‘Türkiye’nin Rojava’ya saldırıları topyekûn bir yıkım pratiğidir’

Prof. Dr. Abdurrahman Gülbeyaz, Türkiye’nin Suriye’deki saldırılarının sivilleri hedef alan sistematik bir imha politikasına dönüştüğünü belirterek, Tişrîn Barajı çevresindeki katliamların topyekûn bir yıkım pratiğinin parçası olduğuna dikkat çekti.

ROJAVA'YA SALDIRILAR

Nagasaki Üniversitesi Küresel İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nden Prof. Dr. Abdurrahman Gülbeyaz, Kürtlerin Suriye’deki pozisyonu ve demokratik özerklik gibi önemli kazanımlarının Türkiye’nin sürekli saldırılarıyla yok edilmeye çalışıldığını, Türkiye’nin saldırılarıyla bölgedeki istikrarın bozulmasının hedef alındığını söyledi. Gülbeyaz, Suriye’deki çözümün Kürt halkı tarafından uygulanan demokratik konfederasyon modeli olduğunu ifade etti. Gülbeyaz, ANF’ye yaptığı değerlendirmelerde, Türkiye’nin işgalci saldırılarının hem bölgesel barışı hem de Suriye içindeki çözüm yollarını engelleyerek istikrarsızlığı derinleştirdiğine dikkat çekti.

Prof. Abdurrahman Gülbeyaz, Suriye’deki güncel durumun ve Kürtlerin siyasi-toplumsal konumunun, bölgedeki tarihsel süreçler ve küresel güçlerin stratejileri bağlamında ele alınması gereken karmaşık bir tablo sunduğunu belirtti. Kürtlerin elde ettiği siyasi ve toplumsal kazanımların hem bölgesel dengeler hem de uluslararası aktörlerin müdahil olmasıyla şekillenmeye devam ettiğini söyledi.

Prof. Gülbeyaz, konuya ilişkin değerlendirmesinde şunları aktardı: “Bu konuyu iki düzlemde ele almak gerekiyor. Birincisi, yerküredeki hayatın var- ve yok-oluşu, insanların birbirleriyle, yerküreyle ve yerkürenin diğer sakinleriyle olan ilişkilerinin yapısı vs. gibi olgu ve süreçleri ihtiva eden soyut ve şümullü düzlem, ikincisi ise, özel tarihsel, toplumsal, coğrafi vs. anlamda yerelle ilintili düzlem. Birinci düzlem bağlamındaki kapsamlı bir müzakereyi bu röportaj çerçevesinde yapmam fiziksel olarak imkânsız, bu nedenle temel argümantasyonu atlayıp doğrudan sonuca gelmek yoluna gideceğim. Başka vesilelerle de dile getirdiğim gibi, ben, uygar insanın bilinen tüm hâkim toplumsal üretim ve örgütlenme tarzlarının tek ve aynı tarzın varyasyonları olduğu kanaatindeyim. Bu egemen toplumsallık düsturunun ve örgütlenme ile yönetim biçiminin 'ölüm itkili falokrasi' ya da 'ölüm itkili zekererki' şeklinde adlandırılmasının doğru olacağına inanıyorum.  

Kendisini insanın öldürülebilirliği keyfiyeti zemininde inşa edip sürdüren bu düzenin temel enerji kaynağı, fiilî ya da potansiyel ölümdür. Kürtlerin Suriye ve Suriye dışındaki öz örgütlenmeleri, bu hâkim toplumsal üretim ve örgütlenme düsturuna alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. Hâkim uygarlık geleneğinin ve bu geleneğin güncel aşamasını teşkil eden kapitalist modernitenin yerküreye ve yerküre sakinlerine dayattığı 'ölüm itkili zekererki'ne teslim olmayı radikal bir şekilde reddeden, kendilerini sosyal ve ekonomik yaşamın ve doğal çevreyle ilişkilerin yeryüzündeki hayatın öncelenmesi, teşviki, korunması ve geliştirilmesi ilkesi temelinde düzenlemeye vakfeden insanların bu öz-örgütlenme projeleri, insanın hem müsebbibi hem de mağduru olduğu ezelî uygarlık krizine çözüm modeli teşkil etmektedir.

SURİYE’DE KÜRTLERİN KONUMU VE MEVCUT SİYASİ DİNAMİKLER

Bu üst düzlemden hem tarihsel açıdan hem de güncel sosyal, siyasî ve coğrafî anlamda lokal olan ikinci düzleme geçtiğimizde, Suriye’deki mevcut durumun tahlilinde göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuz temel faktör ve parametrelerin, Suriye ve eşzamanlı olarak dizayn ve inşa edilen diğer Orta ve Yakın Doğu devletlerinin ortaya çıkışındaki temel faktör ve parametrelerle nitel anlamda farklılık göstermediğini görürüz. Bu faktör ve parametrelerin tarihsel bağlamları içerisinde ayrıntılı döküm ve tartışmasını burada yapamayacağımız aşikâr. Sadece, konuyla şu ya da bu derecede ilgili herkesin bildiği ana başlıkları sıralamakla yetinelim: Sömürgeler, pazarlar ve doğal kaynaklar üzerindeki kontrole yönelik birinci global emperyalist paylaşım savaşı, Sykes-Picot Anltaşması, Milletler Cemiyeti'nin manda sistemi, ekonomik ve stratejik çıkarlar, petrol- gaz, stratejik ticaret yollarının kontrolü, Basra Körfezi'ne hâkimiyet.

Suriye, Irak, Ürdün ve diğer Yakın ve Orta Doğu devletlerinin hemen tümü, o dönemde İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği kapitalist Batı’nın yerküreyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme operasyonu çerçevesinde aldığı siyasi kararların sonuçlarıdır. Bütün bu devletlerin sınırları, yerel koşullar ve bölge insanlarının hayatları dikkate alınmadan, İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda Avrupa’daki müzakere masalarında çizildi. Suriye’nin ve diğer bölge devletlerinin tarih sahnesinde belirmelerinden bu yana sergiledikleri kanlı istikrarsızlık ve şu an içinde bulundukları durum bu kuruluş garabetiyle ilintilidir.

Yani, Suriye’deki durumun temel parametre ve dinamikleri yüzyıldan fazladır değişmedi. Şam’daki aktüel iktidar değişikliğinde de yüzyıl önceki gibi, yerkürenin iplerini elinde tutan Batı’nın kendi çıkarları doğrultusunda aldığı siyasi kararlar belirleyici olmuştur ve olmaktadır. Yüzyılı aşkındır direnen Kürtler açısından ne değişti diye sorarsak, temel konstellasyonun bir devamlılık arz ettiğini, Kürtlerin hâlâ çok cepheli bir direniş mücadelesi sürdürdüklerini görüyoruz. Bu bağlamda en önemli değişiklik, Kürtlerin direnme ve öz-örgütlenme mücadelesinin yeni yüzyılın başından bu yana somut, belirgin ve kalıcı meyveler vermeye başlamış olmasıdır.”

TARİHSEL VE KÜRESEL GÜÇLERİN BÖLGEDEKİ ROLÜ

Gülbeyaz, Kürtlerin Suriye’de şu anki siyasal ve toplumsal pozisyonlarını ise şöyle değerlendirdi: “Kürtlerin Suriye'deki siyasi ve toplumsal pozisyonu, bir yandan çoğulculuk, eşitlik, kadın-merkezcilik zemininde geliştirilen ve halk meclis ve koalisyonlarında somut ifadesini bulan demokratik özerklik gibi abidevî kazanımlardan, öte yandan da özellikle Türkiye’nin aralıksız ve ağır saldırı ve tehditlerinden mürekkep hassas bir denge durumu arz ediyor. Kürtlerin cansiperane mücadele ve tavizsiz direnişle elde ettikleri statülerini koruma ve tahkim etmeleri, önemli ölçüde malum Batılı aktörlerin politikalarına, bölgesel dinamiklere ve kendi siyasi birliklerini koruma kapasitelerine bağlı. Bu konunun asgarî bir katiyetle cevaplanmasını zorlaştıran güncel faktörlerin başında, Suriye’deki yeni rejimin karakteri gelmektedir. HTŞ’nin El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerle organik bağı ve özdeşliği sadece yakın geçmişten çıkarsanması gereken bir keyfiyet değil. Aksine, bu, kendilerine iktidarın bahşedilmesinden bu yana yaptıkları ve ettiklerinden bariz bir şekilde okunan bir gerçek. Bu zihniyet, her şeyden evvel Kürt düşmanlığıyla maruftur. Şu anda hükümetin silahlı güçleri hâline gelen şahısların önemli bir kısmının dünyanın bambaşka yerlerinden kalkıp onca yolu tepip Türkiye üzerinden buralara gelmelerinin biricik nedeni, Kürt öldürme arzusuydu. Bu arzunun şiddetinden bir şeyler kaybetmiş olduğunu, farz etmenin safdillik olduğunu en iyi Kuzey ve Doğu Suriye öz-yönetimi bilir elbet.

Türk devletinin Kürtlere yönelik saldırılarını, bölgedeki sosyal ve siyasi istikrasızlığın en temel nedeni olarak değerlendiren Prof. Gülbeyaz, “Bu saldırılar, Kürtlerin inşa ettiği özerk yönetim bölgeleri modelini fiziksel olarak tahrip edip, bölgelerarası bağlantıları baltalamakla kalmayıp, Suriye’deki diğer siyasal karar odaklarıyla Kürtlerin müzakere alanlarını da daraltmakta ve böylelikle Suriye içindeki siyasi çözüm ihtimallerine çıkan yolları ve köprüleri imha etmektedir.  Malum olduğu üzere ‘devlet’ denen şeyin iyisi olmaz. Tam aksine, devlet kötüdür. Ben iyi ve kötü sıfatlarını çok basit ve sarih bir anlamda kullanıyorum.

Yerküredeki en şümullü (kapsamlı-yaygın) anlamıyla hayatın korunması, teşviki ve iyileştirilmesine hizmet eden her türlü olgu, süreç ve edim iyidir. Buna karşılık, yerküredeki hayatın imhasına hizmet eden her türlü olgu, süreç ve edim de kötüdür. Devlet denen cihaz, uygulamada, fiilî ya da potansiyel ölüm sultası altında, toplumun genelinin veya belli alt kümelerinin tahakkümü, kontrolü ve yönlendirilmesinden başkaca bir şey değildir. Dolayısıyla, devletle rarasında bir tür derecelendirme yapmak gerekirse, ölçüt, kötülüğün şiddeti olmak zorundadır. Böyle bir derecelendirmede Türkiye devletinin ehven-i şer devletler arasına girmeyeceği aşikârdır.

BATILI DEVLETLERİN KÜRTLERE YÖNELİK POLİTİKALARI

Prof. Gülbeyaz, batılı devletlerin Kürt politikasının tamamen kendi çıkar hesaplarına dayandığını belirterek, bu desteğin stratejik dengelere bağlı olduğunu vurguladı. Kapitalist modernitenin hâkimleri olarak batı devletlerinin, dünya düzenini kendi normları çerçevesinde şekillendirdiğini ifade eden Gülbeyaz, “Yukarıdaki akıl yürütmeye bağlayarak ifade edersek, kapitalist modernitenin öncülleri ve hâldeki hâkimleri olan Batı devletleri de devlettir neticede. Sadece devlet olmakla kalmayıp, modern ulus devletinin mucitleridirler. 500 yıllık sömürgecilik 350 yıllık köle tacirliğinden elde ettikleri iktisadi ve askeri sermaye sayesinde dünyanın hâkimleri hâline gelmiş, kendi düşünme ve eyleme normlarını evrensel normlar olarak yerküreye empoze etmişlerdir. Kötülüğün derecesi açısından ehven-i şer kümesini oluştururlar. Kapitalist modernitenin vücuda getirdiği devletleri, oluşum mekanizmaları açısından ikiye ayırabiliriz.

Avrupa Birliği devletleri ve ABD’yi birinci el devletler olarak tanımlayıp, bu birinci el devletler tarafından derilip çatılan devletleri ikinci el devletler olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Türkiye ve hemen hemen diğer bütün Orta ve Yakın Doğu devletleri ve tüm Afrika devletleri ikinci el devletlerdir. Bunlar, birinci el devletler tarafından dizayn edilip, birinci el devletlerin tezgâhlarında çatılmış yapılardır. Bu devletlerin, kendilerinin neden devlet olduklarına dair en ufak bir fikri de yoktur ayrıca. Yani kısacası, ABD ve AB’nin Kürtlere yönelik politikaları, her zamanki gibi tamamen kendi çıkar hesaplarına istinaden üretilmektedir. Kürtlere kısmi desteğin, ayrıntılarına giremeyeceğim nedenlerle, bu çıkar hesaplarıyla en azından şimdilik ihtilâf göstermediğini varsaymak gerekiyor sanırım” diye konuştu.

SURİYEDE’Kİ SİYASAL DENGELER VE KÜRTLERİN ÇÖZÜM ÖNERİSİ

Suriye’de Kürtler açısından ve genel çözümün ancak demokratik konfederasyon ile mümkün olduğunu dile getiren Prof. Gülbeyaz, devamında şöyle konuştu: “En makul ve en kansız çözüm, elbette demokratik konfederasyon çözümüdür. Ben bu doğrultuda kalıcı adımlar atılacağın inanıyor, en azından inanmak istiyorum.

Kürtlerin kendi bölgelerinde, kendi hayatlarını kendi geliştirdikleri ve hâlihazırda uygulamaya geçirdikleri ilke ve sosyal-siyasi mekanizmalar zemininde organize etmeleri, sadece bölge barışının sağlanmasına değil, az önce ifade ettiğim gibi uygarlık krizinin çözümü doğrultusunda da kalıcı bir adım olacaktır. Türkiye’nin Suriye’deki işgal operasyonları, cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden uygulanan bir programın ifadesidir. Bölge coğrafyasının demografik yapısının değiştirilmesi programının düşünsel kökleri ve ilk uygulama tecrübeleri, cumhuriyetin kuruluşundan daha evveline gider. Bu demografi mühendisliği, genellikle fiziksel imha, katliam ve cinayet, mülksüzleştirme, organize ve sistematik gasp, aralıksız taciz, zorunlu göç, demografik seyreltme ve farklı sosyal grupları da içeren mülteci politikalarında tecessüm ediyor. Bu durum, elbette bölgedeki sosyal siyasi atmosferi zehirliyor ki, niyet de bu zaten. Dahası, sadece bölgeyi değil, yerkürenin tamamını ve özellikle de Türkiye’nin müttefiki olan AB ülkelerini de zehirliyor. Ortada basit, matematik bir gerçeklik var: Ortadoğu’dan Avrupa’ya mülteci akınının tarihsel sebebi, Batı’nın kendi geçmişi, aktüel sebebi ise, her şeyden evvel Türkiye’nin bölgede yaptıkları ve ettikleridir.”

TİŞRİN BARAJI DİRENİŞİ VE SİVİL KATLİAMLAR

Özelikle Tişrin Barajı etrafında devam eden işgal saldırıları ve sivil katliamlarını da değerlendiren Prof. Abdurrahman Gülbeyaz, “Türkiye’nin genel olarak Kürtlere, özel olarak da Kuzey ve Doğu Suriye Kürtlerine yönelik kontrol dışı şiddetli imha arzusunun çok da rasyonel bir izahı yok. Sadece Kürt olduğu varsayılan insanların değil, bu insanlarla uzak da olsa ilintili olma ihtimâli olan binek hayvanların, çiftlik hayvanlarının, meyve ağaçlarının, kanatlı kümes hayvanlarının, dağların, bostanların, yabanıl hayvanların, ormanların, yapıların, kurdun-kuşun, mezar taşlarının, ırmakların, çoluğun-çocuğun da katlinden geri durmayan bir imha arzusu bu.

Bu durum, belki Herman Melville’in o ünlü romanındaki Kaptan Ahab’ın beyaz balina Moby Dick’e karşı beslediği saplantılı nefret ile karşılaştırılabilir. Kaptan Ahab’ın Moby Dick’i öldürme saplantısı, neticede gemisinin – kendisi ve tüm mürettebatıyla birlikte – okyanusun dibini boylaması felaketiyle sonuçlanır. Moby Dick, haksızlığa ve tasalluta sonuna kadar direndi; Kürtler de saldırının geldiği her cephede olduğu gibi, Tişrin Barajı’nda da direnmeye devam ediyorlar ve edecekler.”