Karayılan: Halkımız direnişimizi yalnız bırakmamalı

Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşını verdiklerini belirten Karayılan, “Biz yurtseverlere çağrıda bulunuyoruz; yurtseverler direnişimizi yalnız bırakmamalı, destek olmalılar. Halkımızın desteği bizim için büyük bir maneviyattır” dedi.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, Türk devletinin darbe yemesine rağmen işgalde ısrar etmesinin en önemli nedenlerinden birinin, Güney’deki işbirlikçilik ve zımni kabullenme olduğunu söyledi.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dan 16 aydır haber alınamıyor. Kurban Bayramı’nda da avukat ve aile görüşmesine izin verilmedi. Ne yapılmak isteniyor, bu durum nasıl anlaşılmalı?

Öncelikle 14 Temmuz, mücadelemiz ve halkımız açısından önemli bir gün. Ulusal Onur Günü, büyük eylemin karar günüdür. Başta bu büyük eylemi geliştiren Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşları saygıyla anıyorum. Onlara verdiğimiz sözü kendimize esas aldık. Belki eksikliklerimiz olabilir fakat bugüne kadar da onların çizgisinde mücadeleyi geliştirmek için çaba gösteriliyor. 14 Temmuz ruhu ve çizgisi, başarı ruhudur, başarı çizgisidir. Bugün Kürdistan Özgürlük Gerillasının bu ruh temelinde kazanma çabası vardır. Biz de bu çabayla, Ulusal Onur Günü’nün kahramanlarını bir kez daha anıyoruz.

Aynı zamanda 12-16 Temmuz günleri, Kürdistan tarihine katliamla geçmiş günlerdir. Geliyê Zîlan Katliamı’nın gerçekleştiği günlerdir. 12 Temmuz 1930’da, Ağrı Direnişi döneminde Türk sömürgeciliği, Geliyê Zîlan’da yaşayan sivil halkımızı çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden şehit etti. Çok ağır bir katliam ve vahşettir. Resmi olarak 15 bin şehitten bahsediliyor ama en az iki katı olduğu belirtilmektedir. O kadar insanımız Geliyê Zîlan’da bu biçimde Türk sömürgeciliği tarafından şehit edilmiştir. Tüm Geliyê Zîlan şehitlerimizi saygıyla anıyorum. Onların davalarının takipçisiyiz.

Bilindiği gibi Ağrı Serhildanı kırıldığı zaman Türk sömürgeciliği “Kürdistan hayalinin burada gömüldüğünü” işledi. Yani Kürdistan’ın artık öldüğünü söyledi, fakat ondan 7 yıl sonra, 1937-38 yıllarında aynı katliamı Dersim’de de geliştirdi. Onlar “artık Kürdistan’da başkaldıracak kimse yoktur” diyorlardı. Hakikaten bu katliamların ardından uzun yıllar boyunca büyük bir sessizlik oldu. Önder Apo’nun çıkışı, bu katliam ve soykırıma karşı tarihi bir çıkıştı. Esas olarak Önder Apo’nun, Kürdistan’daki katliamlara ve yaşanan vahşete dönük yaşadığı sorgulama ve yoğunlaşma mücadelenin temelini oluşturdu. Bizler bu şehitlerin torunları olarak, bu temelde yola çıktık. İşte Amed’deki zindanda bu yoldaşların şahsında bir kez daha Kürtlerin katledilmek istendiğini gördük. Yani aynı biçimde geliştirilmek istenen katliamların karşısında 14 Temmuz çıkışının yakaladığı başarı ve zafer, zulmün kalesinde zulmü yenmiş ve Kürtlerin öldürmekle bitirilemeyeceğini açığa çıkarmıştır. Denilebilir ki, onların Kürdistan’ın gömüldüğünü söyledikleri mezar, 14 Temmuz direnişiyle birlikte parçalandı. Biliyoruz ki 15 Ağustos Atılımı, 14 Temmuz ruhu temelinde gelişti. Yani bu biçimde verilen mücadeleyle onların ölü saydığı Kürt yeniden canlandı, yeniden mücadeleci bir halk haline geldi ve hem kendisine hem de davasına sahip çıktı. O zamandan bu yana da bu yürüyüş sürüyor.

İşte sorunuza bu çerçevede yanıt verebilirim. Türk sömürgeciliği, bu yaklaşımı ve uygulamalarıyla Önder Apo’ya, ‘ben Kürt sorununu çözdüm (tabii bunu katliam ve soykırımlarla çözdüğünü belirtiyor) ama sen çıktın ve tekrardan Kürtleri canlandırdın’ diyor. Önderliği bu şekilde suçluyor ve ‘sen bu sorunun canlanmasına, gündeme taşınmasına neden oldun’ diyor. İşte bunun için bugün Önderliğin üzerine gidiyor.

İmralı’daki işkence sisteminin, dünyada emsali yoktur. Önceden tek kişinin olduğu, birkaç yıldan bu yana üç arkadaşın daha orada olduğu, örneği olmayan bir sistem. Dünyadan kopuktur. Belirttiğiniz gibi, bayram olmasına rağmen yine halkımızın ve dostlarının tüm istemlerine rağmen kimseye kulak asmıyorlar. Çünkü İmralı’da soykırım siyaseti hakimdir. Ne hukuk vardır, ne ahlak vardır, ne mertlik vardır. Her şey ayaklar altına alınmış, bir tek soykırım ve sömürgecilik hukuku bırakılmıştır.

Şüphesiz bu, sadece Önder Apo ve oradaki diğer üç arkadaşa karşı yürütülmüyor; bu sistem, tüm halkımıza ve bölge demokrasisine karşı yürütülmektedir. Yani halkımız açısından inkar, yok etme ve soykırım sistemi biçiminde devreye girmiş; bölge halkları açısından ise faşizm, zulüm ve diktatörlük biçiminde devreye girmiş, demokrasi, özgürlük ve eşitlik istemlerinin hepsinin önüne bu biçimde geçilmiştir. Yani Türk devletinin İmralı’da kurduğu sistemin böyle bir rolü vardır.

Bu gerçekliği Türkiyeli demokratik ve muhalif çevreler doğru anlamadı, doğru ele almadı. Bunun için de tecride karşı çıkmadılar. Bu da AKP-MHP rejiminin elini güçlendirdi. Halbuki Türkiye’de bu rejime karşı demokrasi isteyen herkesin, her şeyden önce İmralı sistemine ve tecride karşı çıkması gerekir. Çünkü bu sistemde hukuk ve ahlak yoktur; bu sistemde her şey ayaklar altına alınmaktadır; bu sistemde işkence ve soykırım vardır. Eğer sen bunu normal görürsen o zaman bu sistemi her yerde de hakim hale getirirler. Zaten faşist rejimin çabaları da bu yönlüdür; İmralı sistemini gittikçe tüm Kürdistan ve Türkiye zindanlarına yaydılar ve şimdi de dışarıda her yerde hakim kılmış durumdalar. Yani böylesi bir durum var. Bunun için de Türkiye’de demokrasi yanlısı olan, faşizme karşı duran ve eşitlik yanlısı olan herkesin her şeyden önce İmralı sistemine karşı çıkması gerekir. Yani sadece ‘tecride karşı çıkıyorum’ demek bu sisteme karşı durmak anlamına gelmiyor. Bu sistemi yalnızca tecrit olarak tanımlamak, gerçek sistemi tam anlamıyla ifade etmiyor. Yani bir tek tecrit sözüyle İmralı sistemi ifade edilemez. Tamam; ‘mutlak tecrit’ de deniliyor ama yine de karşılamıyor. Çünkü faşizm, Kürdistan’daki soykırım sistemini, bunun üzerinden kurmuştur. Bunun için içeriği çok daha geniş kapsamlıdır. Kısacası buna karşı çıkılmaz ve buna karşı mücadele verilmezse Türkiye’de adalet, hukuk veya demokrasi adına bir şeyin gelişmesi de mümkün değildir. Bunun için mücadele bu çerçevede ele alınmalı.

16 aydır Önder Apo’dan kimsenin haberi yok. Yalnızca bazen psikolojik savaş amacıyla Erdoğan kendisi bahsediyor. Arkadaşlarımız öncesinde bu konuda çeşitli değerlendirmeler yaptılar; bu nedenle bu konuya girmek istemiyorum. Sistemin bu tür şeyleri hangi amaçla gündeme getirdiği zaten bellidir. Önderliğimizin ve yanındaki arkadaşların bayramda bile aileleriyle görüşmesine izin verilmemiştir. Dikkat edin; telekomünikasyon çağındayız; dünya çok küçülmüş; dünyanın bir ucu diğer ucuyla bile anında görüşebiliyor. Bu kadar bilgi alışverişi oluyor ama bu 16 aydır İmralı’da ne olduğunu kimse bilmiyor? Nerede böyle bir örnek daha var? Yoktur.

Onlar böylesi bir mutlak tecrit, faşizm ve soykırım siyasetini yürütüyorlar fakat Önderliğin önünü yine de alamıyorlar. Bugün Önderliğimizin fikir ve düşünceleri tüm tecrit duvarlarını yıkmış, sadece Kürdistan’a değil, bölgeye ve tüm dünyaya yayılmıştır, yayılmaya devam ediyor. Artık insanlar sadece insani bir yaklaşım olarak değil, Önder Apo’nun görüş ve düşüncelerini beğendiği için kendisine sahip çıkıyor ve özgürlüğünü istiyor. Bugün Önderliğe özgürlük amacıyla sendikalar, demokratik çevreler ve tanınmış şahsiyetler tarafından dünya çapında mücadele verilmekte ve kampanyalar yürütülmektedir. Yani Türk sömürgeciliği bu tecrit ile Önderliği engelleyememiştir; engelleyemeyecektir. Önderliğimiz aslında fiziki olarak tutukludur ve tecrit altındadır ama fiziki olarak da Önderliğimizi özgürleştirmeliyiz. Bu konuda mücadelemizi daha da geliştirmeliyiz. Doğru; Türkiye’deki tüm demokrasi yanlılarının mücadele etmesi gerektiğini belirtiyoruz ama bu, her şeyden önce bizlerin, yani halkımızın ve Hareketimizin görevidir. Bu konuda biz özeleştiri konumundayız. Şüphesiz eksiklerimiz vardır ama yine de mücadeleyi daha da gürleştirmeli, güçlendirmeli ve İmralı’daki sistemi kesinlikle aşmalı ve ortadan kaldırmalıyız. Ancak bu biçimde Kürdistan özgür olabilir, Türkiye demokratik olabilir. Bunun dışında bir yol yoktur.

Medya Savunma Alanları’ndaki son işgal saldırısıyla devam eden savaş üç ayını doldurdu. Savaşın seyriyle ilgili neler paylaşabilirsiniz?

Esas olarak sömürgeci-soykırımcı Türk devleti, bu son dört yıldır yeni bir konsepti hayata geçirmek için Güney Kürdistan’ı işgal etmek istiyor. Başta Xakurkê, sonra Heftanîn, ardından Garê ve bildiğiniz gibi geçen yıl Metîna, Zap ve Avaşîn’e kapsamlı bir biçimde yöneldi. Fakat planı başarılı olmadı. Bu yıl çok daha kapsamlı bir biçimde, teknik yöntemleri de daha çok kullanarak 14 Nisan’da saldırıya başladı. Sizin de belirttiğiniz gibi bu saldırı şimdi üç ayını tamamladı. Esas olarak Türk devleti bu saldırıya başladığında basında çok fazla işlediler; fakat 3-4 gün geçtikten sonra hesapladıkları gibi olmadığını, hep kayıp verdiklerini görünce yavaş yavaş gündemden çıkardılar ve mevcut durumda sadece birkaç cümleden oluşan kısa açıklamalar yapıyorlar. Yani burada yaşanan gerçekliği gizleme aşamasına girdiler. Doğrusu, biz de şu an Zap’ta, Avaşîn’de, Metîna’da yaşanan savaşı tam anlamıyla kamuoyuna mal edemiyoruz, ancak yüzde 20’sinin mal edilebildiği belirtilebilir. Birçok şey gizli kalıyor ve yansıtılamıyor. Bu konuda bizim de eksiklerimiz var.

Bugün orada çok büyük bir savaş var. Avaşîn’den Metîna’ya 60 km genişlikteki bir alanda kapsamlı bir savaş yaşanıyor. En az 50 noktada arkadaşlarla düşman askerleri arasında 100 metre gibi mesafelerde daimi temas vardır. Çok sert bir savaş. Biz orada şu an yeni bir taktik yürütüyoruz; geri çekilmiyoruz. Düşmanın arkasında da arkadaşlarımız vardır. Mesela şu an Kurojahro’da savaş yaşanıyor ama onun arkasında Nêrwe Boğazı’nda da savaş var. İşte Werxelê’de de savaş var ama Şûkê Bûrê’de de savaş var, orada da eylemler oluyor. Yani iç içe olma durumu söz konusu. Bu coğrafyanın kimi yerlerde 15, kimilerinde ise 20 km derinliğinde sürekli bir savaş var. Aynı zamanda sürekli devam eden çok büyük bir bombardıman vardır.

Öyle anlaşılıyor ki düşman, bu yıl kesin kazanabilmek için hazırlık yapmıştır. Mesela siyasi-diplomatik hazırlık yapmıştır; Güneyli güçlerin ses çıkarmaması ve yardımcı olmaları için, yine Irak’ın ses çıkarmaması ve çeşitli dış güçlerin yardımcı olması için, hem diplomatik bir çalışma yürütmüş hem de belli düzeyde teknik ve askeri hazırlık da yapmış. Bu biçimde işgal etmek istiyorlar.

Onların planına göre kısa sürede sonuç alacaklardı. Bahçeli de zaten bir konuşmasında, ‘iki bayram arasında PKK’yi ortadan kaldıracağız’ demişti. Yani onların hesabına göre çok kısa bir zamanda sonuca gitmeyi planlıyorlardı. Bunda geneli kast ediyorlar; sadece Zap, Metîna ve Avaşîn’i kast etmiyorlar. Ancak buna karşı arkadaşların direnişi gerçekten çok tarihidir. Çok büyük bir direniş var. Birçok arkadaşımız konuşmalarında bu konulara değindi. Bunlar doğrudur. Şimdiye kadar geçen üç aylık süreçte Türk devletinin tüm imkanlarına ve dıştan sunulmuş desteklere; çok büyük bir güç, en gelişkin teknoloji ve en önemlisi yasaklanmış silahlarla bu saldırıyı geliştirmiş olmasına rağmen şimdiye kadar sonuç alabilmiş değildir. Belli ki düşman kimi güçlerini, belki Rojava veya benzeri yerlerde pratiğe koymak için ayırmıştı ama Zap, Avaşîn ve Metîna’da süren bu savaşta tüm yedek güçlerini de pratiğe koymak zorunda kaldı. Mesela Temmuz başından itibaren güya en seçkin olan, Genelkurmay’a bağlı özel kuvvetlerini de devreye koydular. Şu an Çemço’da ve Girê Amediyê’de savaşan güçleri, bu en son devreye koydukları özel kuvvetleridir. Düşman, elinde ne silah varsa hepsini bu savaş sürecinde kullanmıştır. Hep dile getirdiğimiz kimyasal silahların birçok çeşidini kullanıyor. Fakat en son olarak arkadaşların da belirttiği gibi taktik nükleer silah da kullandı. Esasen bu 11 aydır biz bu konuyu araştırıyoruz. Yani bu kullandıkları silahı anlamaya çalışıyoruz. Normal bir patlayıcı değildir. Arkadaşlar biraz araştırdı; HPG olarak araştırmalarımız var ve devam ediyor.

Şu an iki farklı bomba çeşidini kullandıklarını görüyoruz: Bir, taktik nükleer bombaları kullanıyor; yani çeşitli patlayıcılarla nükleer maddeleri karıştırarak çok güçlü bir patlayıcı ve zehir haline getiriyor. Bir de termobarik bomba kullanıyor. Her iki çeşidi de kullanıyor. Kısacası elinde yasaklanmış ne silah varsa faşist rejim hepsini bize karşı kullanıyor. F-16’lar zaten daimi çalışıyor; bu üç ay boyunca 2 bin 500 civarında hava saldırısı yapmışlar. Şu anda, böyle bir savaşı yürütüyorlar. Böylesi bir savaş ancak iki büyük devlet arasında yürütülebilir.

Tamamlanan üç ay ardından şu belirtilebilir: Türk devleti sonuç almamıştır ve esas olarak yenilmiştir. Bu yenilgisinin üzerini örtmek için bu son güçlerini devreye koydu ama o güçleri de büyük darbe yedi. Geldikleri her yerde darbe yediler ve onun için sonuç alamadılar. Üç aydır savaş bu biçimde devam ediyor. AKP-MHP rejimi, bütün imkanlarına rağmen sonuç almamıştır ama bunu itiraf etmemektedir. Çünkü Tayyip Erdoğan ve Hulusi Akar bu durumu itiraf ederlerse zaten düşüşe doğru giden rejim, yıkıma uğrayacaktır. Yıkılmamak için şimdi savaş hakkında çok büyük sansür uyguluyorlar. Kimse bu konu hakkında bilgi paylaşamıyor. Bütün bilgiler yalnızca Hulusi Akar tarafından veriliyor. Başka da kimse üzerine yorum yapamıyor.

Ölülerini vermiyorlar; her şeylerini gizliyorlar. Doğrusu büyük bir onursuzluğu yürütüyorlar. Sadece uluslararası savaş yasalarını çiğnemiyorlar, ahlaki ölçüleri de ayaklar altına alıyorlar. Askeri ölüyor; oradan alıp götüremiyor; o da cenazeleri ortadan kaldırmak için uçaklarla vurarak parçalayıp yok ediyor. Cenazelerin bulunduğu yeri bombalıyor. Mesela Zap’ın doğusundaki Şikefta Brîndara’da da Zap’ın batısındaki Girê Cudî’de de böyle oldu; buralardaki arkadaşlarımız cenaze kokusundan dolayı hareket edemediklerini belirtiyor. Çünkü arazi cenaze parçalarıyla dolmuş ve onların hepsini bombalamışlar. Bunların ailelerine ne diyecekler, insan şaşırıyor.

Esasen öncesinde tedbir almışlar. Bu askerler, askerliğe yazılırken ailesine de belge imzalatıyorlar ve devletin çıkarları gerektirirse gizlemeleri gerektiğini, ilan edilmeyeceğini, eğer bunun dışında bir hareket olursa tazminat, vb. kesileceğini belgeliyorlar. Çünkü savaşta kim ölürse ailesine yüksek miktarda maaş veriyorlar. İşte o maaşın kesilmesi tehdidi nedeniyle kimse de üzerine konuşmuyor. Asker aileleri de konuşmuyor; sadece tek tük bazıları konuşuyor. Mesela cenazeleri arkadaşların elindedir ama bahsetmiyorlar. Arkadaşlar isimlerini ilan ediyorlar ama yine de bahsetmiyorlar. Arkadaşların yanında ölen asker için, ‘hastaneye kaldırdık ama orada öldü’ diyorlar. Halbuki cenazesi dağdadır. Yani her şeyi yalanla yürütüyorlar. Yenildikleri için hem bir yandan Başûr, Maxmûr, Şengal, yine Rojava gibi sivil alanlara saldırıyorlar ve Kuzey halkımıza, demokratik siyasete yöneliyorlar hem de gerçekten bu süreci çok ölçüsüz yürütüyorlar.

Tabii birçok arkadaşın da belirttiği gibi, eğer fedai bir güç olmazsa bu savaşı yürütemez. Şüphesiz gücümüz Önder Apo’nun fikir ve düşünceleriyle, 14 Temmuz ruhu temelinde bir düzey yakalamıştır. İnanç sahibidir ve kendini feda etmek için hazırdır. Bir bu yanı var ama bir tek bununla olmaz. Aynı zamanda taktik bir yöntem de vardır. Taktik derinlikte bir düzey yakalanmıştır ve bir performans söz konusudur. Bunun yanında eğer güç uzman olmazsa ve savaş yöntemlerini bilmezse, yine de böylesi kapsamlı saldırılara cevap olamaz. Bunda da gücümüz bir düzey yakalamıştır. Yani hazırlıkları vardır; profesyonel asker olarak az bir güçle büyük bir güce sahip olan düşmanı boşa çıkaracak taktik derinlik ve savaş düzeyine sahiptir. Bu biçimde bu sonucu ortaya çıkarabiliyor.

Şimdi biz yeni bir taktik yöntem yürütüyoruz. Biz Devrimci Halk Savaşı Stratejisi ile düşmanı yenmek istiyoruz. Yeni taktik yöntemimizin hedefi, düşmanı güçlendiren silahlarını etkisizleştirmektir. Yani yer üstü-yer altı ve yine araziyi genel derinliğine ve genişliğine kullanmanın amacı düşmanın hava gücünü anlamsız hale getirmek, keşif uçaklarını sonuçsuz bırakmak, bu biçimde düşmanla yüz yüze gelebilmektir. Amacı budur ve bu çoğunlukla gerçekleşmiştir. Belki kimi yerlerde yanlışlıklar ve eksiklikler olmaktadır; bu doğru ama çoğunlukla gerçekleşmiştir ve onun için düşman tıkanmıştır. Yani onlar ‘hava güçleriyle sonuç alacağız’ diyorlardı. O olmadı, yapamadılar; şimdi, ‘yasaklanmış silahlarla sonuç alacağız’ diyorlar. Buna karşı da arkadaşlar tedbir alıyorlar ve boşa çıkarıyorlar. Zaten bu kimyasal silahlara karşı gerekli tedbirleri almamış olsak, elbette bize büyük zarar verirdi. Eğer bize çok zarar vermiyorsa tedbir almamızdan dolayıdır. Tekniki tedbirler ve pratikte arkadaşların tecrübe ettiği yöntemlerle boşa çıkarabiliyoruz. Ancak onlar da bunda ısrar ediyorlar. Yani düşman, esasen herhangi bir sonuç alamamıştır fakat ısrar etmektedir; bunun için de savaş uzamaktadır, uzayacaktır. Böyle görülüyor. Çünkü onlar yenildikleri gerçeğini itiraf etmek istemiyorlar ve bunun için ısrar ediyorlar; biz ise elbette burada bu kadar emek vermişiz; bizim için de bu savaş önemlidir. Biz düşmanın işgalinin ve faşizminin önünü kesmek ve düşmanı yenilgiye götürmek istiyoruz. Dolayısıyla bizim için de önemlidir ve ısrar ediyoruz. Şimdi savaş bu çerçevede devam ediyor.

İlk kez Türk devletiyle savaşınızda, Türk ordusu bu kadar kayıp veriyor. Siz bunu neye bağlıyorsunuz, neden bunu göze alıyorlar?

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Türk devletinin bu savaştaki kayıpları çok fazladır. Bu, üç aylık bilançoda da vardır. Türk devletinin kayıpları bin 500’ün üzerindedir, ancak onlar şimdiye kadar 30-40 kişi ilan etmiş durumdalar. Dediğim gibi çok fazla sansür var; gerçekleri Türk toplumundan gizliyorlar. Bu sonuçtan Tayyip Erdoğan ve Hulusi Akar sorumludur. Yani askeri gönderiyorlar ama bu kişi ölür mü kalır mı orasını düşünmüyorlar. ‘Git, al’ diyorlar. O da geliyor; ya tuzağa düşüyor ya da bir biçimde öldürülüyor. Yani bunun sorumlusu onlardır. Bunlar katildirler. Bu biçimde iktidarlarını devam ettirmek istiyorlar. Kendi çıkarları ve rejimlerinin yıkılışının önünü almak için bu savaşı yürütüyorlar; Kürt düşmanlığı yapıyorlar. Türk askerinin ta Amediyê’de ne işi var, ne için geliyor? Türkiye halkına, ‘bekamız oradadır’ diyorlar. Senin bekan orada değil; sen halkı aç bırakmışsın; sen kendin Türkiye için tehlikesin! Yani bunlar Kürt halkını ve kazanımlarını Türkiye’ye dönük bir tehlike olarak gösteriyorlar; bu biçimde Türkiye halkında şovenist duyguları canlandırmak, onları kızıştırarak yönlerini Kürdistan’a çevirmelerini sağlamak istiyor. Ne işleri var Güney Kürdistan’da?

Hulusi Akar, son 7 yılda 27 binden fazla Kürt öldürdüğüyle övünüyor. Tabi yalan söylüyor; rakamlarla oynuyor. O kadar şehidimiz yoktur ama tabii ki binlerce şehit verdik bu 7 yıllık süreçte. Elbette şehitlerimiz var. Yani bunların elleri kanlıdır. Ellerinde Kürt gençlerinin ve Türkiyeli gençlerin kanı vardır. Türk ve Kürt gençlerini öldürtüyorlar ve bunun üzerinden iktidarlarını devam ettirmek istiyorlar. Bu temelde hesapsızca her yere askerlerini gönderiyorlar ve bu biçimde kendi ölülerinin sayılarını arttırıyorlar. Belki de Türk devletinin şimdiye kadar en çok kayıp verdiği dönem, bu dönemdir. Yani şimdiye kadar birçok kez, özellikle de ‘90’lı yıllarda Güney Kürdistan’a dönük bir çok saldırı geliştirdiler, vaktinde çok büyük operasyonlar yaptılar ama hiçbir saldırılarında şimdiki gibi kayıp vermediler. Aynı zamanda hiçbir saldırıları da şimdiki kadar uzun sürmedi. Eski operasyonlar en fazla bir ay uzun sürerdi ama şimdi Güney üzerindeki savaşta geçen bu dört yıllık süreçte hep saldırılar oldu, sadece bu son üç aylık savaş gece-gündüz devam ediyor.

Bu savaş sürecinde onların kayıpları çok fazladır fakat biz ölüler üzerinden hesap yapmak istemiyoruz. Biz şunu demek istiyoruz: Siz öldürerek sonuca gidemezsiniz! Öldürmeyle PKK’yi tasfiye edemezsiniz! Öldürmeyle Kürtleri yok edemezsiniz! Öldürmeyle Kürdistan Özgürlük Davası’nın önünü kesemezsiniz! Çünkü Kürdistan Özgürlük Davası, 14 Temmuz ruhunun tohumuyla ekilmiştir; bu halk bir gerçekliktir; bu parti bir gerçekliktir; Kürdistan gerillası bir gerçekliktir! Artık siz ortadan kaldıramazsınız! Biz bunu bu şoven zihniyete göstermek istiyoruz. Kürdistan Özgürlük Gerillası yenilmezdir. Biz bunu ispat etmek istiyoruz. Yoksa kastımız daha fazla insan öldürebilmek değildir. Hayır! Biz ölümleri durdurmak istiyoruz. Biz ölümlerin önünü almak istiyoruz. Ancak tabii ki biz onurlu bir devrimci savunma savaşını yürütüyoruz. Halkımızın onurunu ve kazanımlarını savunuyoruz. Halkımızın ve tüm demokratik güçlerin geleceğini savunuyoruz. Bunun için bu savaşı yapıyoruz. Biz Kürt halkı ve bölge halklarının demokrasisi için bugün tüm riskleri göze alarak fedaice savaşıyoruz. Böyle bir dava olmazsa canımızı yerde bulmadık. Biz, bu düşmana karşı durmanın kutsal bir şey olduğunu biliyoruz ve onun için duruyoruz. Tüm yoldaşlarımız bu duygularla, bu inanç ve kararlılıkla aslanlar gibi, yiğitler gibi savaşıyor. Yani bizim için kutsal bir davadır. Biz özgür yaşamın buradan geçtiğini biliyoruz. Biz güzel bir geleceğin, özgürlüğün, demokrasinin, eşitliğin burada olduğunu biliyoruz. Kadın özgürlüğünün burada olduğunu biliyoruz. Toplumun özgürlüğünün, halkların özgürlüğünün burada olduğunu biliyoruz. Bunun için tüm riskleri göze alıyoruz ve tabii ki sonuna kadar da devam edecek ve kazanacağız.

Düşman ise kendine hayaller kuruyor; Kürtleri kendisine düşman olarak belirleyerek, PKK’yi düşman göstererek ‘bize dönük tehlike var’ diyerek iktidarını devam ettirmeye çalışıyor. O iktidarını bizim ölümümüz üzerinden devam ettirmek istiyor. Yani bizi yok etmek ve bunun üzerinden kendini var etmek, bu biçimde kendisini topluma kabul ettirmek istiyor. O bunun için savaşıyor ama bizim savaşımız, haklı bir savaştır. İnsani değerler temelindedir. Bunun için bu Hareket’in her militanı 14 Temmuz ruhu temelinde büyük bir aşkla, fedaice ve cesaretle savaşıyor ve biz bu temelde kazanacağız.

Daha önceki bir konuşmanızda, ‘biz Başûr’u savunmak için bu savaşı veriyoruz’ demiştiniz. Yine bu konuda Güney Kürdistan’daki birçok örgüt ve partiler için çağrınız olmuştu. Bu konuda herhangi bir gelişme oldu mu?

Şüphesiz şu an yürütülen savaş her şeyden önce Güney Kürdistan’ın savunulması, Güney Kürdistan ve tüm Kürdistan’ın kazanımlarının savunulması savaşıdır. Bunun yanı sıra tabii ki bu savaş sadece bunun için değildir; demokratik değerler ve bütün halkımızın varlığı ve özgürlüğü içindir. Çünkü bu düşman tek bir parçanın değil, bütün Kürdistan’ın düşmanıdır. Bu düşman hiçbir yerde Kürtlerin kazanımlarının olmasını istemiyor. Biz buna karşı savaşıyoruz. Dört yıldır bu savaş yaşanıyor. Özellikle de geçen yıldan bu yana daha da gürleşti. Bu yıl geçen üç aylık zaman diliminde ise çok daha fazla gürleşti ve yaygınlaştı. Çok sert bir savaş yürütülüyor.

Biz birçok kez Güney Kürdistan siyasetine dönük çağrılar yaptık. Tüm taraflara çağrılarda bulunduk. Bu çağrıları tekrarlamıyorum; halen geçerlidir. Bir de biz şu an pratik olarak savaşın içindeyiz; sonuç almayacak şeyler üzerinde durmak istemiyoruz. Yani eksiklikler vardır. Bakın; iletişimin bu kadar geliştiği, dünyanın bu kadar küçüldüğü ve her yerin birbiriyle bağlantısının olduğu çağımızda Behdinan dışarıya kapatılmış; ne dünya basını ne de bölgesel basın buraya gelip bilgi alamıyor. Şu an yaşanan savaş arazinin derinliklerinde, Zap’ın ortasında yaşanmıyor. Amediyê’nin yanı başında, Dêrelûk ve Şêladizê’nin arkasında yaşanıyor. Belki de buralardaki halkımız geceleri uçak ve top seslerinden geceleri yatamıyor ama yine de dikkat ederseniz resmi olarak gündeme girmiyor, kimse bahsetmiyor, gündem yapamıyor. Niye böyle olduğu ciddi bir konudur.

Diğer bir konu; mesela bu üç aydır savaş yaşanıyor. Türk devleti işgal etmek istiyor. Nereye geliyorsa yol yapıyor. Buradan da dönemsel değil, kalıcı olarak gelmeyi tasarladığı anlaşılıyor. Ağaçları kesiyor. Yani kendisine göre bir sistem kurmak istiyor. Bu, işgal etmektir. Bu, bir örgüte karşı operasyon değildir. Bu savaştır ve bir ülkenin işgalidir ama buna rağmen Güney Kürdistanlı güçler yalnızca izliyor.

Şimdi KDP yardım ediyor; yani Türk devletiyle işbirliği yapıyor. Bu KDP’ye dönük bir suçlama değildir; bir gerçektir ve herkes bunu görmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki KDP’nin yardımı, işbirliği ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin sessizliği olmasaydı, Türk devleti bu kadar silahla bu yöntemle üç ay boyunca bu savaşı devam ettiremezdi. Yani hükümet böyle sessiz kalınca ve yalnızca sessiz kalmayıp bölgeyi başta basın kurumları ve heyetler olmak üzere giriş-çıkışlara kapatınca, hem kimse bu savaştan haberdar olmuyor hem de herkes bunu normal görmeye başlıyor. Bu bir.

İkincisi ise aynı biçimde Irak hükümetinin sessizliği de benzer sonuçlara yol açmaktadır. Irak hükümeti de ses çıkarmıyor. ‘90’lı yıllarda Türk devleti geldiği zaman Irak hükümeti karşı çıkardı; yine zaman zaman şimdiki gibi Güneyli güçler ittifak halinde olsa da karşı çıkarlardı. Bu tür durumlarda Avrupa Birliği, vb. kurumlar karar alır, işgalci Türk devletine geri çekilmeleri için müddet verirlerdi. Bu çerçevede geri çekilmesi için Türkiye üzerine baskı oluşuyordu. Şimdi bakarsanız, öyle bir şey yoktur. Güney Kürdistan’ın o kadar yerini işgal etmişler ve bu üç aydır o kadar çok yasaklanmış silah kullanıyor ama kimse bir şey demiyor. Niye? Çünkü Güney Kürdistan’da resmi olarak iktidar olan güçler sessiz kalıyor. Sessizlik rıza göstermek, yardımcı olmaktır. Aynı şey Irak için de geçerlidir. Bunun için düşman ısrar ediyor.

Böyle olmasaydı, gerillanın şu ana kadar göstermiş olduğu direniş, onları parça parça ederdi. Mesela o kadar hamleleri boşa çıktı ve hepsinde yenildiler. Bu direniş sıradan bir şey değildir. Bu direniş gerçekten tarihidir. Belki şimdi hesaplarına gelmediği için kimse tartışmıyor ama tarih bunları unutmaz. NATO’nun ikinci büyük ordusunu, kullandığı o kadar teknolojiye rağmen üç ay boyunca durdurmak kolay bir şey değil. Şimdi durmuş durumda; işgal edemiyor. Doğru; bazı yerlere gelmiş ama biz de oralarda varız; oralarda savaş halindeyiz. Birçok yere ise gelememektedir. İstemesine rağmen gelemiyor. Yani bu sıradan bir şey değil. Aslında bu tüm Kürdistanlılar için gurur kaynağıdır. Yani bugün Kürt kadınları ve erkekleri yaratıcı bir biçimde, cesaretli ve becerikli bir biçimde büyük bir orduyu durduruyor. Bu, her Kürt için gurur verici bir şeydir. Kendine Kürt’üm diyenler için bu böyledir. Fakat bakıyoruz; bazıları zaten işbirliği yapıyor, diğerleri de sadece izliyor ya da kimileri kısmen karşı çıkıyor ama bunlar daha çok bireysel kalıyor. Yurtseverlerimizin bireysel çıkışlarla yaptığı, örgütlenmemiş, kitlesel olmayan karşı çıkışların da pek etkisi olmuyor. Bakın; eğer siyasi baskı olsaydı Türk devleti bu kadar devam edemezdi. Mecburen geri çekilirdi. Herhangi bir baskı olmadığı gibi tersine ortak olanlar ve yardım edenler oluyor. Mesela Türk devletinin yaptığı yanlışların, suçların üzeri kapatılıyor, gösterilmiyor, açığa çıkarılmıyor. O kadar katliam yapıyor ama üzeri örtülüyor.

Mesela düşman en son Bamernê’de iki çocuğu şehit etti. Buranın kimi basın kurumları ‘PKK yaptı’ dedi. Sonradan PKK’nin yapmadığı anlaşıldı; bazı bağımsız kurumlar bunu açığa çıkarttı ama işte yapılan o ilk haber ve açıklamalar bu katliamlara karşı halkın ve kamuoyunun vereceği tepkilerin önünü alıyor. Yani Kürt halkının, dünya halklarının, kamuoyunun Türk devletine karşı çok yüksek tepkileri gelişebilirdi ama Güney’de sessizlik var; onun için de gelişmiyor. Mesele sadece KDP değil, diğer partiler de kimse ses çıkarmıyor. Hatta muhalefet bile bunlara çok sıradan değiniyor. Halbuki Güney Kürdistan’a dönük olan tehlike büyüktür. İşgal ediyorlar. Şimdi biz savaşıyoruz. Biz Güney Kürdistan için savaşıyoruz; Kürt halkının tüm değerleri için savaşıyoruz. Demokratik değerler için savaşıyoruz. Eğer böyle olmasa biz de sırt çantamızı alıp gidebiliriz ve kendimizi bir tarafa verebiliriz. Böyle olmaz; biz bu düşmanı durdurmalıyız.

Bu düşman sıradan bir düşman değildir. Bu düşman öyle bir düşmandır ki bir ayı gibidir. Mesela şimdi kimileri bu şoven ve Kürt karşıtı olan Türk devletiyle ittifak yapıyor. Bu devletle ittifak bir ayıyla aynı çuvala girmek gibidir. Ayının ne zaman senin boğazından tutup boğacağı belli değildir. Yani onunla ittifak halinde olanlara da acaba ne zaman yönelecek, belli değildir. Türk devletinin tarihine bakılırsa böylesi birçok örnekle karşılaşılacaktır. Bunun için biz herkesin meseleyi anlamasını, kimsenin bu Türk sömürgeciliğine destek olmamasını, herkesin karşı çıkmasını istiyoruz. Ulusal bir tutumun oluşmasını istiyoruz. Bunun için çağrılarda bulunduk; bu çağrıları da yineliyorum.

Diğer mesele; Türk devleti her çeşit kimyasal silah, taktik nükleer silah, yine termobarik bomba kullanıyor. Bunların hepsi yasaklanmış silahlardır. Biz heyetlerin gelip incelemesini istiyoruz. Bu işle alakalı kurumlar, ‘bölgesel hükümet veya Irak davet ederse geliriz’ diyorlar. Bunlar da çağırmıyorlar. Bu tamam; kendileri çağırmıyorlar ama bağımsız heyetler geliyor; bunlar bağımsız heyetleri de bırakmıyor,  Süleymaniye’yi geçemiyorlar. İşte Saddam geçmişte halkımıza karşı kimyasal silah kullanmadı mı, o kadar katliam yaşanmadı mı? Şimdi yeni bir Saddam ortaya çıkmış -ki Saddam’dan çok daha serttir ve Kürtlerin kökünü kazımak istiyor- bize karşı kimyasal silah kullanıyor; bunu dar alanda yalnızca belli bölgeleri etkileyecek şekilde ölçülü bir şekilde yapıyor; aynı şekilde yasaklanmış silahları kullanıyor ve evrensel savaş yasalarını ayaklar altına alıyor. O zaman niye heyetlerin önünü alıyorsunuz; bırakın gelsinler ve yaşananları görsünler ama bırakmıyorlar.

Diğeri; bu savaşa dönük Türkiye’de basına uygulanan sansürün aynısı Güney’de de vardır. İşte bakın; Türkiye’de kimse bu konulara değinmesin diye Amed’de 16 Kürt gazeteciyi tutukladılar. Zaten kimsenin Botan, vb. savaş alanlarına gelmesine izin vermiyorlardı fakat kimsenin konuşmasını da istemiyorlar; onun için bu kadar baskı uyguluyorlar. Aynı sansür Güney’de de vardır. Yani pek kimse savaştan bahsetmiyor. Mesela şimdi Güney basının tamamı Amediyê’ye gelip savaşı izleyemezler mi? Elbette yapabilirler. Daimi savaş vardır ama gündeme almıyorlar. Türk devleti öylesi bir kontrol geliştirmiş ki, Güney basınına bile sansürü farz kılabiliyor. Yani bu biçimde alanı geliş-gidişlere kapatıyorlar.

İşte bunların hepsi direkt ya da dolaylı olarak Türk devletine verilmiş olan destek ve yardımlardır. Bunların hepsi üst üste geldiğinde Türk devletinin darbe yemesine rağmen işgal etmede ısrar etmesine ve devam etmesine neden oluyor. Bizim önünü almamıza ve bırakmamamıza rağmen bakıyorsun aşağıdan gelmiş; bakıyorsun güney tarafından gelmiş; sonra bakıyorsun diğer taraftan gelmiş. Yani şimdi bizimle düşman arasında bir savaş var.

Ben buradan başta aydınların ve sanatçıların diyarı değerli Amediyê halkımız, yine Bamernê, Dêrelûk ve direnişçi Şêladizê halkımız olmak üzere hem tüm halkımıza hem de Güney Kürdistan halkımıza çağrıda bulunuyorum: Halkımız bizim neler yaptığımızı kendi gözleriyle görüyor ve ne için savaştığımızı, bu uğurda kendimizi nasıl feda ettiğimizi görüyor. Mesela kimileri PKK nedeniyle bu savaşın yaşandığını söylüyor. Öyle değildir ama hadi öyle varsayalım. O zaman işte PKK savaşıyor; o zaman sen de hiç olmazsa PKK’yi kuşatmaya alma, PKK’ye karşı çalışma! Eğer PKK içinse PKK direniyor, bedel veriyor ve her şeyini ortaya koymuş durumda. Bu mertlik değil mi, yurtseverlik değil mi, Kurdistanî olmak değil mi? Yani çok açık ki bu düşman burayı işgal etmek istiyor. Mesela şimdi Efrîn’de ne yapıyor? Her gün orada Kürtlerin başına ne getiriyor? Herkes aklını başına toplamalı. Biz yurtseverlere çağrıda bulunuyoruz; yurtseverler direnişimizi yalnız bırakmamalı, destek olmalılar. Halkımızın desteği bizim için büyük bir maneviyattır. Kimse tuzağa düşmemeli. Doğru; baskılar var ama her çeşit baskının önü bir şekilde alınabilir ve gerçekçi bir biçimde destek sunulabilir. Bu savaşımız tarihi bir savaştır; Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşıdır; Kürt halkının geleceğini yaratma ve Türkiye demokrasi savaşıdır. Türk devletine karşı irade olmadığımız sürece Kürt halkı Ortadoğu’da asla irade olamaz. Türk devletine karşı durmadığımız ve onu kırmadığımız sürece bırakalım Ortadoğu’yu, Güney’de de, hiçbir yerde de Kürt halkı bağımsız ve özgür yaşayamaz. Bunu herkes bilmeli. Bunun için bu savaş tarihi bir savaştır ve tüm yurtseverleri ellerinden geldiğince destek olmaya çağırıyoruz.