Kürt tarihi reaksiyonel bir tarih
Dr. Sedat Ulugana kişisel hikayelerden arşivlere 2007’den 2019’a kadar kaleme aldığı Kürt tarihine ilişkin yazılarını “Kürdün Üç Hali: Direniş, Katliam, Sürgün” kitabında topladı.
Dr. Sedat Ulugana kişisel hikayelerden arşivlere 2007’den 2019’a kadar kaleme aldığı Kürt tarihine ilişkin yazılarını “Kürdün Üç Hali: Direniş, Katliam, Sürgün” kitabında topladı.
“Ağrı Kürt Direnişi ve Zilan Katliamı (1926-1931)”, “Tarih İçinde Konya’daki Kürtler”, “Mirektiya Bitlise” de dahil olmak üzere Kürt tarihine ilişkin birçok kitabı bulunan Tarihçi-Yazar Dr. Sedat Ulugana, son kitabı “Kürdün Üç Hali: Direniş, Katliam, Sürgün”, 2007 ile 2019 arası kaleme aldığı ve çeşitli mecralarda yayınlanmış yazılarından oluşuyor.
Ulugana, Kürt tarihini anlatırken direnişi ve beraberinde gelen katliamlar ile sürgünlerin izini gerek kendi kişisel geçmişinden yola çıkarak buluyor gerekse de karşısına çıkan ve onu bambaşka yerlere götüren tanıklıkların anlatımlarında. Tıpkı Zilan Katliamı’nı dinlemeye gittiği Manisa’da, Zonguldak’ta kürek mahkumu olan Kürtlerin hikayesini öğrenmesi gibi.
Dr. Sedat Ulugana ile “Kürdün Üç Hali: Direniş, Katliam, Sürgün” kitabı ANF için konuştuk.
2007 ile 2019 arası yayınlanan yazılarınızdan oluşan bir kitap bu. Tüm bu çalışmaların da ışığında Kürt halkının tarihine bakarken üç hal ortaya çıkıyor: Direniş, katliam ve sürgün. Öncelikle bu üç halden bahsedebilir misiniz?
Kürdistan tarihine bakıldığında reaksiyonel bir tarihten bahsedebiliriz. Kürdistan jeopolitik olarak önemli bir yerde. Tüm cihan imparatorlukları ve güçlü devletlerin hak iddia ettiği ve karşılaştığı, hatta savaştığı bir alan. Haliyle burada yaşayan halkın kendisi mağdur oluyor. Safeviler ya da Osmanlılar savaştığı zaman bu savaş meydanı Kürdistan oluyordu. Kürtlerde de tüm bunlara karşı gelişen bir reaksiyon ve direniş var. Daha çok kendisi olanı korumaya yönelik bir direniş. Zaten kendisi olanı korumak, insanlık tarihi kadar eski bir refleks. Elbette bu direnişler bittiğinde katliamlar başlıyor. Kürtlere karşı yapılmış sayısız katliam var; ama yakın tarihte yani Cumhuriyet döneminde bildiklerimiz Dersim, Zilan ve Ağrı. Öncesinde de çok fazla isyan ve katliam var ama bazıları kayıt altına alınmış, bazıları alınmamış. Katliam sürecinden sonra sağ olarak yakalananlara Cumhuriyet döneminde “örnek olacak şekilde cezalandırma” uygulanıyor. Bu uygulama Osmanlı’da da var. Katliamdan sağ kurtulanlar varsa onlar da sürgün ediliyor ki bir daha direnmesinler.
İsyanlar, katliamlar çokça işlenmiş bir konu, siz de çalışmalarınızda işlediniz bunu. Peki, sürgünlere dair nasıl bir tablo var, kayıt altına alınan ya da alınmayan?
Kuşkusuz bu tabloyu devlet kayıt altına almıştır. Özellikle cumhuriyet arşivinden biliyoruz bunu. Çünkü bizzat “şuradakilerin falanca adrese gönderilmesine” dair emirler var. Hükümler var ama hala listeler gizlidir. 1926’da Türkiye üç iskan bölgesine ayrılır. 1925’ten itibaren 1950’lere kadar devam eden bir nüfus mühendisliği var belli aralıklarla. Kürdistan boşaltılacak, Kürtlerden arındırılacak bölgedir bu plana göre. Orta Anadolu ve Ege Bölgesi’ne yerleştirileceklerdir plan dahlinde. Sadece Kürtlere ilişkin değil bu plan, Çingeneler ve Araplar da var bu çerçevede. Türkçe konuşan unsurların sayısını geçmeyecek şekilde, Türkçe bilmeyen unsurların yerleştirilmesi olarak tarif edebiliriz. Örneğin Konya Kulu’ya Kürtleri yerleştirirler ama Cihanbeyli’ye yerleştirmezler; çünkü orada Kürt nüfusu vardır. Aynı şekilde Ege’den Rumlar gönderilmiştir ve oradaki Rum köylerine de Kürtler yerleştirilmiştir. Ama yine burada da sayılar hesaplanmış ve Türkçe konuşan Yörükler de bunlarla beraber yerleştirilmiştir, bu boşalan Rum köylerine. Ayrıca İç Anadolu, Ege ve de Trakya çevresi de bu sürgün yerlerine dahil.
Kitabın başında “Kürdistan’ın mezarsız çocuklarına” ithaf ettiniz bu araştırmada. Şunu da sormak isterim; mezarsız bir halkın ve tarihin peşinden gitmenin şartları nedir? Elbette bazı belgeler ve bilgiler var. Kitapta da, yıllar içindeki araştırmalarınızda da var ama genel itibarıyla bakıldığında bu kolay mıydı?
Bir podcast dinliyordum söyleşi öncesi; “Osmanlı’da Mahremiyetin Sınırları” başlıklı. Oradaki tarihçi Şer’iyye sicillerine bakıyoruz diyor. Bir nevi Osmanlı mahkeme kayıtları, hatta Kadı kayıtları da deniyor bunlara. Mesela biz ise 17. ve 18. yüzyılda Kürt toplumuna dair hiçbir şey bilmiyoruz. Bu kadı sicilleri Kürdistan’da da tutulmuş ama yakılmış bir şekilde. Kürdistan toprakları 1850’lere kadar Mirlikler tarafından yönetilir ve bu Mirlikler bazen yılda 5-6 defa Osmanlı saldırısına uğramış. En istikrarlısı 5 yılda bir Osmanlının talanlarına maruz kalmış. Osmanlı her sefer yaptığında kütüphaneyi de yakar, kadıyı da asar. Haliyle bu anlamda Kürtler nezdinde bir arşiv de oluşmamış. Sözlü tarihimiz çok güçlü, yazılı tarihimiz zayıf; çünkü biz göçerdik diyoruz. Evet, aşiretler göçerdi ama yerleşik Mirlikler vardı.
Tarihimize ait arşivi de belgeyi de, hiçbir şeyi de bırakmadılar. O açıdan Kürt tarihine dair araştırma yapmak son derece zor. İğne ile kuyu kazmak gibi adeta. Arkeolog titizliği ile çalışmak zorundasınız. Ufacık bir bilgi kırıntısı dahi çok değerli olabiliyor. O yüzden zordur. Bunu çok iş yaptık, yorulduk manasında söylemiyorum. Bu açıdan Kürt tarihçileri çok da fazla yanılmaya açık bir alanda. Çünkü buldukları bir belgeyi tamamen bir milat olarak kabul ederler. Ama bakıyoruz ki 10 yıl, 20 yıl ya da 50 yıl sonra bir belge daha ortaya çıkıyor. Sonuç itibarıyla ne yazık ki bir arşivimiz de mezarımız da yok.
Ki mezar da bir hafıza mekanıdır zaten…
Evet, mezar da bir hafızadır. Yeni Yaşam Gazetesi’nden Hüseyin Kalkan ile yaptığımız röportajda da “sömürgelerde kahramanların mezarları olmaz” demiştim. Hatta başlık yapmışlardı. Çünkü sömürgeci kahramanlığa izin vermez, öyle bir şeye müsaade ederse kendisi biter. Seyit Rıza'nın ya da Şeyh Said'in mezarsız olması, yine Garzan’daki şehitliklerin Kilyos’ta bir kaldırım altına gömülmesi aynı endişeyi taşır. Bu da tamamen hafızasızlığa mahkum etmektir.
Kitabın alanı geniş. Neşet Ertaş’tan Ruhi Su’ya, Yılmaz Güney’den Şener Şen’e kadar bir tarih anlatımı inşa etmişsiniz yazılarınızda. Bunların bazıları da tarihin kişisel hikayelerden çıkmış kısımları. Sizi farklı bilgilere ya da araştırmalara götüren yollardan bahseder misiniz?
Örneğin Şener Şen hikayesini anlatan Nadir Tanışhan’ı tanımıyordum ama Zilan Katliamına ilişkin bir araştırma yapmaya, Manisa’nın Akhisar ilçesindeki Beyoğlu köyüne gittim. Oraya sürülmüş bizim yakın akrabalarımız vardı. Burada Nadir amca var, onunla da görüş dediler. O zaman 102 yaşındaydı. “Fenek çatışmasını biliyor musun? dedi. Şakiro, Fenek çatışmasını dengbêj olarak söyler. Bir köyün adıdır Fenek. Örneğin bölgede anlatılır. Bunlar 3-4 kardeş, 1970'lerde aşiretler arası bir kavga çıkıyor. Şakiro'nun dengbêjliğini bu anlamda 3 bölüme ayırmak mümkün. İlkinde 1926 ile ‘36 arası direnişlerden bölümler söyler. Direnişler bittiğinde 60’larda artık aşiretler arası kavgalardaki kahramanları anlatır. Bu çatışmalarda bazıları da 70'lerde bu bahsettiğim Beyoğlu kasabasına gelmiş. İşte Nadir de burada katliamı anlatırken sonra Şener Şen’den bahsetmeye başladı. Söyleşi sonrası araştırdım. TRT arşivlerinde gerçekten de Şener Şen, 80'lerde Fenek köyünde öğretmenlik yaparken, muhtar Nadir’le yaşadıklarını anlatıyor. Buradaki kişisel hikayeden bambaşka bir yere açılan, farklı bir tarih çıkıyor. Örneğin şunu anlatıyor; “8 yaşındaydım ve bombalamaya gelen uçakları gördüm” diyor. Sonra, mesela kayınbabasını alıp Zonguldak’taki kömür madenlerine götürmüşler çalışmaya, mahkum olarak. Sonra kan davası yaşanıyor, sonra Şener Şen ile tanışıyor derken koca bir yaşam öyküsü çıkıyor ortaya ve aynı zamanda arka planda da bir tarih. Yani bambaşka bir hikaye araştırmaya giderken farklı şeylerle karşılaşabiliyordum.
Zonguldak madenlerine giden Kürt mahkumlarından başka bir röportajda bahsetmiştiniz. Var mı başka örnekler? Ve bu mahkumları anlatır mısınız?
Kemalist rejim, 1932'ye kadar yakaladıklarını infaz ediyor. Hatta bölgede anlatılır; katliam 1930'da yaşandı fakat 2 yıl boyunca yakaladıklarını da öldürüyorlardı diye. Daha sonrasında yargılamaya başlıyorlar, ki Genelkurmay arşivlerinde de var. Bizzat Mustafa Kemal'in emri. O dönem Kürdistan valiler tarafından yönetiliyor Umumi Müfettişlik denilen. 1990'larda buna OHAL valiliği deniyordu. O dönem nasıl Fransa'nın Afrika ya da Suriye'de sömürge valisi varsa, Kürdistan'da da umumi müfettişler var. Onlardan biri olan İbrahim Tali Bey'e gönderilen bir yazışmayı gördüm. Orada “Artık Gazi hazretleri diri eşkıya yakalanmasına emrediyor” diye geçiyordu.
Neden?
Çünkü o dönem uluslararası kuruluşlar ve kurumlar; “Ağrı'da bir isyan var diyordunuz da bu isyan ve isyancılar nerede?” diye sormaya başlıyor. O yüzden bu dönemde göstermelik mahkemeler yapıp çoğunu idama mahkum ediyorlar. Bu süreçte yakaladıklarını Adana'ya gönderiyorlar, mahkemeler orada oluyor. Aynı şekilde Van'da da ağır ceza mahkemesi var. Fakat bazılarının mahkemesi görüldükten sonra bunları Kürdistan'daki cezaevlerine göndermiyorlar. Sinop'a, Zonguldak'a bir de Adana'ya gönderiyorlar. Adana'daki hapishanede bir çırçır atölyesi var, pamukla ilgili. Hatta Tarık Akan'ın bir filmi vardı yine bu çırçır işine dair ve son derece ağır koşullarda yapılan bir iş. Tutsaklar bu atölyelerde çalıştırılıyor.
Zonguldak'a gönderilenler ise taş kömür ocaklarında... Örneğin, bu Nadir'in kayınbabası Zonguldak taş kömürü madenlerinde akciğer kanserine yakalanarak hayatını kaybediyor. Sonrasında Zilan'a dair Erciş'te yaptığım araştırmalarda bunun izlerini çok fazla gördüm. Oraya gidenlerin çoğu 4-5 yıl içerisinde ölüyor, çoğu da akciğer kanserinden kan öksürme, solunum yetersizliği gibi şikayetlerden. Bunlar mesela tarihi çalışmalarda çok da işlenmedi. Örneğin, Adana'ya gönderilenlerde benim ailemin kişisel tarihi de var. Babamın dedesi orada idam ediliyor. Yeğeni Kerem, kardeşi Yusuf, Şükrü toplam 4-5 kişi orada öldürülmüş, Yusuf dede kurtulmuş. O da şu söylüyordu: “Hastalanan iğne oluyordu ve sabahına çıkamıyordu bir daha.” Belli ki hastalanıp yatağa düşen işçileri beslememek için iğne ile öldürüyorlardı. Bunun gibi yüzlerce tanık var, sadece Yusuf'un beyanı değil. 2011'de o zaman Özgür Gündem için yaptığımız bir röportaj vardı, yine bu zehirli iğnelerle ilgili. Yüzlerce kişi bundan bahsediyor, bazılarının yazılı beyanı var hatta.
1850'li yıllarda Kürtlerin emeğinden bu şekilde faydalanma Osmanlı döneminde de var. Hatta daha öncesinde de. Bunlar da kürek mahkumu. Örneğin aşiret ağasını Sason’dan, Dersim’den, Bitlis'ten, Muş'tan; Çanakkale, İzmir taraflarına deniz olan yerlere gönderiyorlar. Bunlar da ı dönem buharlı gemilerde çalışan kürek işçiler yapılıyordu.