‘Büyük bir savaş eylemiyle tasfiyem planlanmıştı’

Abdullah Öcalan, startı verilen Uluslararası Komplo’yu bir hafta sonra, “Burada büyük bir savaş eylemiyle tasfiye edilmem adı altında bölge halklarına ve insanlığın önemli kazanımlarına dayatılan faşist bir komplo darbesi var” sözleriyle deşifre etmişti.

9 Ekim 1998’de düğmeye basılan Uluslararası Komplo’nun ilk haftasında kendisinden haber alınamayan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 15 Ekim 1998 akşamı telefonla MED TV’ye bağlandı. İşte, kendisi şahsında kapsamlı bir komplonun tezgahlandığını ilk kez Kürt ve dünya kamuoyuna duyuran Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın o akşam yaptığı tarihi değerlendirmenin çarpıcı bölümleri:

“Her şeyden önce gerek halkımız ve gerekse tüm Müslüman ülkeler ve ilerici insanlık için, şahsımızda Ortadoğu halklarına dayatılan kapsamlı bir komplonun şimdilik yarım kalıp tam başarıya gidememesinden ötürü geçmiş olsun diyorum. Bu vesileyle tüm değerli yoldaşlarımızı, dostlarımızı ve ilerici insanlığı selamlıyorum.

Olay, gerçekten bizim de gün geçtikçe derinliğini daha iyi bilince çıkardığımız ve şimdiye kadar uygulanan komploların en kapsamlısı olması niteliğini taşımaktadır ve daha da önemlisi bir bölge savaşını göze alma durumu söz konusudur. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, ki Alman Der Spiegel dergisi bu noktaya dikkat çekmişti; bir dünya savaşı sebebi sayılması, gündemi derinliğine gözden geçirenler açısından kolayca tespit edilecek bir husustur. O zaman da böyle bir suikastla başlatılan Birinci Dünya Savaşı'nın çok üstünde bir savaşı göze aldıklarını dehşetle görmekteyiz. Burada, benim çok değişik bir biçimde, aslında bir suikastla değil, büyük bir savaş eylemiyle tasfiye edilmem adı altında bölge halklarına ve insanlığın önemli kazanımlarına dayatılan faşist bir komplo darbesi var.

Öncelikle komplonun alt yapısını açmaya çalışacağım. Komplonun adımlarını, özellikle MED-TV'nin neden başka bir gün değil de 9 Ekim Cuma akşamı karartıldığını, bunun bu genel planın bir parçası olarak hangi amaçla geliştirildiğini dile getireceğim. Olayı incelemek isteyen, konuyu derinliğine anlama durumunda olan gazetecilere, yazarlara bir veri sunacağım ve bu arada halkımızın kendisine biçilen bu dehşet verici komplonun içyüzü hakkında alabildiğine bilgilenmesinin önemini vurgulayacağım.

KOMPLO 15 AĞUSTOS’TAN İTİBAREN DAYATILIYOR

Şüphesiz bu son komplo Demirel'in 1 Ekim günü "Dünyayı başlarına yıkarız" demesiyle başlamadı. Bunun daha uzun bir tarihi var. Fakat bu komplonun kısa tarihçesine gelmeden önce, olayın biraz daha iyi anlaşılması için, şahsımızda PKK'ye ve onun önderlik ettiği ulusal kurtuluş mücadelesine 15 Ağustos Atılımı'ndan itibaren dayatılan komplo mantığını açmam gerekiyor.

Bilindiği üzere 15 Ağustos Atılımı'nın yenilmeyeceği, varlığını ortaya çıkaracağı görülünce harekete geçildi. Bu arada başta Vietnam olmak üzere ulusal kurtuluş hareketlerini destekleyen İsveç ve onun değerli Başbakanı Olof Palme'nin Reagan rejimine hedef teşkil ettiği biliniyordu. Bir de Kürtlerin ilk defa İsveç nezdinde kabul gördüğü, bizzat Palme tarafından destek göreceği anlaşılmaktaydı. Hatta Palme bize yöneltilmek istenildiğinde, "Niye beni özel olarak Kürt hareketine karşı saldırtmak istiyorsunuz? Ben bu işe fazla bulaşmak istemiyorum" diyor. Aslında o süreçte böyle bir baskı altındaydı. İsveç'e dayalı bir Kürt ulusal kurtuluş hareketinin gelişme şansı vardı ve bu doğruydu. Dolayısıyla PKK'ye ve Kürtlere karşı büyük bir karalama kampanyası düzenlendi.

Bilinçli şekilde ileri sürülen bir cinayet girişimi ve ardından bütün Kürtlerin karalanması bu teşkilatın işiydi. Mesela, "Emir Apo'dan gelmiş" dediler. Öğrenmeyi çok isterdim bu emrin nereden geldiğini. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi Hürriyet o günlerde manşet atmıştı. "Yarın bu emri açıklayacağız" denildi, ama açıklanmadı. Açıklansaydı maske düşecekti, komplonun içyüzü anlaşılacaktı.

ONLARA İNANIP ATEŞKES İLAN ETTİK

Bilindiği üzere bir ateşkes ilan ettik. Türk Genelkurmayı ile bağlantılı olma ihtimali yüksek olan, ne kadar iyi niyetli olduğu da bizce anlaşılmaya değer bazı Kürt çevreleri de bize kadar uzanarak, "acaba bir ateşkes ilan etseniz" dediler. Bunun için daha önce sıraladığım gerekçeleri sıralamışlardı. İşte, cumhuriyetin 75. yılından tutalım yeni Genelkurmay'ın iş başına gelişi, 1 Eylül Dünya Barış Günü ve bir de kendilerinin çok ağır sorunları olduğu, 1993-'96 arasında muazzam bir tahribatın yaşandığı, devletin mutlaka yeniden yapılanmak zorunda olduğu, bunun için de PKK'nin mutlaka olumlu yanıtlar vermesi gerektiği ve bu yanıtı verirse kendilerinin de fiili olarak bunu uygulayacakları söylendi.

Açıkça söylemek gerekirse biz bunlara inandık. Tam inanmadık, ama belli bir ilke payı bırakarak, "öyleyse tek bir damla kan dökülmemesi için tek taraflı da olsa, 1 Eylül günü biz bu ateşkesi ilan etmekten çekinmeyeceğiz" dedim. Tek taraflı ateşkesi uyguladık ve ateşkes sürecinde tek bir eylemimiz olmadığı görülecektir. Fakat dalga dalga askeri harekatların geliştiğini gördük. Çok sistemli ve boğucu nitelikteki operasyonlardı bunlar. İlk ayda 62'ye yakın şehit verildi. Bu durum Ekim ayında şiddetlenerek devam etti.

Biz bir süre sonra şunu söyledik: "Ne zaman cevap vereceksiniz? Zaman doldu. Bize söylendiğine göre Eylül ayının sonunda net bir cevap gelecekti. Cevap neden gelişmedi?" "Biraz daha bekleyin" denildi ve bekledik. Son olarak verilen cevap ise, "Ekim ayının ikinci haftası" idi.

İkinci hafta meselesi önemli. Gerek 1 Ekim'de Demirel'in söyledikleri, gerekse bütünüyle paşaların devreye girmesiyle birlikte biraz kuşkularımız gelişti. Bu, tekin bir tarih değil, ilginç bir tarih dedik ve giderek müthiş bir savaş dalgası gelişti. Bu gerçek bir savaş kararıydı. Kamuoyu sanıyorum bu savaş kararının nasıl geliştirildiğini biliyor. Demirel'in "Dünyayı başına yıkarız" demesi tesadüf veya sıradan bir tehdit değildir; Türk kamuoyunu, içine girecekleri çok ciddi bir savaşımın alt yapısını hazırlamak için söylemişlerdi ve dalga dalga tırmandırıldı.

Erbakan Suriye'yle dost bir insandı, iyi ilişkileri vardı. Türkiye'yle bizim aramızda arabulucu olması için Suriye'ye bizzat mektup bile hazırladığını biliyoruz. Bu mektuplar hala ellerindedir. Suriye'ye bu kadar yakın, ona da güven veren bir Refah Partisi vardı. Bunun nasıl devre dışı bırakıldığını biliyoruz.

SÜREÇ ‘SAVAŞA YOL AÇAN EYLEMLER’DE ANLATILDI

İki yıl önce piyasaya çıkan ve oldukça çok satan bir kitap var: "Savaşa Yol Açan Eylemler" Romanı kaleme alan Tom Glancy adındaki yazarın muhafazakar ve militarist değerlere çok bağlı olduğu söyleniyor. Kitabın çok kısa bir özetini okudum. İlgili aydınların, gazetecilerin de bunu okuyarak günümüzü daha iyi anlayacakları kanısındayım. Tıpkı "Başkan'ın Adamları" adındaki kitap gibi. Biliyorsunuz, kitap satış rekorlar kırdı ve sinemaya da aktarıldı. Filmde bugünkü ABD Başkanı Clinton anlatılıyor. Kitap, Monica gibi birini esas alarak geliştirilen bir kitaptır.

"Savaşa Yol Açan Eylemler" kitabında anlatılanlar iki yıla yakındır bir senaryo halinde uygulanmaktadır. Bu kitapta benim adım da var. Adım Kayahan'dır sanıyorum. En son nasıl halledileceğimiz dahi anlatılıyor.

9 Ekim, yani o günün bir öncesi ya da sonrası; savaş senaryosunun bütün verilerini göz önüne getirdiğimizde noktalanması gereken bir gün oluyor. Kitap çok çarpıcı, inanılmaz ölçüde. Suriye'den kaynaklanan, ama Türkiye'de gerçekleşen eylemler. Fırat suyu üzerindeki baraja bir eylemin konulmasıyla, yine Türkiye'nin başlattığı bir operasyon nerede bitiyor biliyor musunuz? Bekaa'da. Yani oradaki evimiz ve Suriye Devlet Başkanlığı Sarayı'nın nasıl imha edildiğini yazıyor. Bir ABD gemisinden Tomhawk füzelerinin fırlatıldığı anlatılıyor.

Bu anlattıklarım romandaki senaryo, ama bunun bir de gerçekleşeni var. Nasıl Suriye'nin kuzeyinden girip yirmi dört saat içinde Suriye'nin güneyinden çıkacaklarını ve ancak çay molası için duracaklarını Türk gazeteleri yazıyor. Yine beni veya PKK'yi değil, nasıl rejimi de değiştireceklerini, -ki orada tipik bir ayaklanmadan bahsediliyor, tıpkı Recai Kutan'ın bahsettiği bir ayaklanma; hem rejime hem de Başkan'a karşı düzenleniyor. Kurtulan tesadüfen kurtuluyor, rejim de, Başkan da gidiyor.

Her ne kadar bunlar senaryo olsa da gerçekleşenler tıpatıp aynı. Tomhawk füzeleriyle yüklü bir Amerikan gemisinin Akdeniz kıyılarına geldiğini 7-8-9 Ekim tarihli gazeteler yazdı. Bir de şimdiye kadar hiçbir NATO tatbikatı İskenderun'da yapılmamıştır. Dev gemilerle, en gelişmiş teknik silahların kullanılacağı bir tatbikattan bahsediliyor ve "Tatbikat yirmi iki gün sürecek" diyorlar. Ama NATO planında böyle bir tatbikat yok. Uzun mesafeli füzeler, en yakın mekanlara yerleştirildi. Sözümona Türkiye'nin bir tatbikatından bahsediliyordu. Bütün bunlar Ekim ayının başlarında hızlanan gelişmelerdir. NATO yetkililerine sorduk; kendileri bunun bir tatbikat değil, cephane aktarımı olduğunu söylediler. Gazeteler bunu dolaylı yazdılar. Muazzam bir cephane. Gazeteler İncirlik Havaalanı'na 7-8 Ekim günlerinde çok değişik uçakların geldiğini; hem de uzun mesafeli uçakların füzelerle yüklü olduğunu yazdı.

"Gözünü çıkarırız" diyenler Türkiye'nin sivil, siyasi ve askeri önde gelenleridir. İki yıldır İsrail-Türkiye anlaşmasından bahsediliyor. Dikkat edin, bu anlaşma Rabin'in öldürülmesinden sonradır. Yine Türkiye'de kriz hükümetlerinin, kriz yönetimlerinin devrede olduğu bir dönemde bu anlaşmalar gerçekleştirilmiştir. Tarihte İkinci Dünya Savaşı dönemini ve Hitler'i göz önüne getirelim; işte bu, buna benzer bir gelişmedir. Clinton gibi birisi etkisiz bırakıldı. Rabin gibi bir insan öldürüldü. Bunlar etkisiz kılındıktan sonra, NATO'nun gizli örgütü, gladiosu denetime alınmıştır. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.

Özellikle Türkiye'de aniden ortaya çıkan bu hava, -ki 28 Şubat ve daha öncesi, '91'le birlikte ele alalım, adım adım Genelkurmay her şeyi dizginledi. Girmediği, kontrol etmediği tek bir sivil kurum bırakmadı. Spor ve sanat kurumlarına bile sızdı ve denetimi mutlak ele aldı. Şimdi bu denetimler niçindir? Böylesine kritik bir günde dev gibi bir kararı vermek içindir. İsrail gibi bir toplumda bile barış yanlıları susturulduktan sonra her şey yapılabilir. Clinton'un gerçekten fazla savaş istemediğini biliyoruz, ama etkisizleştirildi.

KOMPLO KOKUSUNU GÖRDÜM VE KABUL ETMEDİM…

"MED-TV niye Cuma günü karartıldı?" diyorsunuz. Bu konuda bizim gazetecilere bir eleştiride de bulunuyorum; aslında "neden bugün" sorusunu sormalıydınız ve cevaplandırmalıydınız. "Alışılmıştır, TC her zaman böyle karartma yapıyor." Hayır, her zaman yapmıyor. Özellikle "bugün" neden yaptığı çok önemlidir ve çok ciddi nedenleri vardır.

O gün aslında biz havadaydık. Şahsi kanaatime göre ileride herhalde daha da netleşir. İşte bu savaşın başlayabilmesi için bahsettiğim füzeler, uzun mesafeli uçaklar, gemideki hazırlıklar, Akdeniz kıyısındaki gemide bulunan füzelerin kusması benim içindir. Şahsımın hangi saatte hangi mekanda olduğunun tespit edilmesi gerekiyordu. Şimdi dikkat edilirse "Apo" deniliyor, başka bir şey denilmiyor. Gazeteler manşet atmıştı; "Ya Apo, ya savaş" diye. Aslında bu doğruydu. Bütün her şey gelip bende kilitlenmişti. Savaş başlayacak, ama bu adam nerede? Suriyeliler şaşkın; "Nerede olduğunu bilmiyoruz" diyorlar. "Hayır, bulup getireceksin" diyorlar. "Zaman verin" diyor Suriye. "Hayır, zaman tanımayız" diyorlar. Zaman bitti. Sıfır noktasına gelindi, bıçak kemiğe dayandı. Şimdi savaş kararı da kesin, fakat benim nerede olduğum çok önemli.

Yine aldığımız bazı bilgiler var: Peşimizde olanlar var. Tıpkı '96'daki gibi yakalananlar da oldu. "Bize göre bugünlerde kesin bombalamaların olması gerekir" diyorlar. Bunlar da gönderdiği ajanlardır. 9 Ekim'de bombalama olacak. Olabilmesi için gerçekten nokta ve saat gerekiyor. Tıpkı Sudan'da olduğu gibi, yer ve saat belli olmalı.

O günkü telaşa bakın; Mesut Yılmaz "Bitti, son uyarı" dedi. Asıl savaş kararı var, bunu herkes biliyor. Meclisten de "tek yumruk, tek ses" diye karar ve tam yetki de alındı. Fakat tesadüfen, işte o gün bizim noktanın, yerin, saatin belirlenmesi için de son üç günde yaptıkları bir iş vardı bana göre. Bu biraz daha aydınlatılmaya değer bir husustur. Gerçekten o saatte nerede olabileceğimizi bazı dostlara söyledik. Ve o dostlar, şimdi kuşkulanıyorum demeyeceğim ama araştıracağız, o saatte bir sözü yerine getirmek durumundaydılar. O sözü yerine getirmedikleri gibi, "Filan saatte mutlaka şöyle sonuçlanabilecek bir hareket tarzı içinde olacaksın" dediler. Ben bunu kabul etmedim. Neden bu saatte ille şöyle olacak diyorsunuz? "Ben bunda bir komplo kokusu görürüm" dedim ve kabul etmedim.

YENİ BİR BÖLGE SAVAŞI BAŞLAYACAKTI

Bu durum bir iki saatlik ciddi bir tartışmaya yol açtı. Ki, yüzde yüz beklenmeyen bir şeydi. Bu da geçen cuma akşamı oluyor. Böyle bir tartışma ile hayretler içerisinde kaldık. Demek ki, "bir tür oyun oynadınız" diyoruz. Neden bu saati böyle ısrarla dayatıyorsunuz? Ayrıca tersini dayatıyorsunuz. Hem saati, hem tersini. "Bizim için bu kesinlikle bir komplo" dedik. Kabul edilemez tartışması içinde biz mekanımızı ve bu mekana bağlı olarak zamanı, anladıkları ve bekledikleri gibi değil de başka türlü gerçekleştirdik. Bu bir şanstı, bir tesadüftü veya bir tercihti. Pek o kadar önemli değil, bunun üzerinde durmayacağım.

Yani o füzelerin kusacağı saat bekledikleri gibi çıkmadığı gibi, mekan da bekledikleri mekan değildi. İki mekan seçmişlerdi, her iki mekan da gidebileceğimiz mekanlar olmayınca plan yürümedi. Şunu çok açıkça söyleyebilirim ki; eğer o saatler kendilerinin beklentileri gibi gerçekleşseydi, bu Ortadoğu'da yeni bir bölge savaşı demekti. Tıpkı Glancy'nin "Savaşa Yol Açan Eylemler" kitabında olduğu gibi bizim olduğumuz yeri -ki onlar Suriye'de biliyorlar-, o noktayı bombalayacaklardı. Ekonomik hedefleri nasıl bombalayacaklarına dair gazetelerde birçok kroki çizilmişti. Sanırım bu krokilere dayalı olarak Suriye'nin bütün ekonomik hedefleri ve bir de Başkanlık Sarayı gerçekten bombalanacaktı. Türkiye'de karikatürleri bile çizildi. Sayın Hafız Esad'ı nasıl yerle bir edeceklerini, paramparça edeceklerini, rejimi yıkacaklarını, yeni bir rejim getireceklerini bütün gazeteler yazıyor. Parlamentoda partilerin hepsi konuştu. Nasıl ders verecekleri, Suriye'ye neler yapmak gerektiği program gibi dile getirildi. Bu savaş böyle başlarsa, sözde teröristçe, -ki dediğim gibi kitapta da yazıldığı gibi acaba sonuç nasıl olurdu? Düşünmek bile korkunç. Bunun hala şaka mı veya bir romandan alıntı mı olduğunu dünya anlamaya çalışıyor.

Hedefleri buydu, olmamasının tek nedeni bizim o noktada olmamamızdı. İşte MED-TV'yi şimdi anlayabilirsiniz. Neden aniden karartma? O da bunun bir parçası. Biz sağ olsaydık, konuşacaktık o akşam veya artık diyelim o olay gerçekleştikten sonra MED-TV'yi konuşturmazlardı. İşin püf noktası bu.

O büyük operasyon başladıktan sonra Kürtlerle ilgili fazla bir şey kalmayacaktı. Muhtemelen propaganda yapacak MED TV, -dikkat edin bu çok önemli, yani sizler gazetecisiniz ama olayları çok dar ele alıyorsunuz- direnecek, karşı çıkacak bu savaşa. Dolayısıyla bu muhalefet organının susturulması gerekiyor. Bu bile kendi başına bir belge, bir veri. Neden hiçbir gün değil de 9 Ekim Cuma akşamı?

KENDİLERİNİ ÇİRKEFÇE ELE VERDİLER

Her şey ayan beyan ortada. Rezilce, çirkefçe, alçakça, namussuzca kendilerini ele verdiler. Mesut Yılmaz'ın 6 Mayıs komplosundaki duruşunu hatırlattım. "Çankaya'da Genelkurmay, Demirel ve Mesut ayakta bir zirve yaptılar" O zaman gazeteler böyle yazmıştı. Mesut, "6 Mayıs gününü bekleyin, çok önemli açıklamalar yapacağım" diyor. Açıklamaları yapacağı o akşam haberler, "Apo gitti" diye verdi. Sonra olmadı, başarılamadı deyip basın toplantısını yarıda kesti. Gazeteciler, "Neden hiçbir şey konuşmadın?" diye sormuşlardı. Çünkü komplo gerçekleşmemişti. Şimdi de öyle. Türkiye söndü, yumuşadı sözde ve avını elinden kaçırdı. Ama bu çok çılgınca bir gelişme. Bir kişi için bütün bir ülkeyi yerle bir edecek, hem de yirmi dört saat içinde. Ne Başkanlık Sarayı kalacak, ne ekonomik hedefler, ne havaalanları. Neymiş de, işte bir "terörist"i öldürmüşler. Tıpkı Sudan'da olduğu gibi. Ya olur, ya olmaz. Ama bu çok zalimce, çok insafsız bir şey. Tabii daha da bunu düşünecek olursak, iş daha büyük.

Suriye rejimi yıkıldıktan sonra, zaten on bin askerin o zaman Irak'a girdiğini biliyorsunuz. Herkes şaşırıyor, neden bugün? O günlerde on bin asker... Aslında bizimle de bağlantısı olacak biçimde planlandı. Zaten bundan üç-dört gün önce KDP on sekiz genç kızımızı imha etti. Bu zor durumdaki genç kızlarımızın imha edilmeleri de bu planın bir parçası. Güya tedbirlerini almışlar, savaşı böyle parça parça başlatıyorlar.

Washington anlaşması aslında Kürtleri yanıltmanın en çirkin belgelerinden birisidir. Ortada öyle uygulanacak bir anlaşma yok. Sırf Kürdistan'da olası bir direnmeyi, bir birlikteliği boşa çıkarmak için önlerine atılmış bir av. Bekliyorlar, "gitmeyin" diyor. Dikkat edin devşirme Mesut Barzani, "20 Eylül'de döneceğim" dedi, ama dönmedi. Hala dışarıda, akıl hocaları söylüyor: "Apo bitirildikten sonra, bir de Suriye ve bilmem şurası burası düşürüldükten sonra girin, zaten oralar sizindir." Böyle gafil ve sersemce o planlara, oyunlara gelebilecek kişilikler. Bu plan uygulansa belki Ortadoğu düşer, ama sonrası ne olur?

Yarım kalmış bir operasyon. Baltaları çıkarmışlar, bir türlü gömmek istemezler. İşte bu nedenle başta Ortadoğu halkları ve tüm ilerici insanlığa olmak üzere geçmiş olsun diyorum. Benim yerim bulunamadı ve füzeler yöneltilemedi. Şimdi yeniden deneyecekler, böyle bir kararlılıkları var. Birinci Dünya Savaşı öncesi durumu boşuna örnek göstermedim.

Şimdi bu demagojiyi değerlendirmek gerekir. Maalesef Kürt halkının gerçekten çok iyi bilmesi gerekir ki, amansız bir direnmeyle bu halkın adının tarihten silinmemesi için büyük çaba harcadık. Şimdi bu halk biraz kendini tanımaya başladı ve sen bu halkın sonunu getireceksin. Bu terör değil de nedir; hem de korkunç bir terör! Dikkat edin, Güney'de kendi uşakları eliyle bir otonomiyi bile kabul etmiyorlar. Bu çok önemli. "Tek bir Kürt otonomisi bile olmayacak" diyor. Peki bu rejim Kürtleri bitirmeyecek mi? Bizden sonra kaç Kürt kalacak? Biraz dikkatli olalım. Bırak barışı, Kürt kalmıyor, Kürt tarihten silinecek! Birkaç uşağın kalmasını siz Kürt olarak addetmeyin!

Ben umutsuz değilim, direnirim. Ama halkımızın bundan sonra neler olabileceğini bilmesi gerekir? Bunlar güçlü; NATO'yu etkisizleştirmişler, gladiosunu, bankasını ele geçirip üzerimize geliyorlar. Hala Akdeniz'de, İskenderun'un kıyısında füzeler tümüyle hududa serpiştirilmiş, benim yerimi güya tespit edecekler. Dünyada bundan daha büyük terör olur mu? Benim aklıma Hz. İsa'yı çarmıha germe hareketi geldi. Çarmıha germe hareketi de bu kadar şiddetli değildi. Bu kadar füze, bu kadar uçak, bu kadar hem karadan, hem havadan yönelim. Acayip bir şey. Benim bundan korktuğum, tasalandığım yok, ama işin gerçeğini söylemek zorundayım.

DİYELİM Kİ BENİ SUSTURDUNUZ, KÜRTLERE NE VERECEKSİNİZ?

Her şeyden önce bu tehdit benim şahsıma değildir. Özellikle biraz ulusallık, biraz siyasallık kokan aydınlarımızın veya halkımızın bunu iyi anlaması gerekiyor. Ben kendimi koruyayım, korumayayım, mesele sizsiniz. Biz 'barış' dedik, işte karşılık bu. Sınırlı haklar diyoruz, kelime düzeyinde bile kabul yok. Herhalde bunun önlenebilmesi için tümümüzün Kürtlükten vazgeçmesi gerekiyor. Sadece benim vazgeçmem de yetmez. Çünkü benim cezam ağır. Bunlara göre kırk bin kişinin sorumlusuyum. Şimdi siz de Kürt olduğunuz için sorumlusunuz. Dolayısıyla ya vazgeçeceksiniz, ya da dört dörtlük işbirlikçilik yapın desem belki affederler. Bu tartışılmalıdır. Durum bu kadar vahim. Kendileri her gün bunu söylüyorlar.

Halkımız ne yapabilir? Önce düşünmesi gerekiyor. Kendini savunmayı bilmesi gerekiyor. Benim için değil, benim özel savunmaya ihtiyacım yok. İsteseniz de beni savunmanız zor. Kaldı ki, benim böyle bir şeye fazla ihtiyacım da yok. Ama sizlerin kendinizi savunmaya ihtiyacı var. Eğer gerçekten ulusal onurunuza sahip çıkmak istiyorsanız, gerçekten özgürlük diye bir iddianız varsa kendinize sahip çıkmanız gerekiyor.

Buradan dünyaya ve Avrupa'ya sesleniyorum! İkide bir "PKK terörü", "PKK savaşı" deyip kendinizi kandırmayın. Mesele ben isem, ağzımı kapatırım, PKK'yi de kaparım, ama o zaman sizler de Kürtlere birtakım haklar vereceksiniz. Haydi ben halloldum, Kürtlere ne vereceksiniz? Haydi bütün kudret sizin elinizde, peki Kürtlere barış hakkı, demokrasi hakkı tanıyacak mısınız? Süreci başlatın, ben konuşmayacağım. Ama yok vermeyecekseniz; "hallettik", "bitirdik" diyecekseniz, hayır, tek başıma da olsam ben bu mücadeleyi daha da tırmandıracağım. Bunun başka çaresi var mı? Sizin insanlıkla, demokrasiyle, barışla en ufak bir alakanız var mı? Bu çılgınca planlara bakın; bir kişi için bu kadar silah devreye sokulur mu? Bu kadar silah, bu kadar dev gibi bir ordu bir kişi için harekete geçirilir mi? Hayır, mesele bir kişi değil, mesele tüm halklar, mesele ilerici insanlık. Susturmak istiyorlar. Elbette kendi üzerime düşeni yapacağım. Gerçekler bu kadar açık. Herkesi bu temelde önce gerçekleri derinliğine kavramaya, mümkünse gücü oranında bu haksızlıklara karşı, zulme karşı durmaya, gereklerini yerine getirmeye çağıracağım.