleşmede yer almaktadır. Sivillerin korunmasında temel prensip ise sivillerin insani muamele görmesidir.

İHLAL VE SONUÇLARI

Uluslararası hukukun tanımı gereği uluslararası hukuk özneleri, devletler, uluslararası örgütler, devlet dışı örgütler ve gerçek kişilerdir. Klasik uluslararası hukuk kuramcıları gerçek kişileri de bu tanımın dışında tutsa da 19. yüzyılın ikinci yarısından beri gerçek kişiler de uluslararası hukukun kişilerine dahil olmaktadır. Bu çerçevede gerçek kişilere de sorumluluklar yüklenmiştir. Dolayısıyla cezai sorumlulukları da doğmuştur. Nitekim 2 Eylül 1998’de, Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (Birleşmiş Milletler tarafından kurulan bir mahkemedir) uluslararası bir mahkeme huzurunda gerçekleştirilen yargılama sürecinin ardından dünyada ilk kez tanımlanmış soykırım suçu nedeniyle gerçek bir kişi hakkında mahkumiyet kararı verdi. Jean-Paul Akeyesu, Ruanda'nın Taba kasabasının belediye başkanıyken, iştirak ve idare ettiği soykırım suçu ve insanlığa karşı suç kapsamındaki eylemleri nedeniyle suçlu bulundu. Bu nedenle Türk devlet yetkilileri, yukarıda sayılan kurallardan kişisel olarak da sorumludur. Gerçek kişilerin yaptığı ihlallerden bazıları hukuki sorumluluğa bazıları ise cezai sorumluluğa sebep olur. Hatta devletlerin gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı cezai sorumlulukları kabul görmemişken bu eylemi yapan gerçek kişilerin cezai sorumlulukları vardır.

İHLALLERDEN DOĞAN SUÇLAR

İhlallerden doğan suçlar ise silahlı çatışma hukukunda geleneksel olarak üçe ayrılmaktadır;

* Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’nde belirtildiği üzere ilk olarak “barışa karşı suçlar” olarak nitelendirilen grup vardır. Bu uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak başlatılmış veya yürütülmüş ihlallere ilişkindir.

* Bir diğer grup “savaş suçları” olarak adlandırılır. Bu da savaş esnasında yapılan ihlalleri kapsar.

Son grupta “insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçları” vardır. Bu da sivil halka karşı yapılan ihlalleri kapsar.

Türk devletinin saldırıları, her ne kadar günümüzde BM gibi uluslararası kurumlar tarafından incelenmese ve hakkında soruşturma açılmasa da sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Kuvvet kullanma yasağını, meşru müdafaa hakkını kullandığı iddiasıyla ihlal eden Türk devletine, Avrupa Parlamentosu’nun uluslararası hukuka uyma çağrısı yapması da zaten ihlalin saklanamadığının işaretidir.