Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) tarafından yapılan ve yönetmenliğini Yusuf Kenan Beysülen'in üstlendiği "İnsanlığa Gönderilmiş Mektuplar”, 12 aktivistin gözüyle 12 Eylül 1980 ile başlayan ve 90’lardan günümüze uzanan bir insan hakları mücadelesini anlatıyor. Kayıp yakınları, dezavantajlı gruplar, yoksulluk ve ayrımcılık ile mücadele edenler ve bu yıllar içerisinde mücadeleye tanıklık edenler anlatıyor.
Yusuf Kenan Beysülen, Türkiye’de 80’den bu yana yükselen insan hakları mücadelesinin çok çeşitlendiğini aktarıyor. Dahası, bu alanların evrenselleşerek ortaklaştığını da…
Yönetmen Yusuf Kenan Beysülen, "İnsanlığa Gönderilmiş Mektuplar" belgeselini ANF’ye anlattı.
12 Eylül, 90'lar ve günümüzdeki insan hakları mücadelesini anlatıyorsunuz. Bu üç dönemi nasıl alıyorsunuz?
Türkiye'de elbette insan hakları ihlalleri 100 yıldan fazladır devam ediyor; fakat devletin sistematik olarak insan hakları ihlallerine başladığı dönem, 1980’dir. 12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte devletin sistematik bir baskısı mevcuttur. Hem gözaltı süreçlerinde, hem hapishanelerde hem de dışarıda.
Bu dönem idam cezasının gündeme geldiği ve tüm bunlara karşı 84-86 yılları civarında bir insan hakları mücadelesinin de başladığı yıllardır aynı zamanda. Cezaevinde idamla yargılanan insanların aileleri imzalar topluyor, buna karşı mücadele ediyor ve neticesinde İnsan Hakları Derneği çatısı altında örgütleniyor. Bu duyarlılık ve mücadele buradan başlıyor.
90’lar ise bambaşka bir dönem. Kirli savaşın en yoğun yaşandığı yıllar. Köy basmalar, toplu mezarlar, katliamlar ve köy boşaltmalar... Türkiye tarihi için çok karanlık bir dönem.
Yıllar içinde insan hakları mücadelesi de, hak ihlalleri de, buna karşı verilen mücadele de çeşitlendi. Görünür olmayanlar görünür oldu. Kadın mücadelesi buna çok büyük bir örnek. Aynı şekilde ekoloji alanındaki mücadele de çok büyük bir ivme kazandı. Dolayısıyla 2021'e geldiğimizde insan hakları mücadelesinin daha da artarak ve çeşitlenerek bambaşka bir boyuta ulaştığını görüyoruz.
Aslında sadece dönemsel olarak da anlatmadık bu yılları, 1980'den günümüze kadar var olan mücadeleyi 12 aktivist üzerinden görünür kılmaya çalıştık. Elbette bu sayı yeterli değil. Türkiye'de ihlaller çok fazla ve karşısında mücadele eden insan sayısı da arttı. Bunu tren kazası mücadelesine ya da Soma’ya kadar genişletebiliriz.
12 aktivist üzerinden bir şekilde çeşitli insan hakları ihlallerini ve mücadeleyi anlatıyorsunuz. Peki bu insanlar hep kendi başlarına gelenler hakkında mı bir mücadele yürütüyor? Sizin gözleminiz nedir?
12 aktivist bir şekilde kendi öykülerini anlattı ama hepsi illa bunları yaşayarak mücadeleye girmiş insanlar değil. Bir ihlalin ve haksızlığın karşısında bunun bir parçası olmamak için de bu mücadeleye girenler var. Örneğin Barış Akademisyenlerinden Nilgün Toker'in dediği gibi “sustuğunuz anda o suça ortak olursunuz.” Tabii diğer yandan bu insan hakları ihlallerine uğrayıp bir şekilde mücadeleyi bu noktada yürütenler de var. Bu insanlar sadece kendi alanlarında mücadele yürütmüyor. Başladıkları noktadan katlanarak giden ve bir şekilde evrenselleşen bir insan hakları mücadelesine de giriyorlar. Bir kayıp yakınını aynı zamanda ekoloji mücadelesi içerisinde de görebiliriz. İnsan haklarını bir bütün olarak düşünürsek, bir tanesini çekip alamazsınız oradan. İdamı kaldıralım, evet önemli bir adımdır ama insan hakları mücadelesini bitirmez. İşkenceyi sonlandıralım ama diğer hak ihlallerini ortadan kaldırır mı? Hayır. Tüm bunlar vb. farklı alanlardaki ihlallerin önüne geçer mi? Elbette hayır.
Belgeselde anlattığımız hikayelerin en güzel yanı da bu zaten. Tüm insan hakları mücadelelerinin evrensel bir boyut kazanması.
Siz de bahsediyorsunuz; hak ihlallerinin skalası son derece geniş. Peki bu 12 kişiyi ve alanı belirlerken nasıl bir kriteriniz vardı?
Bu belgesel aslında Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) projesi. Kapsamı biraz da onlar belirledi. Biliyoruz ki TİHV Türkiye insan hakları alanında kapsamlı çalışma ve mücadele yürüten kurumlardan bir tanesi. Bu proje biraz geç geldi, COVID-19 salgınının da yarattığı koşullardan dolayı ama öncesinde bir ön hazırlık yapılmıştı. Hangi alanlarda hak ihlallerini ele alabiliriz diye ve bu çerçevede belirlenmişti. Bu bana göre, sanırım salgının da getirdiği koşullar çerçevesinde oluşmuş.
Belgeselimizde 3 kayıp yakını var, KHK'lar ile atılmış akademisyenler, görme engelli bir arkadaşımız, trans kadın bir arkadaşımız, ayrıca bir vicdani retçi; Murat Çelikkan var ki insan hakları mücadelesinden gelen ve o tarihi anlatan.
Covid-19 salgını boyunca da birçok insan hakkı ihlali eklendi, sizin de dediğiniz bu çeşitliliğe. Bu 12 kişi ile konuşmaya devam ederken bir taraftan da yeniden artan ihlaller var gibi bir düşünceye kapıldınız mı?
Evet, Türkiye’de ihlaller her gün artıyor. Salgın da bunu çok net bir şekilde gösterdi. Örneğin Hacer Foggo, Derin Yoksulluk Ağı aktivisti. Aynı zamanda belgeselde de var. Onun hikayesini dinlediğimde çok etkilendim. Salgın sürecinin insanların hayatı üzerindeki etkisini çok can alıcı şekilde gördüm.
Hacer Foggo şöyle anlatıyordu: “Üç günde insanların yemek bulamadıklarını gördüm.” Çünkü bu ülkede günübirlik iş yapanlar, güvencesiz çalışanlar bir yana, tamamen güvencesiz olanlar da var. Diptekilerin de diptekileri var yani. Kim bunlar? Mesela Romanlar. Foggo da Romanlarla çalışıyor ve ben de salgın döneminde çekimlere gittiğimde onunla bu sürecin nasıl vahşice ilerlediğini görmüş oldum. Devletin sosyal olarak sunması gereken sağlık gitti, eğitim gitti, barınma gitti. Şimdi gıda bile yok. Hacer Hanım şöyle anlatıyordu: “Artık bebek mamalarına bile güvenlik cihazı takılıyor; buradan anlayın yoksullaşmanın ne kadar derin olduğunu.” İnsan niye mama çalar? Artık bebeğine verecek hiçbir şey yok ki mama çalar…
Romanlar, Kürtler, Suriyeliler ve birçok kesim bu ekonomik darboğazın yanı sıra bir de ayrımcılığa uğruyor. Bunlar bir şekilde toplam mücadele içerisinde birbirine bağlanıyor mu?
Bu belgeselin en önemli noktalarından bir tanesi, herkesin insan hakları mücadelesi verebileceğini göstermesiydi. İlla sokakta, alanlarda olunması gerektiğine değil, mücadelenin bir tarafından tutulması ve destek verilmesi noktasına işaret ediyor. Çünkü bakın, bu siyaset gibidir; çoğalarak kazanırsınız. İnsan hakları mücadelesi de böyle. Çözümün birlikte üretilmesine dair bir çaba sarf etmek.
Kendi hikayemi anlatayım: Ben bir Kürt ve Aleviyim, Ankara'da büyüdüm. Orada Kürt Alevi deniyordu bize. Oradan Kürtlerin arasına gittiğimde Zaza oluyordum. Zazaların arasına gittiğimde Sünni-Alevi ayrımı. Memlekete gidiyorsun, yok sen falanca ilçeden filanca mahalledensin. O mahalleye gidiyorsun falanca aşirettensin, şu ailedensin. En son aileye vardığımızda Kürt Hasan'ın büyük oğlu iyi de küçüğü yaramaza kadar varıyor. Yani ayrımcılık hayatımızın her yerinde var. Ama burada da şöyle kriterlerimiz var; kimlikleri, renkleri, yönelimleri ve inançları sebebiyle dışlanan insanlar her yerde. Bu yüzden topyekun bu ayrımcılığı ortadan kaldırmamız lazım.
Bakın, 30 yıl önceki Kürtler ile bugünkü Kürtler aynı mı? Değil. Politikleşen, aktifleşen bu yönde gelişen; kadınların içinde ve en önde olduğu, emeğe, göçmene sahip çıkan Kürtler var artık. Bu da şunu gösteriyor; insanların kendi alanlarında verdikleri mücadele, diğer alanlardaki hak mücadelelerine de saygı duymayı ve sahip çıkmayı beraberinde getiriyor.