12 Eylül’den bugüne açlık grevleri - II

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, Türk cezaevlerindeki tutsakların, aynen 12 Eylül’dekilerin bilinci ve sorumluluğu ile yaklaştığını, mevcut direnişlerin de bunun ifadesi olduğunu söyledi.

Zindanlarda direnişin daha da büyüyerek tüm Türkiye ve Kürdistan’ı saracağını, gelişen mücadelenin mutlaka zaferle taçlanacağını belirten PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, “İmralı tecridinin kırılması, AKP-MHP faşizminin geriletilmesi, Kürdistan ve Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesini çok daha ileri boyutlara taşıyacaktır” dedi.   

1981’den 1996’ya kadar Türk cezaevlerinde rehin tutulan PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, 12 Eylül 1980 darbesinden itibaren gelişen zindan direnişi ve günümüzdeki durumla ilgili sorularımızı yanıtladı. Söyleşimizin son bölümü şöyle:

12 EYLÜL İLE GÜNÜMÜZ ÖZDE AYNIDIR

12 Eylül ile bugünkü süreç arasında büyük bir fark var mı?

Günümüzdeki direnişçiliği anlamak için elbette günümüzün koşullarını iyi bilmek gerekir. 12 Eylül ile günümüz koşulları özde aynıdır. Birbirinden farklı değildir. Biçimsel, nicel farklılıkları vardır. 12 Eylül döneminde cuntacı generaller ile bugünkülerin topluma yaklaşımı aynıdır. Birbirinin devamı niteliğindedir. 12 Eylül döneminde kimlerin zindanlara alındığını belirtmiştik. Şimdi de zindanlara alınanlar aynı kesimlerdir. Devrimciler, demokratlar, sosyalistler, aydınlar, yazarlar, işçi liderleri, sendika başkanlarıdır. Gazete ve dergi çıkartanlardır. Kim düşünce sahibiyse, kim demokrasi ve özgürlük temelinde mücadele ediyorsa onlardır. Sessiz bir toplum yaratılmak isteniyor. 12 Eylül de aynen böyleydi. Sessiz bir toplum yaratılmak isteniyordu. Cuma günleri oluyordu, İstiklal Marşı okunuyordu. Okullarda veya devlet dairelerinde bayraklar yarıya indirilirdi. O anda oradan geçenler hazır ola durmak, geçmek durumundaydı. Eğer hazır ola geçmeyen varsa orada hemen polis ya da asker tarafından yaka paça tutulurdu. Ya orada dövülürdü ya da direkt gözaltına alınıp işkencelerden geçiriliyordu.

Hatta o zamanlar, 80’li yıllar içerisinde Ortaoyuncular (Ferhan Şensoy) Ankara’da şöyle bir şey yapıyorlar; Nazi üniformasını giyip kollarında gamalı haç, Kızılay gibi Ankara’nın en işlek yerinde durarak selam veriyor, gelen-geçen herkesten kimlik soruyorlar. Bunun karşısında ses çıkartan kimse yok. 12 Eylül böyle bir toplum yaratmak istiyordu. Hedefinde bu vardı. Başarılı da olmuştu. Şimdi de AKP-MHP faşizminin yarattığı, ondan başka bir şey değil. Toplumu sürüleştiriyor. Sürüleştirilmiş bir toplum haline getiriyor. Aslında kendi toplumunu bu şekilde yaratıyor. Bu toplum ise onların her şeyini alkışlıyor, bravo diyor, başka da bir şey söylemiyor. Bunlar karşısında bir ses çıkartan olduğu zaman ne oluyor? Hakkında dava açılıyor, zindanlara alınıyor, sürüm sürüm süründürülüyor. Hatta 12 Eylül’ü kat be kat aşan bir politika devreye konulmuş durumdadır. Bu açıdan 12 Eylül ile günümüz koşullarını birbirinden ayırmamak gerekiyor. Birbirinin devamıdır. 12 Eylül’ün bugün en katmerlisi uygulanıyor. Bu koşullarda zindanlar aynı şekilde devrimcilerle, demokratlarla, sosyalistlerle, ilericilerle, aydınlarla; kafasını yoran, toplumun geleceğiyle ilgili düşünen kim varsa onlarla doldurulmuş durumdadır.

Direniş dinamikleri törpüleniyor. Ya da direniş dinamiklerinin harekete geçmesi engelleniyor. Aynı 12 Eylül’de olduğu gibi. Baskı var, zor var ama o zor koşullarda halkı harekete geçirecek öncüler ya da dinamik ögeler zindanlara alınmış. Bunlar bugün de aynıdır. Zindanlar dolmuş taşmıştır. Şimdi zindanlara yeni tutuklananları koyacak yer yok. Devletin yapmış olduğu yatırım diye reklamını yaptığı birçok şey yeni zindan yapımlarıdır.

ZİNDAN HALİNE GETİRİLMİŞ ÜLKE

Böylesi koşullarda dışarısı hakkında ne diyebiliriz?

Dışarıda da ülke büyük bir zindan haline getirilmiş. 12 Eylül’de Kürdistan’ın Suriye sınırında duvarlar yoktu. Şimdi onlar da var. Türkiye’nin bir kısmı sularla diğer kısmı da duvarlarla çevrili. Fiilen değil, kelimenin gerçek manasıyla zindan haline getirilmiş bir ülke var. Bu devlet sınırları içerisinde de insanlar zindan yaşamını sürdürüyor. O zindan yaşamı içerisinde, eskiden zindanlar, dipsiz kuyular, mahzenler vardı. Şimdiki cezaevleri de o dipsiz kuyular- mahzenlerdir. Devrimciler, demokratlar hep oraya doldurulmuşlardır. Böylesi bir zindan gerçekliği içerisinde doğal olarak temel görev yine zindanlarda bulunan tutsaklara düşüyor.

ZINDANLAR BUGÜN DE DİRENMEK ZORUNDA

Ne yapacaklar?

Direnecekler. AKP-MHP faşizminin politikalarına karşı direnecekler. Onlara karşı devrimci, demokratik, sosyalist, özgürlükçü fikirleri savunacaklar. Onların dışarıda toplum üzerinde etkili hale gelmesine karşı direniş içerisinde olacaklardır. Aynen 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında zindanlarda bulunan devrimci tutsakların bilinci ve sorumluluğu ile kendilerine yaklaşacaklardır.

Şimdi zindanlarda bu bilinçle, bu sorumlulukla yaklaşım gündeme geldiği zaman direnişler de buna göre bir biçim alacaktır. Şimdi zindanlarda gerçekleşen direnişler böyle bir gerçekliği ifade ediyor. Toplumun en dinamik, en direngen ögeleri zindana alınıyor, onlar teslim alınmaya çalışılıyor ve buna bir karşı koyuş var.

Bu teslim almaya çalışma nasıl gerçekleşiyor?

Önder Apo üzerinde uygulanan o mutlak tecride dayanarak gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Şunu herkesin kabul etmesi gerekiyor. Önder Apo sadece Kürdistan halkının değil, Türkiye halklarının da önderidir. Önder Apo’nun direnişi, Türkiye ve Kürdistan’daki özgürlük ve demokrasinin direnişidir. AKP-MHP faşizminin de karşı olduğu bu gerçekliktir. Onun için Önder Apo’ya saldırıyor, tecridi ağırlaştırıyor, komploya yeni boyutlar kazandırmaya çalışıyor. Oradan sonuç alırsa tutsaklar üzerinde; Kürdistan ve Türkiye halkları üzerinde sonuç almış olurum, diyor.

ÖNDER APO 20 YILDIR DİRENİYOR

Şöyle düşünmek yanlıştır; Önder Apo zindandadır ama herhangi bir tutuklu değildir. Halkların iradesini temsil eden, rehine konumuna getirilen bir tutsaktır. Önder Apo üzerinde uygulanan politika aynı zamanda Kürdistan ve Türkiye toplumları üzerinde uygulanarak sonuç alınmaya çalışılan politikadır. Bunun içindir ki en temel hedef Önder Apo’dur. Başka bir şey değil. Önder Apo, orada bir kişi olmaktan öte, Kürdistan ve Türkiye halklarının iradesini temsil eden bir önderliktir. Onun için mutlak tecrit uygulanıyor. Onun için herkesle bağı koparılmak isteniyor. O nedenledir ki zindanlarda günümüzde gerçekleşen direnişin temelinde de Önder Apo üzerinde uygulanan tecride karşıtlık yer alıyorsa nedenini bu gerçeklik oluşturuyor. Biz de bugünkü zindanlarda gerçekleşen direnişi aslında Önder Apo’nun şahsında, Kürdistan ve Türkiye halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinin temsili olarak ele almak zorundayız. Bugün de Önder Apo büyük direniyor. Emsalsiz bir direnişi, 20 yıldır sürdürüyor. Şimdi Önder Apo’nun esareti karşısında tüm zindanlarda bulunan PKK’li, PAJK’lı tutsaklar, Türkiyeli MLKP gibi yoldaşların da dâhil olduğu direnişler böylesi bir gerçekliği ifade ediyor.

DİRENENLER YALNIZ DEĞİLLER

Direnişin etrafındaki çember ve koşullar açısından da 12 Eylül ile aynı mı, yoksa farklılıklar var mı?

Şunu belirtmekte yarar var. 12 Eylül ile günümüz koşullarının ortak yanları çok fazladır. Sömürgeci faşist diktatörlüğünün bulunduğu durum itibariyle böyle diyebiliriz. 12 Eylül dönemi ile bugünkü koşullar arasında farklılıklar da vardır. Devrimci-demokratik güçlerin içinde bulunduğu gerçeklik itibariyle böyledir.

Önceki sorulara yanıt verirken şunu belirtmiştim; 12 Eylül döneminde devrimci-demokratik-sol örgütlerinin öncü ve kadro yapısı çoğunlukla zindanlara alınmıştı. Dışarıda bu örgütlere mensup çok sınırlı sayıda kadronun varlığı söz konusuydu. En derli toplu olan ise PKK idi. Hem zindanlarda en derli topluydu hem de dışarda en derli toplu hareket PKK idi.

Niye?

Önder Apo, 12 Eylül faşist darbesinin gerçekleşeceğini görmüş buna göre örgütsel tedbirler almıştı. Örgüte yeni nefes boruları açmıştı. Oralardan örgüt kendini toparlayarak bir mücadeleyi başlatabilecek imkânlara sahip olmuştu. PKK, 12 Eylül’ü böyle karşılamıştı. Yani 12 Eylül gelmeden önce 12 Eylüle karşı hazırlık sürecine girmişti. Buna göre örgütlenmesini, kadrolarını, çalışmalarını, eğitimlerini gerçekleştiriyordu. Zindanlarda o zaman direnişler başladığında PKK böylesi bir faaliyet içerisindeydi.

Şimdi koşullar çok farklı. PKK güçlü bir halk hareketi, güçlü bir öz savunma gücünü ortaya çıkardı. Hem Türkiye’de hem Kürdistan’da hem dağlarında hem de birçok alanda güçlü bir örgüt olarak varlığını sürdürüyor. 12 Eylül döneminde olduğu gibi zindanlardaki tutsaklar artık tek başlarına değiller. Bunu bilmek gerekir.

Gerillanın, güçlü bir halk hareketinin, PKK’nin örgütlülüğünün varlığı ve geliştirdiği mücadele ile elde ettiği mevziler/kazanımlar, bir kere zindanlardaki tutsakların direnişlerinin gelişmesinde güç alacakları, temsilini bulacaklar bir kaynaktır. Bunun üzerine gelişiyor direnişler. 12 Eylül döneminde zindan direnişleri bir mücadele döneminin önünü açtı. Ama şu anda süreklilik içerisinde bir mücadele gerçekliği var. O süreklilik içerisindeki mücadele zindanlar için büyük bir güvencedir.

Düşman zindanlara, 12 Eylül dönemindeki gibi çok kolay yönelemiyorsa nedeni bu direniştir. Eğer 1984’te 15 Ağustos atılımı gerçekleşmeseydi zindanların durumu çok daha farklı olabilirdi. Daha fazla arkadaşımız, yoldaşımız şehit düşebilirdi. Zindanlarda daha büyük işkenceler yaşanabilirdi. Bunun önünü 15 Ağustos devrimci çıkışı almıştır. 15 Ağustos’taki devrimci çıkış bir kıvılcımdı. Bu kıvılcım şimdi büyük bir yangına dönüşmüştür. Bu gerçeklik içerisinde zindan direnişi yer buluyor. Öyleyse burada zindan direnişleri ülkede gelişen özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile öz savunmayla bütünleşmek durumundadır. Bütünleştiği zaman sonuç elde eder. Bu bütünleşme de birleşik bir mücadeleyi gerektirir. Yalnızca dağlarla sınırlı kalmaz, zindanlar da girer. Sadece zindanlarla sınırlı kalmaz, dağlar, şehirleri de içerir. Toplumun bütününü de etkisi altına alır. Bunların birleşik hareketi, zindanlardaki direnişin genelde gelişen özgürlük ve demokrasi mücadelesinin başarıyla sonuçlanmasına neden olur.

Şimdi zindanlardaki direnişler 12 Eylül dönemine oranla böylesi avantajlara sahip olmaktadır. Bu temelde bugünkü zindan direnişlerini ele almak, bu zindan direnişleri karşısında da hem zindanda bulunanların hem de farklı alanlarda süren mücadelelerde yer alanların görev ve sorumluluklarını neye göre belirlemelerini gerektiğini ortaya koyar. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Zindanlarda direniş devam ediyor. Kuşkusuz kendileri bunu belirlemişlerdir ama bunun yanında da toplumun diğer kesimlerinin, demokratik, sol, sosyalist, devrimci zihniyetini almış tüm duyarlı kesimlerin de kendi bulundukları ortam ve koşullarda o direnişi tamamlayan, o direnişe güç veren bir direniş mücadelesi içerisinde yerlerini almaları gerekir.

SONUÇLANMADAN HAREKETE GEÇİLMELİ

Ne yapılabilir?

Ne yapabiliyorsa, elinden ne geliyorsa onu yapan bir örgütlenmenin, mücadelenin, tutumun sahibi olmalıdırlar. Şu anda yapılacak tek şey de budur. Bunun dışında açlık grevi nasıl sonuçlanacak diye bakmamak; açlık grevleri sonuçlanmadan harekete geçmek gerekir. Sonuçlandıktan sonra harekete geçmenin birçok şeyin önüne geçmeyi olanaksızlaştırabileceğini bilmek lazım. Açlık grevleri sonuçlanmadan harekete geçmek, olabilecek birçok şeyin de önüne geçilmesine imkân sunar. Beklemek değil, susmak değil, mevcut durumda ne gerekiyorsa onu yapmak. AKP-MHP faşizmine karşı nasıl bir mücadele edilebiliyorsa onu yapmak. Eline taş alıp atabilirsen onla, duvarlara yazı yazabilirsen onla ya da ona birçok alanda zarar mı verebiliyorsun, yıpratabiliyor musun, ne yapabiliyorsan onu örgütlü olarak örgütlü, bireysel olarak bireysel ya da kimle yapabiliyorsan yapabilecek bir konumda olmalısın. Onun ötesinde bir şey artık yok.

DEVRİMCİ ANLAMLI YAŞAYANDIR

Zindan direnişleri beraberinde şehadetler de getirebilir. Direnişçilerin yaşam-ölüm diyalektiğini okuma biçimini biraz tarif edebilir misiniz?

Ölüm-yaşamı nasıl anlamlandırabildiğine bağlı bir durumdan bahsediyoruz. Bu ilişkide sen ölümü klasik anlamda bilinçlere yerleştirilmiş bir sonuç olarak değerlendiriyorsan doğal olarak bu ölüme yaklaşımın farklı olur. Fiziki olarak bedenin yok olmasını bir ölüm değil de bir mücadele biçimi ya da bir mücadeleyi yürütürken ödenmesi gereken bedel olarak ele alırsan, o zaman sen o an ona çok farklı yaklaşırsın. Devrimci hiçbir zaman ölümle yaşama, düzenin vermiş olduğu anlam gibi yaklaşmamıştır. Düzenin verdiği anlama göre, “anı yaşa, nasıl yaşarsan yaşa ama yaşa”. Felsefe budur. Devrimcilerdeki yaşama yaklaşımı anlamlı yaşayabilme, her ana anlam verebilme, bu anlamda da onu doya doya yaşayabilme, mücadele içerisinde doya doya yaşayabilmedir. Bunu gerçekleştirebilirsen devrimci anlamda yaşama bu şekilde anlam vermiş olursun. Şimdi bunlar arasındaki farkı görmek gerekiyor. Eğer bunlar arasındaki farkı görmeden herhangi bir insanın ölüm-yaşam arasında kurmuş olduğu bağa göre bir yaklaşımla zindanlardaki direnişe yaklaşırsak anılırız. Cezaevinde açlık grevinde olanın başına gelmiştir, bizler de ara ara açlık grevlerine katıldık. Açlık grevlerinde bir süreden sonra doktorlar geliyordu nabzımızı ölçüyordu. Nabzımız çok düştüğü, ölçülemez hale geldiği zaman doktorlar yaşamı çekici kılabilecek şeyler söylüyorlardı. Yani son ver artık ölüyorsun, yaşamak güzel gibi şeyler söylüyorlardı. İşkencelerde de böyleydi artık. Nefes alamaz hale geliyorsun. Ölümle yaşam arasında gidip geliyorsun ve o anda senin yeniden nefes almanı sağlayarak, “yaşam ne kadar güzel, görüyor musun?” diye anlatmaya çalışıyorlar.

Yani onların ölümle yaşam arasındaki kurmuş olduğu bağ odur; ilkelerden uzak, değerlerden uzak, kişiliği kaybetmiş bir yaşam, onların görmüş olduğu yaşamdır. Onların kabul etmiş olduğu bir yaşamdır. Ölüm de böylesi bir yaşamı, böyle bir yaşamın dışında başka bir yaşama gelmemeye çağrı anlamındadır. Bunun dışında başka bir şey yok. Kemal Pir arkadaşın bu konuda söylediği söz önemlidir. “Yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyoruz” diyordu. Kemal arkadaşın, açlık grevinde gözleri görmüyor artık, doktor diyor “gözün görmüyor ama yemek yersen, açlık grevini bırakırsan, senin yeniden görmeni sağlayabiliriz.” Kemal Pir’inin buna verdiği yanıt, “açlık grevini bırakmış ama gözleri gören bir Kemal! Öyle bir Kemal’i ne yapayım. Öyle bir Kemal olmaz” oluyor. Şimdi ölüm ve yaşam devrimci literatürde böylesi bir anlam ifade ediyor. Aslında devrimci insan literatüründe ölüm yok, yaşam var. Bu yaşam içerisinde ödenen bedeller var. Bu bedeller içerisinde fiziki varlığın son bulabilir ama bu senin ölümün anlamına gelmez. Daha fazla yaşamak anlamına geliyor. Ölümsüzleşmek anlamına geliyor. Şimdi Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı kim unutmuş, Kemal Pir’i, Haki Karer’i, Mazlum Doğan’ı, Hayri Durmuş’u kim unutmuş? Bunların hepsi yaşıyor, bilinçlerde yaşıyor, fotoğraflarda yaşıyor, kitaplarda yaşıyor, panolarda yaşıyor, ölümsüzleşmişlerdir. Bir yanda yaşayan ölüler var, diğer tarafta direnerek hep yaşayanlar var. Şimdi biz ölüm-yaşam bağını bu şekilde kurmak durumundayız ve zindanlarda bugün açlık grevi içerisinde olan tüm yoldaşlarımızın da bu bilinçle, bu gerçeklikle hareket ettiklerini bilmek zorundayız. Onun için bugün zindanlarda direniş içerisindeki yoldaşlarımız açlık grevinde sakat mı kalacaklar ya da o fiziki varlıklarını kaybedecekler, bunların onlar için hiçbir anlamı yok. Leyla Güven’in basına yansıyan açıklamaları oldu, “hayatımda hiç bu kadar huzurlu olmadım” diyor. Bunu açlık grevinin 60’lı günlerinde söylüyor. 60. gününde olan bir açlık grevcisinin o halini insan anlayabiliyor ama Leyla Güven diyor ki “en huzurlu anımı yaşıyorum.” Şimdi tutsak yoldaşlar zor koşullarda direnerek görev ve sorumluluklarını yerine getirip, o anlamda huzurlu bir devrimci olarak “her şeyi, tüm bedelleri ödemeye hazırım” diyor. Mevcut durumda zindanlarda direnen yoldaşlarımızın yanında zindanlardaki direnişe bulundukları her alandan farklı biçimlerde katılan açlık grevi eylemcileri var. Açlık grevinde olan tüm yoldaşlarımızın bu inanç, bu bilinçle direniş içerisinde olduklarını söyleyebilirim.

YETERSİZ YOLDAŞLIĞA DA DİRENİYOR

İmralı’da 20 yıldır direnildiğini söylediniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?

Önder Apo 20 yıldır büyük bir direniş içerisinde, emsalsiz bir direniş sergiliyor, hem de her şeye karşı direniyor. Sadece düşmanın yönelimlerine karşı direnmiyor, yetersiz yoldaşlık karşısında da direniyor. Önder Apo’nun zindanda bulunmasını, devrimci-demokratik mücadeleye karşı, sosyalizm mücadelesine karşı, Kürdistan halkına karşı yürütülen özel kirli savaşta kendisi için bir avantaj haline getiren komplocu güçlere karşı da direniyor. Bu direnişin sadece fiziksel de değil, düşünsel boyutları da var. Bu anlamda da direniyor. Zaman zaman üzerine gelen baskılar var. Bunlara karşı da direniyor. 2006-2007 yıllarında zehirlediler Önder Apo’yu. Daha sonra Önder Apo’nun üzerine çullanmaya çalıştılar. Önder Apo bunlara karşı da direniyor, yasaklara karşı da direniyor. Direnirken bunlar karşısında ne olması gerektiğini, ne yapılması gerektiğini de gösteriyor. Yeni dönem mücadelesinin ideolojik-siyasal öncülüğünü yapması, onun temel parametrelerini oluşturması, Önderliğin bu direnişi gerçekleştirirken nasıl bir yaşam, nasıl bir arayış, nasıl bir mücadele içerisinde olması gerektiği de gösteriliyor. Böylesi bir direniş gerçekliği var. Şimdi sömürgeciler böylesi bir direniş gerçekliği içerisinde Önder Apo’nun rolünü oynamasını engellemeye çalışıyor ama rolünü engelleyemiyorlar. Önder Apo, direnişi önünde herhangi bir engelin oluşmasına müsaade etmiyor. Şimdi zindandaki tutsaklar, Önder Apo’nun bu direnişine kendi koşularında yanıt olmak istiyorlar ya da direnerek kendi koşullarında yanıt veriyorlar. Anlamlı bir yanıttır. Bu, Önderlik üzerinde uygulanan tecride alışamamayı ifade ediyor. Bu anlamda anlamlı ve değerli bir karşılıktır, değerli bir yanıttır ve bugün de böylesi bir yanıtı temsil ediyorlar. Önder Apo’da kilitlenmiş olan Leyla Güven günümüzde direnişin bayrağını en üstlerde dalgalandırıyor.

Bu noktada yapılması gereken nedir?

Tüm toplumun da etrafında bir araya gelerek bu direnişi zindan duvarları dışına çıkarıp bir zindan haline getirilmiş Kürdistan ve Türkiye koşularında, güçlü bir direnişe dönüştürmektir. Yani o zindanları yıkmak. Yapılması gereken budur. PKK son yapmış olduğu Merkez Komite toplantısında “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım, Kürdistan’ı Özgürleştirelim”, dedi. Zindanlarda direniş daha da büyüyecek. Tüm Türkiye ve Kürdistan’ı saracak. Bu anlamda zindanlarla da sınırlı kalmayacak. Bu gelişen mücadele, mutlaka ve mutlaka zaferle taçlanacaktır, kazanacaktır. İmralı tecridinin kırılması, AKP-MHP faşizminin geriletilmesi, Kürdistan ve Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesini çok daha ileri boyutlara taşıyacaktır. Bu temelde başta Leyla Güven olmak üzere, zindanlarda direniş içerisinde olan ve zindanlar dışında da bulundukları yerlerde bu direniş mücadelesi içerisinde yer alan herkesi saygıyla selamladığımı belirtmek isterim.