Tahta tokaya kazınmış telefon numarası-II

DAİŞ’in eline ilk geçtiğimde, yanımda olan tahta tokamın üstüne eşimin numarasını kazımıştım ve o tokamı saçlarımdan hiç çıkartmadım. DAİŞ’liye numarayı uzattım, ‘Bu numara üzerinden aileme ulaşabilirsin’ dedim.”

Feyziye, anlatmayı sürdürüyor: “DAİŞ’liler her gün gelip bizimle konuşuyorlar, ‘Gelin Müslüman olun’ diyorlardı. Biz onların sorularına cevap vermedik; bizimle konuşmak istediklerinde hiç konuşmadık. Bir gün geldiler ve biz kalan kadınları toplu olarak Telafer’deki Kesen Meheb’e götürdüler. Orada üç dört ay bırakıldık. Bize Müslümanlığı öğretiyorlardı. Gece gündüz bize Müslümanlığı dayatıyorlardı. Bizse hiç konuşmuyorduk, yaptıkları tüm zorbalıklara rağmen çıtımızı çıkarmıyorduk. İnancımızı korumanın tek yolu, DAİŞ’lilerin karşısında sessiz kalmaktı.

Telafer’den sonra bizi Musul’a götürdüler. Musul’da bir ay tutulduktan sonra tekrar Telafer’e götürdüler. Sürekli yerimizi değiştiriyorlardı. Hiçbir yerde sabit bırakmıyorlardı. Sürekli yer değiştiriyorduk. Telafer’de bizi, bir grup kadını, bir koyun sürüsünün önüne bıraktılar ve bize, ‘Bu koyunlara bakacaksınız; süt, yoğurt ve peynir yapacaksınız; biz ne istersek yapacaksınız’ dediler.”

İKİMİZ DE BİR CEHENNEMİN TAM ORTA YERİNDEYDİK

Feyziye bize hikayesini anlatırken kısık bir sesle konuşuyordu. Bir an önce bitmesini ister gibi, hızlı hızlı, hiç ara vermeden. Kısa, kumral saçlarını arkadan bağlamış, yüzüne küçük bir bukle bırakmıştı. Avuçları ile titreyen parmaklarını tutmaya çalışıyordu. Yüzü donmuş gibiydi, beden dili konuşuyordu. En çok elleri konuşuyordu; anlatımlarını hep elleriyle, parmaklarıyla canlandırıyordu. Gözlerinde acıdan çok yapılanlara duyduğu kin ve öfke vardı. Bize bakarken ise güvenle bakıyordu.

“Ben DAİŞ’in elinden kurtulduktan sonra ilk defa konuşuyorum, ilk defa yaşadıklarımı böyle yüksek sesle anlatıyorum” diyor Feyziye. Oysa hikayesini anlatırken sadece benim duyabileceğim kadar yüksek sesle konuşuyor. Sesinin uzaklara gitmesini istemiyor. İkimiz de oturduğumuz odanın sıcağına aldırmadan Feyziye’nin yaşadıklarının tam orta yerindeyiz. O yaşadıklarını tekrar yaşarken ben kendimi onun ve DAİŞ’in elinde olan binlerce Êzîdî kadınının yerine koyarak dinliyorum. Bir kadın, ruhuna, bedenine hükmedilen bir cehennemi ne kadar yaşayabilir ki? O anlatırken ikimiz de bir cehennemin tam orta yerindeyiz. Oysa yüreklerimize acıdan kor  gibi düşen o ateş, bu dünyanın hiçbir cehennemine benzemiyor. 

ŞENGAL ÜZERİ REQA'YA GÖTÜRÜLDÜK

Telafer’de bir süre bırakılan Feyziye ve diğer Êzîdî kadınlar, Telafer’den gruplar halinde götürülüyor. Feyziye, anlatmaya kaldığı yerden devam ediyor:

“Önce erkekleri götürdüler; ardından 8 yaşından büyük çocukları ve en son 8-10 yaş arası kız çocuklarını götürdüler. Nereye götürdüklerini bilmiyorduk ama gruplar halinde hepsini oradan çıkardılar. Biz kalanları da Heyli Xatira’da bir okula götürdüler. 3-4 gün orada bırakıldık. Sabah saat 8’de otobüslere bindirdiler. Şengal’den geçtik ve ertesi günün sabahı saat 7’de Reqa’ya ulaştık. Şengal’den geçerken hepimizin yüreği titredi. Şengal’de DAİŞ’liler vardı. Her yerdeydiler. Harabe olmuş bir Şengal vardı, görünce hepimizin yaşadığı acı aynıydı. Birbirimizle konuşmamız yasak olduğu için sözcükler yerine gözlerimizle birbirimizin yüreğine değip birbirimizi teselli ediyorduk.

Geçtiğimiz yol güzergahlarını isim olarak bilmiyorum ama bugün aynı yerde otobüse binsem Reqa’ya kadar tarif edebilirim. Bizi geçirdikleri yolları hiç unutmadım. Bizi Reqa’da bir evin bodrum katına hapsettiler. 20 gün orada tutulduk. Her şey yasaktı. Hepimiz yüreğimizde, duygularımızda yaşadıklarımızın yanında bedensel olarak da fazlasıyla zor koşullar içerisindeydik. Aç ve yorgunduk. Sonra gelip isimlerimizi yazdılar. Çocuklarım hala bendeydi. DAİŞ’liler, küçük çocukların bir yaşa gelene kadar annelerinin yanında kalmasına izin veriyordu. Bazı kadınların çocuklarının alındığına şahit oldum ama benim çocuklarımı almadılar. Çocuklarım benim için tek teselli yeriydi. İçim çok acıdığında yüzümü çocuklarıma gömer, orada doyasıya ağlardım.

TAVUSE MELEK'TEN AF DİLİYORDUK

Bir süre Reqa’da bekletildikten sonra beni, çocuklarımı ve başka çocuklu kadınları Tedmur’a, oradaki bir zabıtın evine götürdüler. Bizimle birlikte otuza yakın başka aile de oraya   getirildi. O evde bize din dersi veriliyordu, zorla oruç tutturuluyordu. Hepimiz Êzîdî’ydik, onların dediklerini dinliyorduk, oruç tutuyor gibi yapıyorduk ama tuvalete gittiğimizde su içiyorduk ve Tavuse Melek’ten af diliyorduk.  Günde beş kez namaz kıldırtıyorlardı. Başımızı secdeye götürdüğümüzde Allahımıza dua ediyorduk. ‘Ya Tavuse Melek, bizi affet, mecbur kaldığımız için yapıyoruz’ diyorduk. Aslında hiçbirini içten yapmadık, içimizin kirlenmesine izin vermedik.  Bizi yedi gün o evde tuttular, sonra bir gün gelip akşam yemeğinden sonra ‘Hazır olun, sizi götüreceğiz’ dediler.

BENİ YUSUFUL IRAQİ'YE 'SATTILAR’

Akşam geldiler, bizi çok sayıda DAİŞ’linin olduğu bir eve götürdüler. Her birimizi tek tek onların önüne çıkarıyorlardı. Bir nevi bizi onlara sunuyorlardı. Her DAİŞ’li kendisine bir, iki, hatta daha çok kadın alıyordu. Parayla satıyorlardı. Suudi Arabistanlı bir DAİŞ’li, beni ve iki kadını satın aldı. Toplamda biz üç kadını aldı. Bizi çok ucuz bir fiyata satın aldılar. Suudi Arabistanlı adam, bir kadını kendisi için aldı; ben ve diğer kadını da daha yüksek fiyata başkalarına sattı. Beni Yusuful Iraqi adında aslen Iraklı olan birine sattı. Beni satın alan Iraklı adam, bana defalarca işkence ederek tecavüz etti. Onun elinden kurtulmak için her şeyi yaptım ama bir tek ölümü düşünemedim, çünkü çocuklarım bendeydi ve ben onlar için yaşamalıydım. Iraklının elinde çığlık çığlığa kaldığımda çocuklarım, çığlıklarımı duyarak, öyle sessizce, evin bir başka köşesine sığınıp kalırlardı.

DAİŞ’li adam, küçük çocuğumu benden almak istedi. ‘Çocuğunu bana ver, ben onu senin ailene satayım’ dedi. Ben kabul etmedim, karşı çıktım, o da daha fazla ısrar etmedi. Yusuful Iraqi’nin elinde iki ay kaldım. Yusuful Iraqi, sonra DAİŞ’li bir kadınla evlendi ve beni de başka bir DAİŞ’liye sattı. 

SAÇ TOKAMA EŞİMİN NUMARASINI KAZIDIM

Bu kez Suudi Arabistanlı bir DAİŞ’liye satıldım. Suudi adam, bana zarar vermedi. Onun yanında beş gün kaldım. O da beni başkasına, Reqalı bir DAİŞ’liye sattı. Reqa kökenli DAİŞ’li, bana çok kötü davrandı, her gün işkence ve tecavüz ediyordu. Onun yanında kaldığım 23 gün boyunca bana yapmadığını bırakmadı. Onun yanında çocuklarımı çok zor koruyordum. Çocuklarıma, ‘Adam eve geldiğinde ortalıkta görünmeyin’ diye tembihliyordum. Küçük olanı da uyutuyordum.

O da 23 günün sonunda beni bir başkasına sattı. Onun yanında az kaldım. O bana çok kötü davranmadı ama çok iyi de değildi. Ben ona, ‘Beni ve çocuklarımı aileme sat, paran olur’ dedim. O da, ‘Nasıl olacak, ailene nasıl ulaşacağız’ dedi. Ben DAİŞ’in eline ilk geçtiğimde, yanımda olan tahta tokamın üstüne eşimin numarasını kazımıştım ve o tokamı saçlarımdan hiç çıkartmadım. DAİŞ’liye numarayı uzattım, ‘Bu numara üzerinden aileme ulaşabilirsin’ dedim. Ailemi aradı ama ailem ona haklı olarak inanmadı. ‘Ben DAİŞ’li biriyim, kızınız elimde’ dedi. Doğal olarak hiçbir aile böyle bir şeye inanmaz. DAİŞ’liler birçok aileyi kandırıp bir yere getiriyor, sonra da oradan kaçırıyorlardı. Ailem de buna benzer birçok olay duymuştu.

Sonra Ebu Şecaha adında bir başka Suudi Arabistanlı DAİŞ’liye satıldım. O bana çok kötü davranmadı. Çocuklarıma da kötü davranmadı. Ona da beni aileme satma teklifinde bulundum, o da kabul etti ve Ebu Şecaha beni ‘muharıb’a verdi. Bu kişiye ‘muharıb’ yani ‘arabulucu’ diyorlardı ve muharıb, Êzîdî  çocuk ve kadınları ailelerine fidye karşılığında satan kişiydi. Muharıb, beni ve çocuklarımı bir eve götürüp orada sakladı fakat ben her şeye rağmen onlara inanmıyordum. Çünkü DAİŞ’liler hiçbir zaman doğruyu konuşmazdı. Onların etrafına söyledikleri hiçbir şey doğru değildi.

REQA’DAN ŞENGAL'E

Muharıb ailemi aradı. Ailem önce muharıba inanmadı. Bunun üzerine muharıb benim ve çocuklarımın fotoğraf ve videolarını çekip aileme gönderdi. O zaman ailem inandı. Muharıb bana eşinin kimliğini verdi, üzerime çarşaf giydirdi. Orada ilk defa çarşaf giydim. DAİŞ’liler Êzîdî kadınlara siyah çarşaf giydirmiyorlardı. Bizi herkesin içerisinde görünür kılıyorlardı ki hiçbir biçimde kaçmayalım. Üzerimde siyah çarşaf ile, muharıbın eşinin kimliğiyle Raqqa’dan Amude’ye ve oradan bir Arap köyüne gittik. Yol boyunca hiçbir sorun çıkmadı. Orada aileme haber gönderdi, ‘Sınıra gelin, kızınızı ve çocuklarını alın’ dedi. Aynı gün beni Şengal’in sınırına getirdiler ve fidye karşılığında bizi aileme verdiler.”

DAİŞ’İ ÊZÎDİ KADINLAR YARGILAMALI 

Feyziye ile uzun sohbetimizin sonlarına doğru geliyoruz. O, hikayesini bize tamamıyla anlatıyor ve anlatırken gözleri sürekli dalıyor. Acı yüklü bir geçmişin bütün izlerini, anlatırken görebiliyoruz.

Feyziye ağlamadı yanımızda. Bunu, onun direncine yorduk. Anlatıp bitirdikten sonra bir yükten kurtulmuş gibiydi; yüzüne bir sakinlik çöktü. Gözleri uzaklardan yakınımıza geldi. Hem bu dünyanın hem de onlara ait olmayan bir dünyanın ikilemleri, biriktirdikleri, yüzünden okunuyordu. Göklere tutunmuş çığlıkları, yakarışları, şimdi bir öfkenin kıyısında: Onlara bunları yaşatanların cezasını bulmasını bekliyor Feyziye. İçinde kor bir ateş gibi sönmeyen öfkesi; işkencecilerin, tecavüzcülerin ettiklerinin yanlarına kalmamasına kilitlenmiş. Kendi köyünde, çocuklarıyla, eşiyle ve ailesiyle bir yaşam savaşı veren, en küçük bir canlıyı bile incitmeyen, kimseye en ufak bir zararı dokunmayan bu insanların ne suçu vardı ki bunca şeyi yaşamak zorunda kaldılar? O da, biz de bu sorunun etrafında dönüp duruyoruz. 

Ona, “Bu kadar çok şey yaşadıktan sonra bu dünyadan ne bekliyorsun?” diye soruyorum. Feyziye, ısrarla tekrar ediyor: “Benim tek istediğim, benim ve tüm Êzîdî kadınların satıldığı DAİŞ’lilerin biz Êzîdî kadınlara verilmesi. Onların Êzîdî kadınlar tarafından yargılanmasını istiyorum. DAİŞ’lilerin bana ve tüm Êzîdî kadınlara yaptıklarını asla unutamam. Günlerce elim kolum bağlı tecavüze uğradım ve bütün Êzîdî kadınlara bunu yaptılar. İnsanlık da yaşadıklarımız karşısında sınıfta kaldı.

Şengal’in artık huzur ve sakinlik içinde olmasını istiyoruz. Irak’ın genelinde istikrar yok, bu bizi korkutuyor ve yeni fermanların önünü açık tutuyor.”

ÇOÇUKLARIMA GİZLİCE ESDALIK ANLATTIM 

Feyziye, DAİŞ’in elinde kaldığı sürede, 1 yıl Telafer, 6 ay da Reqa ve çevresinde tutuluyor ve toplam 6 DAİŞ’li erkeğe satılıyor. Satıldığı DAİŞ’liler, ona akla gelen her zulmü yapıyorlar. Kaldığı her evde, ev kölesi ve cinsel köle yapılıyor. Feyziye, DAİŞ’in elinde 1 yıl 6 ay kaldıktan sonra fidye karşılığında ailesine satılıyor. Bu sürece ilişkin en büyük sevincinin ise çocukları ile ayrılmadan yaşamak olduğunu söylüyor:

“Çocuklarımı benden almadılar. Onların benim yanımda bırakılması, benim için büyük bir şanstı. Ben sürekli onlara babalarından bahsediyordum. Arapça öğrenmelerine izin vermedim. Eğer Arapça öğrenmiş olsalardı, sokakta DAİŞ’li çocukların yanlarına gider, bir süre sonra onların Müslümanlığa dair konuşmalarını, yaptıklarını benimserlerdi. Ben sürekli çocuklarıma gizliden Ezdalık’tan bahsediyordum. Çocuklarım çok küçüktü. Büyük olan 3, diğeri 2 yaşındaydı; en küçüğü de ben DAİŞ’lilerin eline geçtiğimde kucağımdaydı, daha 2 aylıktı.  Ben DAİŞ’lilerin elindeyken hep, ‘Keşke ben ve çocuklarım Şengal’de ölseydik ama DAİŞ’lilerin eline geçmeseydik’ diyordum.”

‘BU SENİN DEĞİL DÜNYANIN GÜNAHI’

“Birlikte DAİŞ’in eline geçtiğimiz diğer akrabalarımı hiç görmedim. DAİŞ, esir aldığı herkesin ismini değiştiriyordu. Kimseyle konuşmamıza izin vermiyorlardı ve benim soracağım kimse olmadığı gibi hangi isimlerle arayacağımı da bilmiyordum. Ben Şengal’e geldiğimde, Şengal’in bir bölümü özgürleştirilmişti fakat bir bölümü hala DAİŞ’lilerin elindeydi. Ailemin yanına, Başur Kürdistan’daki kamplara gittim. Aileme kavuştuğum için çok mutlu olmuştum. Eşime ulaştığımda onun beni içten karşılaması beni çok etkiledi. DAİŞ’in bana yaptıklarını benim günahım değil, bu dünyanın günahı olarak gördü. Geldiğimden beri eşime ve başka kimseye DAİŞ’in elinde yaşadıklarımı hiç anlatamadım. İlk defa anlatıyorum.”