Covid-19 tecrübesi sessizliğin nasıl tehdit altında olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu tecrübeden ne kadar ders çıkarılır, sessizliğe duyulan ihtiyaca ne kadar yanıtlar geliştirilir bilinmez ancak, mevcut yaşam biçimlerinin sessizliği ortadan kaldırdığı bir gerçek.
Modern dünya, kentlerin gelişmesi ile birlikte hiç olmadığı kadar gürültülü hale geldi. Kentler büyüdü megapollere dönüştü, dünyada geniş bir yeri kapladı. Başka canlıların yaşam alanları ve sessiz alanlar daraldı. Attığımız her adımda gürültü saldırısına uğruyoruz. İşe giderken, dönerken, gezerken, evde kalırken, yatarken, neredeyse her anımızda kent merkezlerinin karakteristik özelliği haline gelen bu gürültü saldırıları ile karşı karşıya kalıyoruz. Sirenler, otomabiller, inşaat, uçaklar, cep telefonlarından çıkan sesler ve dahası sessizliğe yer bırakmadı.
Gürültü öldürücü etkiye de sahip. Dünya Sağlık Örgütü’nün kriterlerine göre Avrupa’da her beş kişiden biri sağlık açısından tehlikeli olarak değerlendirilen gürültü seviyesine maruz kalıyor. Avrupa Çevre Ajansı’nın bir raporunda eğer ülkeler bu alandaki direktiflere uymazsa, durumun gelecek yıllarda daha da kötüleşeceği uyarısı yapılıyor.
Rapordaki tahminlere göre Avrupa ülkelerinin çoğunda kentsel alanlardaki nüfusun yüzde 50’sinden fazlası gündüz-akşam-gece sağlık için tehlikeli düzeyde trafik gürültüsüne maruz kalıyor. Avrupa Çevre Ajansı, gürültü kirliliğinin her yıl Avrupa’da 12 bin dolayında erken ölüme ve 48 bin yeni iskemik kalp hastalıklarına yol açtığı tahmininde bulunuyor. Ayrıca 22 milyon kişi güçlü bir şekilde kronik işitsel rahatsızlık yaşarken, 6,5 milyon kişi de önemli düzeyde kronik uyku bozuklukları ile karşı karşıya kalıyor.
Bilimsel çok sayıda araştırma ayrıca beynimizin sessizliğe ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Başta dijitalleşme olmak üzere çevremizdeki çok sayıda gelişme beynimizi yoruyor. Öyle ki nöroblimci Michel Le Van Quyen, işçilerin bir iş üzerinde yoğunlaşması ortalama 11 dakika alıyor. Bu yoğunlaşma başka bir işle kesiliyor. Ardından, yeniden işe yoğunlaşmaları için 25 dakikaya ihtiyaçları var. Artan kesintiler, psikologlar tarafından aşırı bilişsel yüklenme olarak adlandırılıyor. Sessizlik, beynin iyi işleyişi için temelli bir özelliğe sahip. Yaratıcılık, yoğunlaşmak ama aynı zamanda kendini inşa etmek için sessizlik çok önemli bir rol oynuyor.
SESSİZLİĞİN DÜNYASI
Yok edilen sessizlik ve sessizliğe duyulan ihtiyaç, bugünlerde sık sık Danimarkalı filozof ve teolog Kierkegaard ile Almanca dilli İsviçreli filozof Max Picard’ı hatırlatıyor.
Kierkegarard, “Dünya mevcut haliyle, tüm yaşam hastadır” diyor ve ekliyordu: “Eğer doktor olsaydım ve benden bir tavsiye istenseydi, ‘sessiz olun; insanları susturun’ derdim.”
Picard, daha 1948’de “Sessizliğin Dünyası” (Die Welt des Schweigens) kitabında sessizliğe felsefik bir asalet kazandırırken, Kierkegaard’ın hasta dediği bu dünyanın nasıl iyileştirileceğine işaret ediyordu.
Kitap çağımızın kötülüklerine karşı terapisttik bir el kitabı gibi. Picard, yeni bir perspektifle sessizliği dilin biçimlerinden biri olarak sunuyor. Ancak hiç bir düşünce sistemi önermiyor. Zira sistem denildiğinde sınırlar akla geliyor. Le Monde gazetesinde Ocak 1954’te yayınlanan bir yazıda “Onun kitapları, kendi iç dünyamızı yeniden inşa etmeye, dağılmış, parçalanmış kendi bütünlüğümüzü yeniden kurmaya teşvik ederek kendi bilincimize varmaya sevk ediyor” deniliyordu.
Kasım 2019’da Hristiyan La Croix gazetesi Max Picard’ı “sessizliği söze götüren bakış” şeklinde tanımlarken, “Sessizliğe karşı çıkmak ya da sessizlikten kopmak için değil, onu gerekçelendirmek, yüceltmek, yaratıcı gücünü, verimliliğini, anlamını göstermek için konuşuyor, yazıyor” diye belirtiyordu.
Neredeyse her kelimesi şiirsel olan Picard’a göre sessizlik, insanın temel yapısının bir parçasını oluşturuyor:
“Sessizlik sadece insanın konuşmaya ara vermesi değildir. Sessizlik basit bir şekilde sözden vazgeçmekten daha fazlasıdır, insanın kendisine yakışan basit bir halden fazladır.
Şüphesiz, sessizlik sözün durduğu yerde başlar ama söz durduğu için başlamaz. Ancak o sırada açığa çıkar.
Söz sessizliğe bağlı olmadığında, kendisini yeniden oluşturamaz, özünden kaybeder.
Sessizlik otonom bir olgudur.
O halde sözün ortadan kaldırılmasıyla aynı şey değildir; sakin bir köşe değildir, bütünlüklü bir şeydir, kişinin kendisiyle var olan bir şeydir, söz gibi meydana gelebilir ve söz gibi insana biçim verir ama aynı ölçüde değil.
Sessizlik, insanın temel yapısının bir parçasıdır.”