Mayıs ayında yapılan seçimler sonrası Türkiye’de işçi direnişlerinde artış görülüyor. Hakları gasp edilen, açlık sınırının altında ücret almaya zorlanan işçiler, Türkiye ve Kurdistan’ın her yerinde direnişe başladı. Şu an Eskişehir’de madencilerin, Dersim, Riha ve İstanbul’da enerji işçilerinin, İstanbul’da inşaat işçileri ve PTT işçilerinin direnişi sürüyor. Direnen işçilerin taleplerinin esasını açlık sınırının altında aldıkları ücretler oluşturuyor.
Özellikle Mayıs ayında yapılan milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası artarak devam eden işçi direnişleri, yeni döneme damgasını vuracak bir boyuta ulaşmış durumda. Ağırlıkta aldıkları ücretlerin her gün değişen enflasyon karşısında eridiği ve açlık sınırının altında çalışmaya zorlandıkları için direnişe geçen işçilerin hak gasplarına, köle gibi çalıştırılmaya da tepki gösterdikleri biliniyor.
Son dönemde artan işçi direnişlerini DİSK Enerji Sen Genel Başkanı Süleyman Keskin ve İnşaat-İş ve İnşaat-İş temsilcisi Deniz Gider, ANF'ye değerlendirdi.
DİSK Enerji Sen Genel Başkanı Süleyman Keskin, son dönem artan işçi direnişlerinin aslında son beş yıldır parçalı, dağınık bir şekilde devam ettiğini, görünür olmasının sebebinin ise işçi sınıfının siyasal olarak mücadeleyi üstlenmesinden dolayı olduğunu belirtti. Keskin, “Mesela bugün FEDAŞ’ta sürdürdüğümüz direniş, herhangi bir toplu sözleşme aşamasında süren bir direniş değil ama mevcut ücretleriyle geçinemeyen işçi arkadaşların haklı bir zam talebi olarak yaşanıyor. Bunun gibi birçok işçi direnişi, eylemi basına yansıyan olduğu kadar yansımayan onlarca örgütlenme çabası, seferberliği söz konusu. Bunların seçim sonrasında daha fazla görünür olduğu bir durum var elbette. Ancak o biraz bu direnişlerin yoğunluğu kadar aslında işçi sınıfının siyasal, toplumsal davasını üstlenmesi gereken kesimlerin büyük bir çoğunluğunun, seçim öncesi seçime olağanüstü anlamlar yükleyerek bu tarz toplumsal mücadelelere gözlerini kapatmış olmasından da kaynaklanıyor. Bir yandan da halkın geniş kesimlerinde olan direniş, hak alma mücadelesi yürütme potansiyel davranışlarının maalesef sol tarafından seçmene indirgenmiş olmasından da kaynaklanıyor” dedi.
'ÜCRET MÜCADELESİ DE POLİTİK BİR MÜCADELEDİR'
İşçilerin ülkenin her yerinde insanca yaşam kavgası verdiğini ve bunun için bir araya geldiğini söyleyen Keskin, “Birincisi bütün ümitlerini seçimlere bağlamış olanlardan farklı bir ruh haline sahiptiler zaten. Evet, seçimleri de önemli görüyorlardı ama dünyanın sonu olarak da değerlendirmiyordu geniş işçi kesimleri. Bunun yanında zaten her gün geçim derdiyle uğraşmaktaydı ve seçim sonucu ne olursa olsun bu durumla kavga etmeye devam edeceğini biliyordu. O yüzden seçim sonuçlarının atalete sürüklediği kesimlerdeki yılgınlık yok işçilerde. Bir diğeri de iktidar partisini desteklemiş işçi kesimleri de seçim sonrası durumu görüyor, ekonomik olarak aslında durumun düzelmeyeceğini idrak ediyor ve tedbirini kendi patronuyla kavga ederek, ücretini arttırmak için mücadeleyle almaya çalışıyor. Çeşitli sosyal haklara; barınma gibi, eğitim gibi, sağlık gibi noktalarda erişmekte güçlük çekiyor herkes ve bunun merkezi iktidarla ilgili bir sorun olduğunu da biliyoruz. Ancak geniş işçi kesimleri şimdilik bu haklara erişimi kendi ücretini arttıracak mücadelelere girişerek, patron karşısında da daha fazla güçlenmeyi tercih ederek bu kavgayı yürütüyor. Eğer güçlenme halini değerlendirebilirsek o zaman yalnızca tekil iş yerlerinde, oranın patronuna karşı mücadele sınırında tutmaktan daha bütünlüklü olarak hak talep eden bir noktaya getirebiliriz. Bu noktada hepimize ama özellikle kendisine mücadeleci bir rol atfeden sendikalara, işçi örgütlenmelerine görev düşüyor.”
Yaşanan direnişlerin karakterini ücret mücadelesi olarak tanımlayan Keskin, ücret mücadelesinin de politik bir mücadele olduğunun altını çizdi. Türkiye sermayesinin düşük ücret politikasına dayandığını belirten Keskin; şu değerlendirmeyi yaptı: “İşçi direnişleri esas olarak insanca yaşam isteği doğrultusunda ücret zammı talebiyle gerçekleşiyor. Dolayısıyla bu mücadelelere ücret mücadelesi diyebiliriz. Ancak eskiden ücret mücadeleleri küçümsenirdi. Şimdi ücret artık politik bir mesele haline geldi. Çünkü ücret, sosyal hakların neo-liberal süreçte piyasalaşmasından kaynaklı eğitime, sağlığa, barınmaya, enerjiye, suya vs. tek ulaşma kanalı. İkincisi; iktidarın OVP’sinde (Orta Vadeli Program) de görüyoruz, sermayenin iktidardan olan taleplerinde de görüyoruz, Türkiye’de sermaye birikim rejimi de, emek rejimi de düşük ücret politikasına dayanıyor. Türkiye’de sermaye kesimleri uluslararası piyasalarla rekabet edebilmek, iktidar da ülkeyi emperyalist tekellerin yatırım alanı haline getirebilmek için bu memleketin insanına ucuz iş gücü olarak bakıyor. Emeği ne kadar ucuzlatırsa karını o kadar arttırıyor. Bütün yasal, fiili düzenlemeler, işçileri ırkçı, mezhepçi olarak bölen politikalar bunun etrafında şekilleniyor. Tam da bu yüzden ücret temelli başlayan mücadeleler işçilerin arasındaki kimliksel farklılıkları da çözen ve birlik zeminlerini kuvvetlendiren nitelikte. Dolayısıyla bugünün işçi direnişlerine politikleşmiş ücret mücadeleleri diyebiliriz. Ancak sadece konu ücretle sınırlı kalmıyor. Vahşi bir emek rejiminin doğal sonucu iş cinayetleri ve iş kazalarına karşı güvenceli çalışma talebi de bu direnişlerde her zaman doğal bir talep olarak şekilleniyor. Aynı zamanda bu işçi direnişleri eğer bir sarı sendikanın yetkili olduğu yerde gerçekleşiyorsa işçiler o sarı sendikanın hakimiyetine son vermek için de direniyor. Çünkü en doğal hakları olan taleplerine ulaşmak için harekete geçtiklerinde önlerini ilk kesmeye çalışanlar o sarı sendikaların yöneticileri, temsilcileri vs. oluyor. Sarı sendikalar gibi birçok unsur işçiler harekete geçmesin diye etrafına kurulan çemberin parçasıdır. İşçilerin sarı sendikalara bu itirazı, aslında birçok başka unsura da itirazın ilk adımlarıdır diye değerlendirebiliriz. Yani bir cümleyle özetlersek; işçiler ücret talepleriyle hareketleniyor, güvenceli çalışma ortamı istiyor ve hareketine mani olan ne kadar engel varsa onları da aşmak için örgütleniyor.”
MÜCADELECİ SENDİKALARA İHTİYAÇ VAR
Patronların, işçilerin sendikalı olmasına karşı olduğunu hatırlatan Keskin, bu konuda açılan davaların çoğunun işçilerinin lehine kazanıldığını ancak işçinin mücadeleci bir sendikadan yana olduğunu söyledi. Keskin şöyle devam etti: “Sendikalaşma çabalarının işten atılmayla karşılaşması çok olağan bir durum haline geldi. Bu noktada açılan davaların da çoğu işçi lehine kazanılıyor aslında. Ama yasanın da tazminat hakkı dışında bir yaptırımı yok. Bu bir güvencesizlik biçimi. İşçi hareketinin bu sorunu önüne koyması ve bu yasal çerçeveyle de mücadele etmesi lazım. Ancak sendikalaşma çabasından çok talep hareketleri var işçiler arasında. Artık eğer çalıştığı iş kolunda güvenilir, mücadeleci bir sendika yoksa sendikalaşmaya da çabalamıyorlar. Çünkü birçok yerde, özellikle büyük işletmelerde, fabrikalarda işçiler biraz hareketlenince patronlar sendika çağırıyor. Tabii bu sendikala,r sarı sendika diye tabir ettiğimiz hatta sarı sendika bile olamayan patronun denetim araçlarıdır. Bir tür insan kaynakları işlevi görüyor. İşçiyi patronun iş yerinde yarattığı, çalışma rejimine ikna etme araçları. Maalesef bu tür sendikacılık artık sadece Hak-İş’le, Türk-İş’le anılmıyor; bu anlayış DİSK’in içine bile sirayet etti.
Yine de hem DİSK içinde hem de bağımsız sendikalar arasında bu tablonun dışında kalanlar var. İyi ki de varlar. Patronlar bu sendikaları istemiyor. Çünkü onlar da biliyor; eğer bu sendikalar iş yerinde yetki düzeyinde bile olmasa eğer işçiyle bağı varsa ona hakkını anlatacak, hak mücadelesi yürütecek, işçiyi yalnız bırakmayacak ve örgütlü hareket etmesi noktasında elinden ne geliyorsa yapacak. Böyle olunca da patron, kurduğu düzeni eskisi gibi sürdüremeyecek. O yüzden 'size sendika lazımsa onu da biz getiririz' anlayışındalar. Bizim DİSK/Enerji-Sen olarak örgütlendiğimiz bir çok yerde yaşadık bu durumu. Normalde yasaya göre bir iş yerinde yetkili sendika değilseniz işletmelerde, iş yerinde toplantı yapamazsınız, işçiyle dışarıda görüşmek zorundasınızdır. Biz bir yerde örgütlenirken eğer durum patron tarafından duyulmuşsa, bakıyoruz adı sendika olan ama patron kurumu gibi hareket eden yapılar, işletmelerde patrondan da izin aldığını belirterek görüşmeler, toplantılar yapıyor. İşçiler de patrondan izinli sendikanın kendileri lehine sonuç ortaya çıkarmayacağını biliyor ancak bazen işten atılma korkusu bu durumu kabullenmeye yol açabiliyor. Yine de kim dost, kim düşman, kim hangi sınıfın yanında; işçilerin gözü önünde yaşanan bu durumlardan kaynaklı bir bilincin oluşmasına, mayalanmasına kaynaklı ediyor.”
'DİRENİŞLERİN SİSTEM KARŞITI OLMASI BİZE BAĞLI'
İşçi direnişlerinin, özellikle son açıklanan Orta Vadeli Program sonrası daha da artacağını söyleyen Süleyman Keskin, bu direnişlerin sistem karşıtı hale gelmesinin ise sendikalara bağlı olduğunu şu ifadelerle vurguladı: “Son açıklanan ve sermaye kesimlerini memnun eden Orta Vadeli Program’a bakarsa;k aslında son üç beş senedir, seçimlerden sonra ise daha yoğun bir şekilde sermayenin bürokrasiyle ve bakanlıklarla yürüttüğü diplomasi sonucunda bir tablo ortaya çıkmış. Sermaye ne istiyordu? Finansmana erişim. Bunun için de sıkı para politikası. Yani kemer sıkma ve var olan kaynakların sermayeye aktarılması. Bu zaten yapılıyordu ama bundan sonra daha fazla yapılacak. İkincisi işçilik maliyetlerinin azaltılması diye tabir ettikleri düşük ücret politikası. Kıdem tazminatının fona devri, özellikle TİSK’in çok beğendiği güvenceli esneklik gibi söylemlerle emek rejiminde kölelik düzeylerini derinleştiren planlar devrede. Bu da demek oluyor ki, emeğe yoğun bir saldırı programı var ortada. Tam da bu yüzden emekçiler buna direnç gösterecektir. Ancak bu direncin düzen karşıtı, sistem karşıtı bir harekete dönüşmesi biraz da bize bağlı. İşçiler, emekçiler, halkın yoksul kesimleri güvenebileceği odaklar, örgütlenme zeminleri varsa harekete geçer. Yoksa içten içe öfke biriktirse de kaderine razı oluyormuş gibi beklentilerini erteler. Sendikal hareketten başlayarak bu saldırı programına karşı çeşitli düzeylerde ortaklıklar kurmamız gerekiyor ki, hem haklarımızı savunabilelim hem de işçilerin insanca yaşam talebini bu düzenin karşısına, alternatif arayışları da daha yaygın hale getirebilecek şekilde ele alabilelim.”
'DİRENİRSEK KAZANIRIZ MANTIĞI GELİŞİYOR'
İşçiler arasında ekmek kavgasında olmaktan kaynaklı olarak bir sınıf hissi geliştiğini belirten Keskin, son olarak şunları ifade etti: “Yaygın kanı, işçilerin hepsinin sağ ve muhafazakar partilere oy verdiğidir. Ama memleket gerçekliği neyse, oy dağılım oranları neyse, iş yerlerinde de benzer bir tablo var. Ama aynı iş yerinde çalışan ve özellikle bizim gibi iş cinayetlerinin, iş kazalarının yaygın olduğu iş kollarında çalışan işçilerin bu politik ayrımları değil kader ortaklığını ciddiye aldığını söyleyebiliriz. Yani yanındaki arkadaşı o partiye, bu partiye oy vermiş diye değil aynı ekmek kavgasında onunla yan yana olduğu için kendisini bir sınıf gibi hissetme hali gelişiyor. Tabii siyasal eğilimler, parti üyelikleri çeşitli örgütlenme süreçlerinde, direnişlerde onun gelişmesi ya da akamete uğratılması, dışarıdan müdahalelerle etkili oluyor. Tek tek işçilerin aslında nasıl bir düzende yaşadığımızı, düşmanın kim olduğunu kavraması önemlidir. Ama bir topluluk olarak, bir iş yeri düzeyinde, bir havza düzeyinde bilinç sıçraması yaratan etkiler daha önemlidir. Bu noktada elbette öncü işçilerin rolü önemlidir. Ama işçilerin de hemen hepsi kendi çıkarlarının bir oy davranışıyla, basit politik değişimlerle olmayacağını biliyor. İktidar partisinden şikayet etse, karşısındaki en güçlü adayın da aslında işçi düşmanı olduğunu biliyor ve güvenmiyor. Basit politik değişim derken, şöyle çelişkili bir durumdan bahsetmek gerek. Anadolu’da DİSK imgesi çok yaygındır. En sağcı, muhafazakar işçi için bile, 'hakkımızı DİSK savunur' algısı vardır. Aslında o, biraz da 'hakkımızı devrimciler, devrimci sendikacılar savunur' gibidir. Bu, biraz geçmişten bugüne devreden bir algı. Ama çelişkili bir şekilde bugün sola baktığında bu durumu göremiyor. Eskiden kendisini politik olarak ait hissetmese bile emekçi halkın hak kavgasının bayraktarlığını yapan sol yerine, bugün kültürel olarak kendi gibi olanların değerlerini savunan bir sol görüyor. Dolayısıyla kendi kavgasıyla, davasıyla bir rabıta kuramıyor arasında. Ama defalarca şahit olduğumuz başka bir örnek de; bir yerde örgütlenme çabası içindeysek, direniş yürütmüşsek orada kader ortaklığı kurmuşsak politik olarak da sınıf mücadelesinin geliştiğini, sahiplenildiğini, mevcut siyasal ilişkilerin sorgulandığını görüyoruz. Zaten aslında sezgisel olarak işçilerin sahip olduğu fikirlerin biraz daha yerli yerine oturduğuna tanık oluyoruz. Yani politik fikirler gerçek kavgaların içinde şekillendiğinde, tartışıldığında yaygınlık kazanıyor.”
'İŞÇİYE DİRENMEK DIŞINDA SEÇENEK BIRAKILMIYOR'
İnşaat-İş temsilcisi Deniz Gider ise, patronların kârlarına kâr kattığı, işçilerin ise sefalet, ölüm ve işsizlik ile karşı karşıya olduğu için işçi direnişlerinin yeniden görünür olduğunu söyledi. Gider, şu gerçeğe işaret etti: "Esas dinamiğin hayat pahalılığı karşısında eridikçe eriyen ücretler olduğunu düşünüyoruz. Patronlar kârlarına kâr katarken işçilere sefalet, ölüm, daha vahşi bir sömürü ve önümüzdeki dönemde de yaygınlaşacak biçimde işsizlik dayatılıyor. İşçiler artık kâr oranlarına ve bu oranların kendilerinin sömürülme düzeyinin derinleşmesiyle ilişkisine bakıyor, tepki gösteriyor. Bazı direnişlerde bunu açıkça da ifade ediyorlar. Patronlar zenginliklerini büyütürken, o zenginlikte en büyük paya sahip olan emek gücünün pula dönüştürülmesi çabasını bütünsel bir kavrayış düzeyinde olmasa da anlıyor, öfke duyuyorlar. Tüm bunların ötesinde bıçak gerçekten kemiğe dayanmış durumda. Ev kirasından tutalım temel gıda ürünlerine kadar hemen her şey ateş pahası. Bu gerçek direnmek dışında bir seçenek de bırakmıyor."
İŞÇİ DİRENİŞLERİ HETEROJEN BİR NİTELİK TAŞIYOR'
İşçi direnişlerinin kendiliğinden başlasa da sonradan örgütlü bir hal almaya başladığına dikkat çeken Gider, tabloyu; “İşçi direnişlerinin birkaç dinamiği var. En önemli dinamik, yukarıda belirttiğimiz nedenler. Bu direnişler esas olarak kendiliğinden başlıyor. Antep’te ardı ardına başlayan ve orada işçilerle ilişkide belirli bir derinliğe ulaşmış BİRTEK-SEN’le buluşarak daha örgütlü bir muhteva kazanamaya başlayan direnişler, böyle direnişler. Öte yandan özellikle belediyelerde sendikalara rağmen sefalet dayatmasına karşı kendiliğinden harekete geçen bir işçi gerçekliği var. Ya da mesela Türk Metal’in, işçinin iradesi de hiçe sayarak hazırladığı MESS sözleşme taslağa karşı başlayan direnişler. Bunların yanı sıra sendikalaştıkları ya da sarı sendikaya karşı daha direnişçi sendikalara yöneldikleri için kıyıma uğrayan işçilerin direnişleri var. Bu tablo, direnişlerin sadece ekonomik taleplerle değil, baskın olan o olsa bile sendikalaşma ya da başka sendika tercih etme gibi nedenlerle de gerçekleştiğini, bu açıdan heterojen bir nitelik taşıdıklarını gösteriyor. Bu heterojenlik de sınıfın genel tablosu içinde önemli bizce. Çünkü belli bir birikimi ifade ediyor. Ayrıca o birikime yeni bölüklerin katıldığını gösteriyor" sözleriyle dile getirdi.
SENDİKALARA GÜVENSİZLİK DE, SENDİKALAŞMA EĞİLİMİ DE ARTTI
İşçilerin sendikalara güvensizliğinin arttığını ancak aynı zamanda sendikalaşma eğiliminin de arttığını belirten Gider, “İşçi sınıfının hem sendikalara alabildiğine güvensizleştiği ya da o yönelimden yıllar içinde uzaklaştırıldığı ama hem de sendikalaşma eğiliminin azımsanmayacak oranda arttığı bir dönem bu. Patronlar ve onların siyasi temsilcileri, yıllarca işçileri örgütsüzleştirmek için her yolu denedi. Gerek fiziki olarak bölüp parçalama gerekse ideolojik-siyasi yöntemlerle... Çünkü sendikalar -niteliğinden de bağımsız olarak- işçilerin birlikte hareket edebilme kabiliyeti kazandıkları kurumlar. Sınıf bilinci olmasa bile bir gövdenin parçası oldukları duygusunu yaşayabilecekleri adresler. Türk Metal gibi bir sendikada örgütlü olan işçiler bile yeri geldiğinde, tam da bu nedenle onu aşan, onu def etme yönelimiyle hareket ederler. Bugün AKP’li belediyelerdeki işçilerin Hizmet-İş’i zorlaması ya da onun dışında hareket etmesi gibi. Kısacası, işçilerin kendilerini bir sınıf gibi hissedebilmesindeki ilk adımların adresi bu kurumlar olduğu için, patronlar da, siyasi temsilcileri de sendikalaşma eğilimlerini hızla bertaraf etmeye çalışıyor. Daha direnişçi sendikaları ise baştan düşman olarak kodluyorlar" şeklinde konuştu.
'İŞÇİLERDE, DİRENİRSEK KAZANIRIZ BİLİNCİ VAR'
Gider ise sözlerini şöyle sonlandırdı, “Bizim iş kolu özgülünde yaşanan her direnişin, işçilerde en azından “direnirsek kazanırız” bilinci oluşturduğunu söyleyebiliriz. Onun için dövüşecek kahramanları bekleyerek değil, kendi öz gücüyle kavgaya tutuşursa kazanabileceğini anlamış oluyorlar. Bu da önemli bir eşiktir. Ancak daha siyasallaşmış bir bilincin oluşması maalesef çok cılız kalıyor. Direnişler esas olarak hak temelli gelişiyor. Kazanıldıktan sonra ilişkinin politikleşmesi nesnel olarak zor. Çünkü bu ancak uzun süreli ve sosyal etkileşim içindeki bir sendikal ilişkilenmeyle olabilir. İş kolunun Kürt ağırlıklı işçi bileşiminin zaten doğal bir politik bilinci var. Bu bilincin sınıf bilinciyle sentezlenmesi açısından direnişler önemli bir okul olabiliyor ancak bunda da derinleşme, belirttiğimiz nesnel koşullar nedeniyle çok da mümkün olmuyor. İş kolunun Karadeniz ya da bölgelerden gelip muhafazakar-milliyetçi eğilimlere sahip olan kesimleri ise direnişlerde sınırlı bir politikleşme yaşıyorlar. Bu eşiklerin aşılması en büyük muradımız ama işkolunun yapısı, sendikaların güçlü bir kadrosal bileşime sahip olamamaları vs. nedenlerle bu biraz daha zaman alacak."