Ulusal onur günü: 14 Temmuz

Ok yaydan fırlamıştı, söz eyleme dönüşmüş, fikir hayat bulmuştu. Hayri arkadaş, 14 Temmuz günü onur mücadelesini, onuru koruma ve derinleştirme gününe dönüştürmüştü. Eylemle birlikte ihanet de teslimiyet de, 12 Eylül faşizmi de kaybetmişti.

Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nin kaderini belirleyen 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu çok anlatıldı, çok yazıldı, kitaplar kaleme alındı, konferans ve kongreler yapıldı. Ancak buna rağmen yeterli anlatıldığı söylenemez. Bu az konuşulduğu, yeterli yazılmadığı, eksik anlatıldığı için değil, anlatılmakla, konuşmakla, yazılıp çizilmekle Diyarbakır zindan gerçekliğinin yeterince ifade edilmeyeceği için böyledir. 5 No’luyu, 5 No’lu’da yaşanan vahşeti, orada gerçekleşen eylem ve baş eğmeyen tavır ve davranışları, tutsakların acılar içinde kıvrana kıvrana yaşadıkları olay ve olguları, an be an kıran kırana, başa baş, dişe diş yaşanan direnişi anlatmak, izah etmek, kaleme almak ve tüm bunları eksiksiz bir biçimde ifade etmek mümkün değildir. Dün de mümkün olmadı, bugün de yarın da olmayacaktır.

5 No’lu Cezaevi’de sadece yaşananlar değil yaşananların konsepti, oluşturulan planlamanın mantığı, uygulamaların nedenlerinin hala bilince çıkartılmadığı kesindir. Çünkü bu bilinci en iyi oluşturan Hayri, Kemal ve Mazlum Doğan olmasına rağmen bu önderlerin hala zindandaki ruhsal, düşünsel ve bilinçsel halleri daha iyi anlaşılmamıştır. 5 No’lu Cezaevi’nin belli bir bütünsellik içerisinde bilinmemesinin, yeterince bilince çıkartılmamasının esas nedeni budandır.

Öncelikle Hayri’nin içsel dünyasını, Kemal’in düşüncelerini, Mazlum’un çabasını, onun direniş çizgisine nasıl kilitlendiğini bilmek gerekiyor. Bunlar bilinse o zaman Diyarbakır 5 No’lu zindan gerçekliği de öğrenilmiş olunur. Bilmek bir olay ve olguyu bilinçte görünür kılmayı içselleştirmektir, içselleştirmek ise içselleştirilenin kişiliğe, düşünceye ve hatta ruha belli bir bütünsellik temelinde yedirmektir. Bu olduğunda o zaman tarih bugünle, bugün anla, anın yarınla buluşması çok daha kolay olacaktır. Gerçekten de o günün koşullarında Hayri ne düşünüyordu, Mazlum neden büyük bir eylemin sahibi oldu, Kemal “neden evet, evet ben Kemal Pir’im” dedi.

TEPEDEN TIRNAĞA PARTİLİ

Hayri arkadaş 5 No’lu zindanında Özgürlük Hareketi’nden birinci derecede sorumlu bir önder olarak kendini bilen, anlayan, nasıl ve niçin yaşaması gerektiğine, mücadele sürecinde nasıl bir yoğunlaşmaya ihtiyaç olduğuna dair kendini tamamen bilinç dünyasına adayan bir devrimci olarak yaşadı. Bir mahkemede “Ben PKK’nin Merkez Komite üyesiyim, dolayısıyla hem PKK’nin tüm eylemlerinden sorumluyum hem de onu koruma ve kollamada birinci derecede sorumluydum” derken aslında nasıl bir duruş sahibi olması gerektiğini de vurgulamış oluyordu.

Hayri arkadaş tepeden tırnağa partiyi yaşıyordu, bu kesindir. Öylesine söylediğimiz bir deyim değildir bu. Partiyi, zindanda nasıl temsil edeceğine dair günde onlarca arkadaşıyla konuşur, sohbet eder, bunu seminer, panel ve diğer toplantılarda da dile getirirdi. “Örgütümüz, partimiz yenidir, daha yeni tohum ektik Kürdistan toprağına, daha yeni bir kadro duruşunu ortaya çıkarttık. Düşman bu tohumu daha filizlenmeden ortadan kaldırmak, yaratılan kadro duruşunu yok etmek, Kürdistan halkının sempatisini ortadan kaldırmak için darbe yaptı, ama bununla yetinmeyecek ve bizi burada, bu zindanda teslim almak için ne gerekiyorsa onu yapacak. Burada önemli olan biz ne yapacağız, nasıl davranacağız, nasıl bir duruşa sahip olacağız ve partimizi nasıl ve hangi düzeyde temsil edeceğiz? Partimizin doğrularını, onun hakikatini ve insanlık özünü korumamız gerekiyor” diyen yine Hayri arkadaştı.

ZİNDANDA DİRENMENİN ÜÇ AYAĞI

“Partimizi korumak, ona leke sürmemek, onun çizgisini ve onuru korumak izim temel görevimizdir” diye Hayri arkadaş, zindanda direnmenin üç ayağı olduğunu şu sözlerle ifade etmişti: “Birinci ayağı fiziki olarak düşmanın kurallarına uymamak, ikincisi ideolojik ve düşünsel olarak varlığımızı sürdürmek, burada ne pahasına olursa olsun onları savunmak, üçüncüsü de mahkemelerde siyasi savunmak yapmaktır. Siyasi savunmanın diğer adı partimizin temel ilkelerini, onun ideolojisini, düşünce ve devrim stratejisini olduğu gibi mahkemelerde savunmaktır. Düşmanın bizi, hareketimizi, partimizi yargılamak istediği sanık kürsüsünde biz onu yargılayalım, biz onu sanık kürsüsünde oturtalım…” Hayri arkadaş bu anlatımlarıyla savunmanın önemini çok açık ve net bir biçimde ortaya koyuyordu. Fazla farkında olmayan tutsaklar Hayri arkadaşın bu perspektifiyle siyasi savunmanın ne demek olduğunu öğrenmiş olmuşlardı.

Hayri arkadaşın direniş ayaklarından birisi dediği siyasi savunma kararından sonra toplu ve bireysel olarak yoğun bir sürece girilmiş olduğunu mahkeme tutanaklarından ve gerekçeli kararlardan öğreniyoruz. PKK’li tutsaklar için savunma yapmak veya yapmamak temel bir görev oldu.

SEN DÜŞMANI YARGILAYACAKSIN

“Düşman seni değil sen düşmanı yargılayacaksın” demişti Mazlum arkadaş. Nerede olursan ol sen düşmandan değil düşman senden korkacak. Senin korkacağın bir şeyin yok, sen kimsenin dilini, kültürünü, düşüncesini, toprak ve yaşam tarzını yasaklamamış, inkar etmemişsin ki utanasın, korkasın. Seni dört parçaya bölen, seni inkar eden, halkını ve ulusunu yoksayan düşman utansın, o senden korksun. Bu nedenle mahkemede, sanık sandalyesi denilen sandalyeye çık düşmanın yüzüne haykır, seni yargılamak isteyen cellatların yüzüne tükür” diyen Mazlum arkadaşın bu konudaki duruşu da son derece netti. Hayri arkadaştan farklı düşünmeyen, ama çok daha katı davranılması gerektiğini söylen Mazlum arkadaşın “kurallar” süreci için de böylesi keskin, net duruşu yapmış olduğu fedai eylemiyle kendini kanıtlamıştı.

24 yaşında PKK Merkez Komitesi’ne seçilen en genç üye olarak bitmez tükenmez bir enerjiye, düşünce sistematiğine sahip, bilinçle duygu ve ruhsal bütünselliği en doğru halkada yakalamış, bu özelliklerini 5 No’lu’da daha derin ve yoğunlaştırılmış bir biçimde sürdürmüştür. Sömürgecilik koşullarında, işgal ortamında, inkâr ve katliamın sistemli bir biçimde sürdüğü Kürdistan’da bir devrimcinin temel özelliklerinden birisi olan katı, ısrarlı, keskin iradeli, çelik gibi sağlam bir kişiliğe sahip olunursa ancak sonuç alınabilir gerçeği, sözcüğün tam anlamıyla Mazlum arkadaşta somutluk kazanmıştı. Sistemi, düzeni, sömürgeciliği ve onun kişiliği, yaşam tarzını cepheden, kesin ve tereddütsüz bir biçimde reddeden bir devrimci, bir Apocu, bir PKK öncü kadrosu olarak daima, her zaman ve her koşulda güven, moral ve cesaret veren kişiliğiyle muhteşem bir ideolojik derinliğe ve direniş bilincine sahipti.

KARANLIK DEHLİZDE IŞIK OLDU

“Kurallar” döneminde en fazla zorlanan zindan önderlerden birisiydi Mazlum arkadaş. “Nasıl oldu, nasıl yaşamlaştı, nasıl böyle bir sürece girdik, gerçekten de anlaşılır gibi değildir” diyordu. Uyumuyordu artık, gözüne uyku girmiyordu. Mazlum arkadaş öylesine zayıflanmamıştı, eriyordu, tutsaklar bunu görüyordu. Ama Mazlum arkadaş gördüğü her tutsağa “kurallar sürecini aşalım, yeniden direnelim, uyduğumuz kuralları da reddedelim, hemen, hiç zaman harcamadan. Çünkü kurallı olduğumuz her dakika kendimizle, partimizle, yaşamımızla ters düşmüş oluyoruz. Bunu mutlak anlamda aşmalıyız, yoksa başka şeylere başvurmak zorunda kalırız” diyordu.

Ve Mazlum başka şeyleri yapmak zorunda kaldı. Tek bir amacı vardı partiyi zindanlarda kurtarmak, saldırıya uğrayan ve 12 Eylül karanlığı ile etrafı çepeçevre sarılan harekete kara leke sürmemek, binlerce tutsağın sesi olmak, faşizme boyun eğmemek, diz çökmemek ve o karanlık dehlizde ışık olmak, yol göstermek için fedai eylemini gerçekleştirdi. Mazlum arkadaş çözümü çözümsüzlükten arayıp bulan, ışığı zifiri karanlıkta yaratan, en kıt olanaklarla büyük olanaklar yaratan, iç kibrit çöpünden dağları aydınlatan yaratıcı bir devrimciydi.

BEN KEMAL PİR'İM

Kemal Pir, kişiliği, duruşu, yaratıcılık hali, düşmana karşı kullandığı akıl almaz taktikler bazında ender devrimcilerden birisiydi. Enternasyonal özü, temiz ruhu, tepeden tırnağa devrimci olması büyük bir güven kaynağıydı. Kemal Pir arkadaş bir devrim olarak doğmuş ve büyümüştü. Sesi, fiziki varlığı, uzaktaki hali bile örgütleyici ve güven verici olmada büyük bir teminat unsuruydu. Kemal Pir arkadaş, Esat Oktay Yıldıran’la konuşurken boşuna “Ben Kemal Pir’im” belirlemesini yapmamıştı. Konumunun farkında olan Kemal Pir davranışları ve duruşunun da buna denk olması gerektiğini bilen bir önder olarak düşmanın yüzbaşısıyla konuşuyordu. Konuşmasının net, duruşunun keskin, davranışı konumuna uygun olması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Her sözü yüzbaşıya sıkılan bir kurşun gibiydi. Aslında sıktığı kurşun herhangi bir kurşun değil sözcüğün gerçek anlamıyla her belirlemesi, her tespiti birer domdom kurşunu ağırlığındaydı.

“Kurallar” sürecinde en fazla etkilenen Kemal Pir arkadaş olmuştu. Devrimci gururuna yedirmiyordu, hazmetmiyordu, kendine ve partisine yakıştırmıyordu. Ölüm orucuna girdiğinde yüzbaşı Esat, Kemal Pir’i “Bu sefer başarısız olursan sana yapacağımı yaşamın boyunca unutamayacaksın” diye tehdit etmişti. Kemal Pir durur mu hiç? “Bak yüzbaşı bu sefer kazanan ben olacağım. Beni paramparça etsen de bu sefer hiçbir şey dediğin ve istediğin gibi olmayacak, bu sefer her şey benim istediğim gibi olacak, işte bunu burada söylüyorum.”

Ve gerçekten de her şey Kemal Pir arkadaşın istediği gibi oldu. 14 Temmuz Ölüm Orucu’nda ilk şahadet kervanına katılan kendisi oldu. Ölüm orucu boyunca hep konuştu, tartıştı, vasiyetini söyledi, daha sonraki yıllarda mücadelenin hangi aşamadan ve nasıl geçeceğini durmadan anlattı. Gözlerini kaybettiği zaman da konuştu, gardiyanlarla konuştu, Gestapo doktora küfür etti, bağırıp çağırdı, sigarasını ters yaktığı zaman “Beni Batman’da gömün, orası Mahsumların yurdudur, Kürt gençlerinin akın akın mücadeleye katıldığı bir yerdir, bu nedenle orada olmalıyım, beni orada gömsünler” diyerek, bir anlamda vasiyetini ilan etti.

HER SÖZ KURŞUN GİBİ SAPLANDI

Hayri arkadaş ölüm orucu eylemini açıklamak istediğinde mahkeme heyeti söz hakkı vermemişti. En çok üzüldüğü ve en çok korktuğu durum buydu. Çünkü daha önce de mahkemeye çıkmasına rağmen söz verilmemiş dolayısıyla eylemi açıklama fırsatı bulamamıştı. Mustafa Karasu, Kemal ve diğer arkadaşlar aman ha bu sefer mutlaka söz al ve eylemi açıkla” demişlerdi. Mazlum arkadaşın konuşmasını hatırlayan Hayri arkadaş ısrarla elini kaldırmış ve hakim konuşmasına izin vermek zorunda kalmıştı.

Hayri arkadaşın ağzından çıkan her söz bir kurşun gibi saplanıyordu cellatların o çürümüş ve kokuşmuş bedenlerine. “Çok konuştuk çok tartıştık artık söz bitmiştir. Bugünden itibarıyla ölüm orucuna giriyorum. Talebimiz siyasi savunmalarımız üzerindeki baskılar kalkana, işkencelere son verilene, teslimiyet ve ihanet dayatmasına son verilene kadar eylemimi sürdüreceğim” demiş ve böylece 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu’nun startı verilmişti. Ok yaydan fırlamıştı, söz eyleme dönüşmüş, fikir hayat bulmuştu. Hayri arkadaş, 14 Temmuz günü onur mücadelesini, onuru koruma ve derinleştirme gününe dönüştürmüştü. Eylemle birlikte ihanet de teslimiyet de, genç Kemalistler de, Esas Oktay da, Kenan Evren de, 12 Eylül faşizmi de kaybetmişti. 14 Temmuz günü Hayri arkadaş kendi zaferini, partisinin, önderliğinin ve Kürdistan halkının onur günü olarak zafere giden yolda büyük bir adım atmıştı. Ardından Kemal Pir, Ali Çiçek ve mahkeme salonunda bulunan üç kişi daha zafer kervanına katılmıştı. Daha sonra cezaevinde Akif Yılmaz ve birkaç tutsak daha ölüm orucu sürecine dahil olmuştu.

O BİR MİLİTANDI

Ölüm orucunun en genci Ali Çiçek’ti. Atik, atılgan, cesur, enerji dolu bir Apocu’ydu. Keskin ve kararlı duruşu ile genç yaşta Apoculara katılmış, ideolojik döneme denk gelmesine rağmen daha çok eylem ve askeri alana eğilim göstermişti. Gerçekten de dimdik duran ve onurundan en ufak bir taviz vermeyen, sanki dünyanın tüm cesaretini kendi bünyesinde taşıyan bir militandı. “O bir militandı” sözü sanki onun için söylenmiş bir sözdü. Onun için cesur yürekli demek de mümkündü. Sözünü esirgemez, söylenmesi gereken bir şey varsa zamanında ve yerinde söylerdi. Sadece arkadaşlarına, dostlarına değil düşmanlarına da aynı davranırdı. Düşmana esir düştüğünde tam üç ay işkencede kalmıştı. Bu süre içinde tek bir söz söylememişti. “Sizin işiniz bana işkence yapmak benimki de konuşmamak, size karşı direnmektir” demişti. İşkencecilerin yapacakları bir şey olmayınca Ali’yi ifadesiz bir biçimde cezaevine göndermişlerdi. Ölüm orucuna başlaması da yiğitçeydi. Mahkeme heyetinden izin almadan oturduğu yerde “Ben de konuşmak istiyorum” diyen Ali heyetin yanıtını beklemeden sanık kürsüsüne doğru ilerlemiş ve tarihe şu notu düşmüştü: “Ben de Hayri abiyle birlikte ölüm orucuna giriyorum. PKK bize teslimiyeti değil direnişi öğretti. Bu nedenle ben de direniş saflarına, ölüm orucu saflarında yerimi alıyorum.”

O gün o salonda, cellatların sanık kürsüsünde halkların, Kürtlerin, PKK’nin tarihi yazılıyordu. Kürdistan’ın gerçek sahipleri, Kürt halkının evlatları, Seyit Rıza’nın, Şeyh Said’in, Alişer ve Zarife’nin torunları sadece ama sadece doğruları, gerçekleri, hakikatı haykırıyordu cellatların egemen olduğu o “mahkeme” dedikleri salonda.

BİR HAVARİ VE BİR DERVİŞ GİBİYDİ

Akif Yılmaz o tarihi gün mahkemede olmadığından bir gün sonra cezaevinde ölüm orucuna katılır. Esat Oktay Yıldıran’ın yardımcısı işkenceci teğmen Ali Osman Aydın Akif Yılmaz’a, “Burası, Diyarbakır cezaevi, işte şimdi gireceğiniz bu hücreler, yani 36. Koğuş sizlere, Apoculara mezar olacak, bunu unutmayın” deme cesaretini gösterir. Akif Yılmaz ise “Burası, bu hücreler, yani 36. Koğuş kime mezar olacağını göreceğiz” diye yanıtlar, soğukkanlı bir ses tonu ve biraz da gülümseyerek…

Hayri arkadaş ölüm orucunda bir derviş gibi, bir havari gibi sessizce ve derinden derine yoğunlaşarak teslimiyet ve ihanete karşı zaferi elde etmenin onurunu yaşıyordu adeta. Bazen saatlerce konuşmuyordu, bazen de Kemal arkadaşla uzun uzun sohbet ediyordu.

SON SÖZ VE VASİYETLER

Zafere giden yolun son durağına varmak üzere olan ölümsüzler ordusunun fedaileri artık son sözlerini, bir anlamda vasiyetlerini söylüyorlardı. Akif Yılmaz şunları tarihe düşüyordu: “Mazlum arkadaşı kaçırmak için çok uğraştım, ama başaramadık. Bir çöp bidonun içinde daha önce belirlediğimiz yere gelmesine rağmen biz gidemedik. Daha doğrusu gitmemiz gereken yere değil de yanlışlıkla başka bir yere gitmiştik. Mazlum arkadaş orada, oracıkta gözleri bizi ararken biz yoktuk, gelmemiştik. Askerler tekrar onu alıp cezaevine götürdü. Bu olay bana dert oldu. Mazlum arkadaş oturuyor aklıma, beynime, ruhumun tam da orta yerinde. Hele şahadeti beni çok daha derinden vurdu. İşte ben de onun yanına gidiyorum. O, parti ve tüm arkadaşlar beni affetsinler.”

Ali Çiçek, Hilvan mücadelesinde Süleymanlara karşı yürütülen mücadele dönemini ve tabi ki cezaevinin kurallı ve tavizli süreci anlatıyordu son sözlerinde: “Kurallı ve tavizli bir süreci yaşamayabilirdik. Hepimiz zamanında daha çok çalışsaydık ve hata yapmasaydık bu süreci yaşamayabilirdik. Son derece stratejik olan Hilvan mücadelesinin uzamasının nedeni de bizdik. O eşkıya çetesini daha erken düşürebilirdik. Bu olmayınca süreç uzadı. Tabii ki bu eylem, yani ölüm orucu eylemi önemlidir, daha erken de başlayabilirdik. Çünkü hareket bizi onu temsil etmemiz için belli düzeyde konumlandırdı. Eylem içinde olmamıza rağmen yine de bir özeleştiriye ihtiyaç vardır.”

Hayri arkadaşın tutumu, duruşu, düşüncesi, duygusal ve ruhsal yapısı ile özeleştirisi çok daha farklıydı. O ölüm orucu kervanında aslında son sözlerini söylemiyordu, daha sonraki yıllara damgasını vuracak, tarih olacak, düşünce ve eyleme dönüşecek sözler söylüyordu. Korkunç acılar çekmesine, bir deri bir kemik kalmasına rağmen tek başına kaldığı hücrede derin bir yoğunlaşmayı yaşadı. Geçmişi anla, anı yarınla, yarını daha sonraki yıllarla adeta muhasebe yaptı ve sonuçta şu tarihi sözleri not düştü: “Mezar taşıma bu adam halkına karşı borçludur.”

14 Temmuz büyük Ölüm Orucu Direnişi Özgürlük Hareketi’nin ruhu oldu. Bu ruh bir destandır, taviz vermeyen bir direniştir, zindanın karanlık dehlizlerinde düşmana aman dilemeyen, boyun eğmeyen, boyun bükmeyen baştan başa tepeden tırnağa kendi küllerinden bir halkı, bir ulusu, bir yaşamı yeniden yaratmadır. 14 Temmuz zindanlardan direniş ruhunu eken Kemal Pir, Hayri Durmuş, Ali Çiçek, Akif Yılmaz gibi önder ve öncü kadroların yüksek düzeyde Önder Apo’ya bağlamanın en sade ve duru duruşlardır. 14 Temmuz “Biz varız, vardık, varolmaya devam edeceğiz, Kürt halkı ve Kürt ulusu mutlak anlamda özgürlüğüne kavuşacaktır” şiarının yüksek sesle haykırışıdır.

Kaynak: Yeni Özgür Politika