ANALİZ

Irak deneyiminin öğrettikleri ve Türkiye’nin Suriye hesapları

Cerablus’u işgal eden Türk devletinin Irak’taki askeri varlığı dünyanın gündemine oturmuş durumda. Türk devlet yetkilileri, Irak’ta kalıcı olduklarını ısrarla vurguluyorlar...

Türk devleti, ikili bir strateji izliyor: Öncelikli hedef tıpkı Irak’ta yaptığı gibi Suriye’deki güçlerini kalıcılaştırmak! Olası bir çekilme durumunda ise Rojava KDP’si görevi verdiği ve kullanışlı bir enstrüman olarak gördüğü ENKS’ye ve peşmergelerine bölgenin kontrolünü devretmek!

Cerablus’u işgal eden Türk devletinin Irak’taki askeri varlığı dünyanın gündemine oturmuş durumda. Türk devlet yetkilileri, Irak’ta kalıcı olduklarını ısrarla vurguluyorlar. Suriye’deki Türk askeri varlığına yönelik ise daha temkinli konuşuyorlar ve bu gücün operasyonel bir güç olduğunu, kalıcı olmayacağını belirtiyorlar.

Peki gerçekten böyle mi?

Irak ve Güney Kürdistan deneyimi, Türk devletinin amacının farklı olduğunu gösteriyor. Bu deneyime ve günümüzde yaşananlara tıpa tıp benzerliğini irdelemeden önce ‘geçicilik’ kavramına yönelik bir dipnot düşmekte fayda var.

Türk devlet yetkilileri, Güney Kürdistan’a asker gönderirken ‘geçici-gözlemci’ kavramını kullanmışlardı ancak bu unsurlar 25 yıldır bölgede bulunuyor.

Yine 26 Mart 1985 tarihli ve 442 sayılı Köy Kanunu’nun 74. Maddesi uyarınca oluşturulan geçici köy koruculuğu, geçici ve görev alanları köyler olarak tanımlanmasına ve ‘gönüllü’ ibaresi olmasına rağmen 30 yıldır varlığını sürdürmekle birlikte, operasyonlara katılmak zorunda kalan korucuların görev alanları bırakalım köylerle sınırlı kalmasını sınır ötesi operasyonlara kadar uzanıyor.

Dolayısıyla geçicilik kavramının bir geçerliliğinin olmadığını öncelikle tespit etmek gerekiyor.

Türk devleti, Rojava Kürtlerinin güç olmaya başladığı 2012’den beri Suriye’nin kuzeyinde (Rojava) uçuşa yasak bölge, tampon bölge oluşturma fikrini öne sürerek işgale uluslararası meşruluk kazandırmak istedi. Bu proje kabul görseydi, tıpkı 1990’lı yılların başlarında güney Kürdistan’da yaşanan bir süreç Rojava’da da yaşanacaktı.

Peki neydi bu süreç? 1990’lı yıllarda Güney Kürdistan’da ve Irak’ta neler yaşandı?

Irak’ın Kuveyt işgalinden sonra (2 Ağustos 1990) ABD öncülüğünde 40’a yakın ülke, Irak’a karşı havadan ve sonrasında karadan askeri bir operasyon düzenledi (17 Ocak 1991-28 Şubat 1991) operasyonun sonucunda Saddam Hüseyin güçlerini çekmek zorunda kaldı ve ateşkes ilan edildi. Ardından 12 Temmuz 1991’de Güney Kürdistan kentleri (36. Paralelin kuzeyi) güvenlikli bölge ilan edildi ve çokuluslu güçler burada konuşlandırıldı. 1300 Türk askeri Duhok’a bağlı Bamerni, Şeladize ve diğer bazı kasabalarda ‘geçici’ gözlemci karakollara yerleştirildi.

‘GEÇİCİ-GÖZLEMCİ’ GÜÇ ÖNCE KALICILAŞTI SONRA RESMİLEŞTİ

1994’te KDP Başkanı Mesut Barzani ile Türk devlet yetkililerinin ‘sözlü’ anlaşması sonucunda bu güç kalıcılaştı. Anlaşma kapsamında Duhok, Zaxo, Hewler ve Salahaddin kentlerinde askeri alanlar oluşturuldu. 1997 yılında ise Türk ordusu ile KDP arasında yapılan anlaşma sonucu bölgede Türk askerinin bulunması resmileşti.

2012’de Bağdat hükümeti, Türkiye’ye ait askeri üslerin kapatılması ve yabancı güçlerin Irak topraklarına girişinin yasaklanmasına karar verdi. Bu karar uyarınca NATO ve ABD 2003’ten beri Irak’ta bulunan güçlerini çekti ancak Türk ordusu bütün itirazlara ve tepkilere rağmen askeri gücünü çekmek bir yana daha da arttırdı.

Şimdi ise Türk devleti, bu askeri varlığı ve Irak’ta yaşanan karışıklığı fırsat bilerek petrol kenti Musul’u işgal etme, Kerkük üzerinde söz sahibi olma hesapları yapıyor.

Bu kısa özetten sonra Türk devletinin Suriye ve Rojava siyasetine yeniden dönelim ve çarpıcı benzerliklere bakalım.

A PLANI (GÜNEY MODELİ) BOŞA ÇIKTI

Türk devleti 2012-2015 boyunca tıpkı Irak’ta olduğu gibi TSK’nın da içerisinde yer aldığı çok uluslu bir koalisyonun Suriye ve Rojava’ya kara harekatı yapmasını istedi. ABD başta olmak üzere NATO ve Rusya bu fikre sıcak bakmayınca Türk devletinin A planı boşa çıktı.

QSD TÜRKİYE’NİN PLANLARINI BOZDU

Bu süre zarfında her türlü destek sunulan DAİŞ-NUSRA-ENKS-AHRAR ve türevi örgütler, Türkiye adına Rojava ve Suriye’de savaştı. Minbic’in Demokratik Suriye Güçleri (QSD) tarafından özgürleştirilmesi, Türk devletinin planlarını altüst etti ve B planı devreye konuldu: Doğrudan işgal.

Yaşanan gelişmeler üzerine üst üste güvenlik toplantıları yapan Ankara, Kuzey ‘Suriye’de yaşanan gelişmeleri kabul edemeyiz, Kuzey Irak’ta yaptığımız hatayı tekrarlamayız’ yaklaşımını benimsedi ve QSD’nin yeni hedefinin Cerablus olacağını fark ederek bir oldubittiye getirip Cerablus’u bir kaç saat içinde DAİŞ’ten teslim aldı.

B PLANINDA ÖNCELİK GÜCÜNÜ KALICILAŞTIRMAK

Türk devletinin, gelinen aşamada ikili bir strateji izlediğini görüyoruz. Baştaki tanımlama üzerinden gidecek olursak Türkiye’nin yürürlükte olan B planında öncelikli hedef tıpkı Güney Kürdistan’da yaptığı gibi buradaki güçlerini kalıcılaştırmak.

Bu hedefin çeşitli sebeplerle gerçekleşmemesi ve olası bir çekilme durumunda ise yöneleceği hedef bölgenin kontrolünü denetiminde olacak bir güce emaneten teslim etmek!

IRAK VE GÜNEY KÜRDİSTAN DENEYİMİNİN ÖĞRETTİĞİ

Türkiye nasıl ki bugün Irak parlamentosunun aleyhte karar almasına, ABD’nin BM’nin ve Arap Ligi’nin kınamalarına rağmen Irak’taki askeri varlığını sürdüreceğini deklere ediyorsa, gelecekte benzer bir süreç Suriye ve Rojava’daki güçleri için de yaşanabilir.

ENKS’YE ROJAVA’NIN KDP’Sİ ROLÜ

Irak ve Güney Kürdistan deneyimi, Türkiye’nin Cerablus başta olmak üzere Suriye’deki askeri varlığını kalıcılaştırmak için ısrarcı olacağını gösteriyor.

Olası bir çekilme durumunda ise Türk devleti, bölgeyi Rojava KDP’si görevi verdiği ve kullanışlı bir enstrüman olarak gördüğü ENKS’ye ve peşmergelerine devretmek istiyor. Türkiye’nin PYD düşmanlığı, Rojava’nın KDP’sini yaratma çabaları ve Rojava peşmergelerini bölgeye gönderme ısrarı bu bakımdan anlaşılır olmaktadır.

AMAÇ İŞGAL VE İLHAK

Sonuç olarak Irak ve Güney Kürdistan deneyimi; tarihsel, güncel ve politik hesaplar, Türk devlet yetkililerinin ‘Suriye topraklarında gözümüz yok’, ‘oralarda kalıcı değiliz’, ‘işgalci değiliz’ söylemlerinin hiçbir inandırıcılığının olmadığını gösteriyor. Erdoğan’ın Lozan konusunda yaptığı değerlendirmeler ve Musul-Kerkük, Halep ve Ege üzerinde hak iddia eden söylemleri, amaçlananın ne olduğunu açıkça kanıtlıyor: İşgal ve ilhak!