“Amerika’ya dönersek, ırkçılık bu ülke kültürüne musallat olmuş ve onu yozlaştırmıştır. Dahası, bu diyalektik kangren, kurbanı oldukları ırkçılığa karşı savaşan milyonlarca Zenci ve Yahudi’nin farkındalık düzeyi ve savaşma kararlılığı arttıkça daha da ağırlaşmaktadır.”
Frantz Fanon’un 1956’da Paris’te birincisi düzenlenen “Zenci Yazarlar ve Sanatçılar Kongresi”nde yaptığı bu konuşma (Azzedine Haddor, Fanon Kitabı, Dipnot yayınları) ABD’li siyahlar için hâlâ geçerliliğini koruyor. Zira buna Trump’ın Meksika sınırına duvar örme girişimi de eklenince ABD’nin beyaz olmayanlara karşı aldığı tavır açıkça görülebiliyor. Birçok siyahın polis tarafından sistematik bir şekilde katledildiğini de bu tabloya eklediğimizde, ABD’nin tüm kodlarına işlemiş ırkçılık, bugün dünyada yükselen bu siyasal – sosyal dalganın da en büyük örneklerinden.
BEYAZ ADAMIN KURBANLARI
ABD’li yazar James Baldwin’in aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan “Sokağın Dili Olsa” filminin yönetmenliğini daha önce Ay Işığı (Moonlight) filmi ile bildiğimiz Barry Jenkins yapıyor. Ay Işığı ile Miami’nin yoksul mahallesinde yaşayan Chiron adında bir çocuğun büyüme hikâyesini, 3 farklı dönemde anlatan Jenkins; bu defa ırkçılık karşıtı söylemleriyle tanınan yazar James Baldwin’in 1970’ler New York’unda geçen bir hikâyesi ile İstanbul Film Festivali programında yer aldı. Harlem’deki Beale Sokağı’nda yaşayan ve çocukluktan bu yana arkadaş olan Thish ve Fonny evlilik hazırlıkları yapmaktadır. Fakat Fonny bir tecavüz suçlamasıyla hapse girer. Film, Thish’in ve ailesinin Fonny için verdiği mücadeleyi konu alıyor. İkisi de çok parlak hayatlara sahip olmayan bu iki kişi için süreç yıpratıcı olduğu kadar mücadele ile geçiyor. Fakat mahkemenin ilerleyişini izlediğimiz bir süreç yok. Daha çok bu iki gencin hapis görüşlerinde olayın ne olduğu ve de Fonny’nin üzerine nasıl kaldığını görüyoruz. Aslında ABD’nin güncel durumunu da düşünürsek hiçbir maddi delil olmadan Fonny’nin üzerine kalan bu suç pek de tesadüf değil. Hem yaşadığı yer ki Baldwin’in kitapta dediği gibi “Amerika’da doğan her siyah, Beale Sokağı’nda doğmuştur” hem de derisinin rengi tüm mahkeme ve adalet sürecini tıkamaya yetiyor. Hikâyenin ilginç tarafı tecavüze uğrayan kadının da bugün Trump’ın duvar örmek istediği sınırın diğer tarafındaki topraklardan gelmesi. Belki de Baldwin bu ayrıntıyla beyaz adamın kurbanlarına dikkat çekiyor alabilir kim bilir...
SAF BİR EKMEK KAVGASI
Bir farklı ırkçılık hikâyesi de festivalin hem ulusal hem de uluslararası yarışmasında yer alan Saf’ta işleniyor. Bu defa Türkiye topraklarındayız. Son dönem Türkiye’deki faşizmin yeni odağı Suriyeliler üzerinden, iki tarafa da mesafeli durarak farklı bir yere işaret eden bir film bu. Ali Vatansever’in yönetmenliğini yaptığı Saf, kentsel dönüşümün odağındaki Fikirtepe’de bir gecekondu mahallesinde yaşayan Kamil ve Remziye’nin hikâyesini anlatıyor. Kamil, uzun süredir iş arıyor ve mahallede kentsel dönüşümü başlatan büyük bir inşaat firmasında kepçe operatörü olarak işe giriyor. Filmin ilk yarısında tamamen Kamil’i izliyoruz. Kamil iş buluyor fakat hem işe girdiği firma, kentsel dönüşüm karşıtları tarafından mahallede sevilmiyor hem de daha önce orada çalışan ve sakatlanan Suriyeli bir işçinin yerine gizlice alınıyor. Şantiye Kamil’den kepçe kullanımı için belge istiyor. Ama Kamil’in bu işe girmesi mahalleli tarafından da boş bir şantiye alanında ailesiyle yaşayan Suriyeli Ammar tarafından da hoş karşılanmıyor. Kamil bir yandan bir daha işsiz kalmamak için belgeyi almaya çalışırken bir yandan da bu baskı ile bir çıkmaza sürükleniyor. Kamil’i filmin başında saf, naif bir adam olarak çizen Ali Vatansever, hem ekmek kavgası hem de etrafının baskısıyla karakterin çıkmaza doğru sürüklenen değişimini başarılı bir şekilde işliyor. Saf, sadece Suriyeliler üzerinden bir ırkçılığı konu almıyor. Sınıfsal bir yoksulluğa da dikkat çekiyor. Kamil de Ammar da ekmek kavgası verirken aynı gemide olduklarını fark edemiyor.