Av. Yürekli: Uluslararası kurumlar çözümsüzlüğü sürdürüyor

CPT’nin İmralı ziyaretini değerlendiren Av. Cengiz Yürekli, “CPT’nin 24 yıllık İmralı rejiminin süreklileşmesinde izlediği yol, umut pompalayarak tepkileri dizginlemek ama bunu yaparken zamana yayarak hükümet politikalarını zımni desteklemek oldu” dedi.

Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) uzun bir aranın ardından İmralı’ya giderek incelemelerde bulundu fakat gözlemlerine ilişkin bir açıklama yapmadı. Raporunu 6 ay içerisinde hazırlayacağını belirten CPT, gizlilik kararı gereği eğer ülkeler izin vermezse bilgi paylaşamıyor.

Buna rağmen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukatları, CPT’nin önceki ziyaretlerinde ortam değişmediği için kendi varoluş yasaları gereği inisiyatif alıp açıklama yapabileceğini belirtiyor.

Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Cengiz Yürekli, yapılan ziyareti ve prosedürü ANF’ye anlatırken bu ziyaretin önemli olduğunu belirtmekle beraber tüm umudun bir kuruluşa bağlanmaması gerektiğinin de altını çizdi.

CPT gizlilik politikası gereği açıklayamıyor ama koşullar değişmedi. Peki bu noktada CPT’nin inisiyatif alması gerekli mi?

CPT’nin bu ay içerisinde İmralı’ya bir ziyaret gerçekleştirdiği kendileri tarafından kamuoyuna açıklandı. Bundan önceki ziyareti ise 2019 yılında açlık grevlerinin had safhaya ulaşması neticesinde gerçekleşmişti. Aradan üç buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen en nihayetinde ziyaret gerçekleştirdiler. Şüphesiz Sayın Öcalan’a, İmralı’daki uygulamalara ve içinde tutuldukları gayri insani koşullara dair gerçekleşen her girişim bizler için çok değerlidir. Bu yönüyle elbette ki olumlu bir gelişme. Ancak böyle olmasına rağmen CPT ziyaretine gereğinden fazla olumlu anlam yükleme durumu geliştiğini de görüyoruz.

Neden?

Öncelikle CPT’nin üç buçuk yılın sonunda adaya ziyaret gerçekleştirmiş olması başlı başına sorundur. Bu üç buçuk yılın son yirmi ayında, o da yarım yamalak gerçekleşen bir telefon görüşmesinden sonra, İmralı’daki müvekkillerimizden hiçbir şekilde haber alamadık. Sağlıkları, güvenlikleri, maruz kaldıkları muameleler hakkında en ufak bilgiye sahip değiliz. Ve bu hususu periyodik olarak CPT’ye ilettik. Yalnız biz avukatlar değil, toplumun farklı birçok kesimi de bu konuda talepte bulundu, görüşmeler gerçekleştirdi. Kamuoyunun yoğun bir baskısı vardı. Ancak buna rağmen CPT, böylesi acil niteliği olan bir ziyareti en nihayetinde şimdi gerçekleştirmiş oldu. Fakat bizler en ufak bilgiye sahip değilken müvekkillerimizle ilgili kamuoyuna sağlık ve güvenlikleri hakkında bir açıklama yapmaması kabul edilemezdir.

Buradan hareketle, öncelikle iki hususu netleştirmekte fayda var. Birincisi, CPT’nin ziyaret ettiği bir yer her daim bünyesinde potansiyel işkence ihtimalini barındırır. Yani bir yeri ziyaret ediyorsa orada işkence, kötü muamele, insanlık onuruna aykırı uygulamaların gerçekleşiyor olma ihtimali vardır. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle. İmralı Adası’nın CPT ziyaretlerine konu olması da bu özelliğinden kaynaklanıyor. CPT’nin geçmiş raporları bu durumu defalarca teşhir eden argümanlara sahip. Bu durumun aşılması için birçok tavsiyeyi içeriyor. Ancak şimdiye kadar küçük farklılaşmaların dışındaki bunlar da eşi benzeri olmayan tecrit rejiminde geçen uzun zamanın kabul edilemezliği ve politik süreçlerin ürünü olarak gerçekleşti. İmralı tecrit rejimi 24 yıldır varlığını sürdürüyor. İşte CPT tam da bu yüzden inisiyatif almalıdır. 99’dan itibaren açıklamış olduğu raporlara sadakatin gereği olarak inisiyatif almalıdır. Buna yetkisi var.

Bu yetki tam olarak nedir?

Eğer ilgili taraf devlet CPT’nin tavsiyeleri doğrultusunda durumda iyileştirme yapmazsa, o zaman CPT konu hakkında kamuoyuna açıklama yapma yetkisine sahip. Daha önce de yapmış olduğu gibi, kuruluş sözleşmesinin kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak İmralı rejiminin ve Sayın Öcalan’ın tutulma koşullarının bütün tavsiye ve uyarılara rağmen değişmeden devam ettiğini, hükümetin gayri insani tutumunda ısrar ettiğini kamuoyuna açıklamak durumundadır.

Uluslararası kurumların, bileşenlerin, -bunlar Avrupa Konseyi bünyesinde olur veyahut da Birleşmiş Milletler bünyesinde olur- ilgili devletlerin, hükümetlerin, sivil toplum kuruluşların bu uygulamanın resmi olarak bilgisine sahip olmalarını sağlayabilir. Çok da beklentili olmamak kaydıyla böylesi bir açıklamanın yani insan haklarına aykırı bir uygulamada ısrar edilmesi sebebiyle yaptırım uygulandığı bilgisi şüphesiz İmralı rejiminin esnetilmesinde uluslararası alanda diplomatik bir baskıya neden olur. En azından bu zemini sunacaktır. Ancak CPT bunu yapar mı, bu inisiyatifi alır mı ya da alabilir mi, buna gücü yeter mi; o da ayrı bir tartışma konusu. CPT bunu yapmak istese daha 2003 yılından itibaren İmralı’ya ilişkin raporlarında bu rejimin kabul edilemez olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Daha 2003 yılında üç aydan fazla ziyaret hakkının fiili olarak askıya alınması herhangi bir tutuklu için ciddi bir durum ve çok uzun bir süreden beri izolasyonda tutulan bir tutuklu için ise… Yani Sayın Öcalan’ın durumunda ise açıkça kabul edilemeyecek bir durumdur, diyordu.

2007 yılındaki ziyaretinden sonra üç ayda yalnızca 6 avukat ziyareti gerçekleştiği için yetkisini kullandı. Hükümeti bu konuda daha uyumlu olmaya zorladı. Ancak son 20 aydır değil sadece ziyaret hakkı, bir mektupla dahi temas kurmak mümkün olmadı. Bu ay içinde gerçekleştirmiş olduğu ziyaretten önceki 2019 ziyaretinin raporunda CPT zaten avukat ve aile ziyaretlerinin reddedilmesinden büyük endişe duyduğunu belirtti. İmralı’da düzenli olarak aile ve avukat ziyaretleri için sürdürülebilir bir sistem oluşturulmasını tavsiye etti. Ki aynı tavsiyeyi 20 yıl önceki ziyaretinde de dile getiriyordu. Ancak bu talep yerine gelmediği gibi her şey daha da kötüleşti. 20 aydır Sayın Öcalan’dan ve İmralı’daki diğer müvekkillerimizden doğrudan ya da dolaylı haber alamıyoruz. Tam da burada ikinci husus olarak şunu belirtmek istiyorum ki, CPT kimsenin hayrına gelmiş değildir. Bu ziyareti yapması gerekiyordu. Hatta bu ziyaretin çok önceden yapılması ve kamuoyuna şimdiye dek sağlıklı bilgi verilmesi gerekiyordu.

Bunu kuruluş ilkeleri ve varlık bulduğu sözleşme gereğince, temsil ettiği temel insan hak ve özgürlükleri adına yapması gerekiyordu. Hele bu denli çağrı, talep, rapor söz konusu iken böylesi bir ziyareti bu denli bekletmiş olması başlı başına sorundur. Avrupa hukukuna tabi bir cezaevinde tutulan insanlardan 20 aydır haber alamamak gibi bir durumdan bahsediyoruz. Ve bunun daha ne kadar devam edeceğini de bilemiyoruz. Bu öyle hafife alınır, normalleştirilecek bir durum değil. Bunun bir izahı yok ve herhangi bir durumda başta CPT olmak üzere Avrupa hukuk kurumlarının sorumluluğu söz konusudur. Bu yüzden CPT yapması gerekeni yaptı, ancak bunu da geç ve sorunlu bir şekilde yaptı.

Peki, bu ziyaretin etkisi ne olacaktır?

CPT’nin her daim özgün ziyaretler gerçekleştirme, istediği kişiyle görüşme, bilgi ve belge alma hakkı var. Ancak buna rağmen 20 aydır haber dahi alamıyorken CPT’nin bu vakte kadar İmralı’yı ziyaret etmekten neden kaçındığını sorgulamak gerekiyor esas. Ziyaret etmiş olmakla da bir çözüm üretmiş değil maalesef. İmralı’da tutulan müvekkillerimize dair biz, aileleri, ilgili kamuoyu hala hiçbir bilgiye sahip değiliz, hala hiçbir şey bilmiyoruz. Hala mevcut işkence koşullarında bir değişim olmuş değil. O nedenle CPT’nin halihazırda gerçekleştirmiş olduğu ziyaret, doğalında mevcut durumun sürdürülmesi için bir algıya hizmet etmemelidir.

Neticede İmralı rejimi 99’dan beridir ya görünürde CPT’ye rağmen varlığını sürdürüyor ya da daha derine inersek CPT ortaklığında varlığını sürdürüyor. Bu nedenle ‘CPT gitti, sorun yok’ şeklinde bir hataya düşmemek, buna hiçbir şekilde zemin sunmamak gerekiyor. Bütün yurttaşlar ve bütün mahpuslar gibi Sayın Öcalan ile yanındaki diğer müvekkillerimizin yasal hakları sağlanana, aile, avukat ziyaretleri rutin olarak yasaya uygun şekilde gerçekleşene kadar talep ve ısrarlarını sürdürmek kamuoyunun en demokratik hakkıdır. CPT ve diğer kurumlar da bu talepler yerine gelinceye dek sorumludur, bu taleplere çözüm üretmek cevap vermekle sorumludurlar. 

Türkiye Eylül ayında bir cevap verecekti ama vermedi. CPT de 6 ay sonra “açıklama yapacağız” dedi. Bunu mu bekliyor sizce?

Eylül ayında cevaptan kastettiğiniz, umut hakkına ilişkin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Türkiye hükümetinden istemiş olduğu yanıt oluyor. O husus Bakanlar Komitesi’ne ilişkin bir durum. CPT ziyareti ve açıklayacağı rapor, bundan ayrı bir prosedür oluyor. Kendi iç işleyişleri birbirinden ayrı ve farklı. CPT gerçekleştirmiş olduğu ziyarete dair gözlem, tespit ve önerilerini içeren raporunu en geç 6 ay içinde oluşturup, bunu kendi üyelerinin, yönetiminin oylayarak nihai halini vermesi gerekiyor. Bundan sonra son şekli verilmiş raporu hükümete gönderiyor ve eğer hükümet onay verirse bu raporunu aleni olarak açıklıyor. Yani ucu oldukça açık olan ve hükümetin insafına bırakılmış bir süreçten bahsediyoruz.

Yani açıklama yapılana kadar ziyaret de olmazsa haber alınamayacak mı?

Bu süreç tamamlanana kadar CPT’nin İmralı’ya, oradaki müvekkillerimize dair gözlemlerini büyük ihtimalle öğrenemeyeceğiz. Maalesef CPT’nin işleyişi bu şekilde oluyor; taraf olan devletleri zorda bırakmamak için böylesi bir pasif gizlilik politikası söz konusu. Ancak demin dediğim gibi, İmralı rejimi gibi CPT’nin kendi raporlarıyla defalarca vurguladığı üzere insan haklarına ve uluslararası sözleşmelere aykırılık oluşturan bir infaz rejimine ilişkin yaptırım anlamına gelecek prosedürü her daim işletebilir.

Kamuoyuna işkence durumunu teşhir eden, hükümetin mevcut durumda değişikliğe yanaşmayan ısrarını açıklamayı gerçekleştirebilir. Tabii bu husus bağımsız bir insan hakları politikasına sahip olmayı gerektiriyor. Bu yönüyle her ne kadar Bakanlar Komitesi ile ayrı işleyişleri olduğunu söylüyorsak da ikisi de Avrupa Konseyi’ne bağlı oluşumlar. İşleyiş prosedürleri farklı olsa da politik bağlarla fiili bir ortak hareketten bahsedebiliriz. Bakanlar Komitesi, Eylül ayının 20’si gibi toplantı yapacakken ve bu bir yıl öncesinden belliyken, takvime bağlanmışken Türkiye’ye cevabını sunması için Eylül ayı sonuna kadar süre veriyor. Haliyle umut hakkının bu toplantıda gündeme alınmaması için bilinçli bir politika olduğu açığa çıkıyor. Temel mantık zamana yayarak, süreci sürüncemede bırakma şeklinde  çözümsüzlüğü sürdürmek.

CPT’nin 24 yıllık İmralı rejiminin süreklileşmesinde izlemiş olduğu yol, en azından objektif olarak açığa çıkan durum da tam olarak bu oluyor. Umut pompalayarak tepkileri dizginlemek ama bunu yaparken de zamana yayarak hükümet politikalarını zımni olarak destekleyip sorunu çözümsüz bırakmak. Bu anlamıyla hukukun özgürlükleri, hakları esas alan, insanı merkezine koyan özünden ziyade usul yönlerini işleterek sorumluluğunu gizlemek temel yöntem halini alıyor. Gerek CPT olsun gerekse de Bakanlar Komitesi olsun Avrupa Konseyine bağlı organlardır. Bu oluşumları oluşturan devletlerden çok da bağımsız hareket etme durumları olmadığı açık. Bakanlar Komitesi, zaten politik yanı belirgin olan icrai bir yönetim organı. Devlet menfaatlerinin oy çokluğuyla yarışmasından söz ediyoruz burada.

CPT ise Avrupa yargısına, Avrupa Konseyi’ne bağlı işkenceyi önlemekle yükümlü bir denetim mekanizmasıdır. Bu oluşumların kuruluş felsefesi, Avrupa’nın yaşadığı yıkımlardan ders çıkarmak temelinde bir daha aynı acıları yaşamamak, insan haklarının başat olduğu bir gelecek tasavvuruna dayanıyor. Ancak Üçüncü Dünya Savaşının, nükleer tehditlerin, enerji sorunlarının konuşulduğu bir konjonktürde maalesef devletler arası siyasi, ekonomik, askeri anlaşmalar bağımsız hak ve özgürlük yaklaşımlarını anlamsız kılmış durumda. Kapı arkası diplomasisiyle misal enerji transferleri, pazarlıkları anlaşma şartları olarak Konseydeki oy dağılımında etkili olabiliyor. Haliyle Konseyin bir organı olan CPT’nin yaklaşımında ya da Konsey’in yönetimi olan Bakanlar Komitesi’nin kararlarında da bu durum etkisini gösteriyor.

Uluslararası komplo ve uluslararası komplonun süreklileşmesi olarak İmralı tecrit rejiminin 24 yıldır devam ediyor olması, 20 aydır Sayın Öcalan’dan haber alamıyor oluşumuz, tam olarak bu şekilde gelişiyor. Bu nedenle zamana yayarak her yönüyle gerek bireysel, gerek toplumsal gerekse de siyaseten ve hukuken çürütmeyi hedefleyen politikaların tuzağına düşmeyecek bir anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. En yüksek bilinçle demokratik duyarlılığı sergilemek, bunun pratiğini geliştirmek bu kurumların yaklaşımında gerçek belirleyendir. Yoksa her şeyi bu kurumların insafına bırakan, yalnızca bu kurumlardan bekleyen pasif bir durum, mevcut dünya konjonktüründe, hele ki Ortadoğu çözümsüzlüğünde, Kürt sorununun bugünü ve iki yüz yıllık tarihsel arka planıyla çözümsüzlüğü uzatmak anlamına gelecektir.

Peki, buradan hareketle kamuoyuna çağrınız var mı?

Bugün ülke insanının maddi koşulları, moral değerleri, tabi tutulduğu yönetim, muhatap olduğu idare, içinde tutulduğu toplumsal atmosfer hepsi bir bütünen olumsuzluk içeriyor. Çekilmez, dayanılmaz bir hal almıştır. Çok ciddi kriz halleri mevcut. Bu yalnızca ekonomiyle izah edilebilir bir durum değil. Ekonomi yalnızca bir sonuçtur. Esas olan buna neden olan sorunları doğru teşhis etmek ve açıkça konuşup çözüm üretebilmektir. Ancak ne hikmetse siyasette, medyada adeta sorunları görünmez kılmak, toplumu manipüle etmek adına işin kolay yanı ekonomiye vurgu yapılıyor. Bunun demokrasi ve barış yokluğuyla ilişkisi irdelenmiyor. Ekonomi perdesiyle bütün sorunları gizleme yoluna gidiliyor. Kürt sorunu yok, toplumsal şiddet sorunu yok, savaş sorunu yok, cins, inanç sorunları yok, farklı olanın insanca yaşama sorunu yokmuş gibi. Bugün haklı olarak gündemleştirdikleri yolsuzluklar, savaş politikasına harcanan ekonominin yanında deryada damla kalır. Sanki mevcut toplumsal şiddetin, ekonomik krizin, toplumun dört bir yanındaki militarist efelenmelerin, toplumda inşa edilen kutuplaşma ve ötekileştirici dilin savaşla, çatışmayla, şiddetle alakası yokmuş gibi.

Mevcut politikayı sürdürebilmek şovenizmi coşturmakla, toplumu zehirlemekle ancak mümkün. Çünkü demokrasinin ve barışın inşa edildiği bir toplum, toplumun gerçeklere erişimi, yaşamı hakkında doğrudan söz sahibi olması sistem için bir tehlike olarak görülüyor. Demokrasinin olduğu, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün olduğu, gerçeklere, bilgiye erişme hakkının sağlandığı bir toplumda hiçbir sorun doğal olarak bugün olduğu gibi süremez. Ve tabii ki mevcut sorunlardan rant ve menfaat devşirenler, çatışma ve kutuplaştırma yaratanlar da işin doğası gereği bu denli kolay at koşturamaz. İki yüz yıllık tarihimiz bize gösteriyor ki, Kürt sorunu varlığını sürdürdüğü sürece bu sorunlar her daim mevcut olacaktır. Temel amaç Kürt sorununun görünmez kılınması, özgür ve eşit yurttaşlığa giden yolun sonsuza dek kapanmasıdır. Çünkü Kürt sorunu bir sistem sorunudur ve farklı rakip ittifaklar, bloklar bu konuda aynı politikanın hizmetindedir. Bu nedenle muhalefeti, sağı solu, muhafazakârı maskeli demokratı hepsi Kürt’e duyarsız, İmralı rejimine duyarsız kalıyor. Yoksa bilmedikleri, duymadıkları bir durum değil.

CPT’nin duyduğu ve kısmen harekete geçtiği yerde ülke yazarının, siyasetçisinin, sanatçısının duymaması mümkün değil. Kürt, kimliğinden, dilinden dolayı katledilirken nasıl bir insancıl toplum inşa edebilirsiniz ki? Toplumun bir parçası zulüm altındayken diğer bileşenlerinin özgür ve mutlu olması mümkün olamaz ki. Bu nedenle demokrasi yoksunluğu Kürt sorununu çözümsüz bırakırken, Kürt sorununun çözümsüzlüğü de gerçek demokrasinin ve toplumsal barışın önünde engeldir. İşte Sayın Öcalan burada imkân yaratıldığında defalarca çözüm gücü olduğunu gösterdi. Toplumla kurabildiği en ufak bağda toplumu harekete geçirdiği, adeta gerçek demokrasi pratiğinin, demokratik bilincin hayat bulmasını sağladığını kimse inkâr edemez. Bu nedenledir mutlak tecrit rejimi inşa edildi, bu nedenledir 20 aydır Sayın Öcalan’dan haber alamıyoruz. Bu haber alamama hali tam da Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, buna bağlı olarak toplumsal şiddetin süreklileşmesi, ekonomik krizlerin derinleşmesi, anti demokratik uygulamaların yoğunlaşması, buna bağlı olarak toplumsal denetimin yok edilmesi ve yolsuzluk, suç hallerinin organize şekilde vücut bulması içindir. Bu nedenle özellikle de toplumun kendini aydın ve demokrat olarak tanımlayan kesimi yol ayrımındadır. Bu bir vicdan ve samimiyet sınavıdır aynı zamanda. Mevcut gidişatın devamında rol mu alacaklar, yoksa bu gidişatın insanlık adına, toplum lehine terse dönmesinde, özgürlüklerden yana evrilmesinde sorumluluk alacaklar mıdır?

Bütün politik anlamlarından, temsil ettiği demokrasi ve barış, huzur ve refah anlamlarından öte bir vicdan sorunu olarak, bir insan hakları sorunu olarak da İmralı tecridine ses çıkarmaları gerekir aynı zamanda. Her yerde hak gaspı var diyerek mazlumun haklarını birbiriyle yarıştırmak, böylece esas olanı gölgelemek kurnazlığı artık kimseyi kandırmıyor. 20 aydır Sayın Öcalan’dan ve yanında bulunan müvekkillerimizden haber alamıyoruz. Avukatları, aileleri, siyasetçiler, insan haklarına duyarlı kurum ve kişiler bütün talep ve çabalarına rağmen tek bir bilgiye erişemiyor. Bu duruma ses çıkarmazken, en güçlü şekilde itiraz etmezken bahsedilen hiçbir söylemin, öne sürülen hiçbir demokratik talebin geçerliliği ve inandırıcılığı yok. Yasalar uygulanmazken hangi yasadan bahsedeceksiniz, haklar kullanılmazken hangi hakkı talep edeceksiniz, işkence söz konusuyken topluma hangi cümleyi kuracaksınız?

Sayın Öcalan Kürt sorununun çözümünde tek muhatap iken, demokrasi ve barış adına yıllarca en gerçekçi projeleri üretmiş, olmayan koşullarda dahi bunları hayata geçirmeye çalışmışken İmralı tecridine sessiz kalan herkesin demokrat, insancıl maskesi düşmeye başlamıştır. Kürt sorunu ülkenin her yönüyle toplumsal refah ve huzurunu etkileyen ana faktörken, bunun çözüm gücü olan Sayın Öcalan’a uygulanan benzeri olmayan gayri insani, gayri hukuki muameleyi görmezden gelmek mevcut krizlerde pay sahibi olmak demektir.  Bu nedenle herkes, bu suça ortak olmamak için, bu hukuksuzlukta pay sahibi olmamak için, kendisi için daha özgür günler için, insanca insana yaraşır şekilde yaşayacağı bir toplumun inşası için İmralı tecridine karşı ses çıkarmalı.