PKK Zindan Komite Üyesi Piro Dersim Radyo Dengê Gel’de katıldığı özel programda, Patnos cezaevinde tutsaklara dönük “domuz bağı” işkencesini hatırlatarak, Hizbulkontra eliyle uygulanan “domuz bağı” işkencesinin Kürt halkının hafızasında yerini aynı sıcaklıkla koruduğunu belirtti. AKP-MHP faşizminin Hizbulkontra ile yaptığı ittifaka dikkat çeken Dersim, önümüzdeki süreçte Hizbulkontraların birçoğunun zindanlara yerleştirilebileceğinin, siyasi tutsaklara karşı Hizbulkontranın devreye konulabileceğinin kuşkusu içerisinde olduklarını ifade etti.
Dersim, "Doğru temelde bir öncülük, örgütlenme, doğru temelde bir mücadele geliştirilirse zindanlarda yaşanan bu baskı bu vahşet sürecine de son verilir" dedi.
PKK Zindan Komite Üyesi Piro Dersim programda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki mutlak tecridi, tecridin topluma ve zindanlara yansımasını, zindanlardaki son durumu, AKP – MHP faşist rejiminin paramiliter yapılanmalarla zindanlara yönelebileceğini ve buna karşı yapılması gerekenleri değerlendirdi.
Önder Apo üzerinde ağırlaştırılmış tecrit işkencesi 24 yılını doldurmak üzere. Son iki buçuk yıldır da Önder Apo’dan hiçbir şekilde haber alınamıyor. Genel itibarıyla bakıldığında tecrit sistemini nasıl görmek gerekir? Buna karşı nasıl bir mücadele verilmeli?
Bilindiği üzere son zindan şehidimiz Şakir Turan yoldaşımızdı. Çok büyük bir yurtseverimizdi. Düşmanın zindanlardaki katletme, cezalandırma politikalarından kaynaklı şehadete ulaştı. Şakir Turan yoldaş şahsında tüm zindan şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum. Onların ideallerini zafere ulaştırma sözünü veriyoruz.
Eylül ayındayız. 24 Eylül 1996 tarihinde Amed zindanına yönelik katliamın yıl dönümüne giriyoruz. Bu katliamda Mehmet Aslan, Rıdvan Bulut, Nimet Çakmak, Cemal Çan, Ahmet Çelik, Kadir Demir, Edip Dilekçi, Sabri Gümüş, Erkan Perişan, Hakkı Pekin arkadaşlarımız şehit düştüler.
Aynı gün tutsak yoldaşlarımız Vedat Aydemir ve Hamdullah Şengüler bedenlerini ateşe vererek, katliamı protesto eyleminde bulundular. 1996 Eylül saldırısında bedenlerini ateşe veren 2 yoldaşımızla birlikte 12 yoldaşımız şehadete ulaştı. Yıl dönümü vesilesiyle bu yoldaşlarımızı da saygı ve minnetle anıyoruz. Yoldaşlarımızı katleden faşist rejimden hesap soracağımızı, faşist rejimin yoldaşlarımıza yönelik bu vahşi katliamının yanına kalmayacağını belirtmek istiyoruz. Yoldaşlarımızın ideallerini başarıya ulaştırma sözümüzü yineliyoruz.
9 Ekim Komplosu’nun 25.yılını geride bırakacağımız bu süreçte, komploya karşı yeni bir direnişin ve mücadelenin de yeni dönemine giriyoruz. Komploya karşı ilk büyük çıkış zindanlarda “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemselliğiyle vücut buldu. Önderliğe yönelik saldırıyı ilk hisseden, ilk tepkiyi veren, Önderlik etrafında ateşten çemberi geliştiren zindanlardaki yoldaşlarımız oldu. Yoldaşlarımızın duyarlılığı giderek dalga dalga tüm Kurdistan’a, yurtdışındaki Kürt halkının bulunduğu tüm alanlara, Kürt halkının tüm dostlarına yansıdı. Çok büyük bir toplumsal eylemsellik açığa çıktı.
Bu anlamda 9 Ekim ile başlayan “Güneşimizi Karartamazsınız Direnişleri” öncülüğünde ciddi bir mücadele ortaya çıktı. Daha ilk etapta komplocuların hesabı boşa çıktı. Zaten kendileri de o dönem “Bu kadar büyük bir tepkiyi beklemediklerini” belirtiyorlardı. Gelişen o toplumsal tepki, daha ilk etapta komplonun amaçlarını önemli oranda boşa çıkardı.
Sadece Türk devleti değil uluslararası tüm güçler bu işin içindeydi. Başını ABD’nin, İsrail’in çektiği, birçok AB ülkesinin, NATO’nun içinde yer aldığı bir konseptti. Rusya’nın rolü vardı, yine işbirlikçi KDP ihanetinin bunda rolü vardı. Tüm bunlar bir araya gelerek Önder Apo’ya yönelik komplo geliştirildi. Komplocular sonuç almada kararlıydılar, bu anlamda her türlü yol ve yönteme başvurdular.
Örgütümüzü parçalamaya, örgüt içinde tasfiyeciliği öne çıkartma çabaları, yine her türlü imha saldırısı; siyasal çözüm adı altında farklı yol ve yöntemlerle sürekli komployu yenileyerek sonuç almak istediler. Yani hareketimizin tasfiyesi temelinde Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin bitirilmesi amaçlanıyordu. Kürtlerin köle statüsünün bir yüzyıl daha devam ettirilmesi hedefleniyordu. Bu amaçla komplo yenilenerek sürdürülüyordu.
BU SÜREÇ KOMPLOYA KARŞI BÜYÜK BİR DİRENİŞ SÜRECİDİR
Bu 25 yıllık süreçte “komployu sürekli yenileyerek hayata geçirme” planlarına karşı çok büyük bir direniş gerçekleşti. Bu süreç komploya karşı büyük bir direniş sürecidir. On binlerce yoldaşımız şehit düştü. Çok büyük fedai eylemliliklerle kararlı bir direniş süreci yürütüldü. Bu direniş düşmanın birçok hesabını boşa çıkardı. Düşman, Önderliğimizi esaret altına aldıktan sonra hareketimize “6 ay içerisinde bitecek” diyerek ömür biçmişti. Tüm planlarını buna göre hesaplıyorlardı. Uluslararası güçler de bu çerçevede hareket ediyordu.
Ancak bırakalım 6 ay, 25 yıldır bu hareket giderek güçlenerek, daha da büyüyerek, insanlığa umut veren ve öncülük eden bir konuma geldi. Rojava’da devrim oldu. Birçok yerde devrim niteliğinde gelişmeler yaşandı. Hareketimiz insanlığa mal oldu. Çok büyük kazanımlar ortaya çıkardı. Bunların hepsi komploya karşı verilen bu mücadelenin sonuçlarıydı.
Özellikle Önder Apo İmralı’da bunun öncülüğünü yaparak hareketi yeni paradigmaya göre şekillendirdi. Yeni bir anlayış ortaya çıkardı. Yeni paradigma, yeni anlayışla, çok güçlü teorik çözümlemelerle, yine pratik projeleri tüm insanlığa sundu. Demokratik Konfederalizm, Demokratik Ulus, Demokratik Ekolojik Kadın Özgürlükçü Paradigma’yla aslında insanlığın sorunlarına da çözüm imkanı yarattı.
Önderliğin bu düzeydeki değişim yaratma kapasitesi aynı zamanda tüm mücadelemize de yansıdı. Mücadelemiz de Önderliğimizin belirlediği çizgi temelinde kendisini değiştirip dönüştürerek, düşmanın tüm saldırılarına karşı direnişte kaldı. Aynı şekilde halkımız hareketimize, Önderliğimize büyük bir bağlılık örneği gösterdi. 25 yıllık süre içerisinde düşmanın pek çok hesabı, saldırısı, savaş konsepti boşa çıkarıldı. Komployu güncelleme denemeleri boşa çıkarıldı. Şunu belirtmek gerekir ki, 25 yıllık mücadele süreci boyunca düşman sonuç almadı, büyüyen hareketimiz oldu. Hareketimiz ve Önderliğimiz insanlığa mal oldu ve evrenselleşti.
BİZ DE İSTEDİĞİMİZ SONUCU ALAMADIK
Şunun altını çizmek gerekiyor: Biz de istediğimiz sonucu alamadık. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlayamadık. Kürt sorununun demokratik çözümünü yaratamadık. Dolayısıyla bu mücadele halen yürütülüyor. 25 yıllık mücadele içerisinde bu iki temel sonucun ortaya çıkmaması bizimle bağlantılıdır. Yetersizlik ve eksikliklerimiz vardır. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte 25 yıllık deneyimlerden çıkan sonuçlar temelinde sonuç alıcı bir mücadele geliştirmemiz gerekiyor.
Önder Apo 25 yıldır tek kişilik hücrede tutuluyor. 3. Dünya Savaşı, Önder Apo’ya yönelik komplo ile başladı. Önder Apo’nun dışarıya müdahil olmasını istemiyorlardı. Çünkü 3. Dünya Savaşı Ortadoğu yaşanıyordu. Savaşın en yoğun yaşandığı coğrafya ise Kurdistan’dı. Dolayısıyla burada da her açıdan en etkin konumda olan Önder Apo’ydu. Amaç Önder Apo’yu bu sürecin dışında bırakmaktı. Uluslararası güçlerin İmralı’da işkence sistemi altında tutulmasına onay vermesi, kendilerinin de bu işin içerisinde olduklarının açıkça göstergesidir. Bu anlamda Önder Apo’nun düşüncesinin dışarıya ulaşmasının önünü kesmeye çalıştılar. Önder Apo’nun etki düzeyini engellediler. Tecridin bir yönü budur.
Tecrit, sadece Türk devleti tarafından uygulanmıyor. Uluslararası güçler de dahildir. Türk devletinin uyguladığı bu insanlık suçuna göz yumarak, destek sunarak tecrit politikasını desteklediklerini gösteriyorlar. Bunu görmek gerekiyor. İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) her İmralı ziyaretinden sonra açıklama yapmayıp muğlak açıklama yapmaması, gerekli tavrı ortaya koymaması bununla bağlantılıdır.
Sözde demokrasinin teminatı olduğunu iddia eden Avrupa Parlamentosu (AP), Birleşmiş Milletler (BM) vb. gibi uluslararası kurum ve kuruluşların İmralı İşkence Sistemi’ne ve bu işkence sistemi dahilinde Önder Apo’ya yönelik devrede olan tecride karşı sessizlikleri, göz yummaları bu komploya ortaklıklarıyla bağlantılıdır. Komplonun ve sonrasında geliştirilen tecridin bir boyutu budur.
Yani Türk devleti ile uluslararası güçler 3. Dünya Savaşı’yla Ortadoğu’yu istedikleri şekilde dizayn etmek istediler. Bu nedenle Önder Apo’nun sesinin dışarıya ulaştırılmasının engellenmesi gerekiyordu. Etkinliğinin kırılması gerekiyordu. Bunun sonucunda da İmralı tecridi ortak bir konsept biçiminde ortaya çıktı. Bu birinci boyuttur.
KOMPLO VE SONRASINDA TECRİTLE BAŞARIYA ULAŞMAK İSTİYORLAR
Türk devleti geçmişten beri Kürt sorununu tamamen bitirmekte, Kürt soykırımını tamamlamakta kararlıdır. Cumhuriyetin yüzüncü yılına Kürt soykırımını sonuca ulaştırarak girmek istiyordu. Bunun için de her türden insanlık ve savaş suçu işleyerek, her türlü yol yönteme başvurup pervasızca gerillaya, halka, Kurdistan’ın diğer parçalarına yönelik saldırılar geliştiriyorlardı. O açıdan planlarını hayata geçirmek için de bu mücadeleyi yaratan ve öncülüğünü yapan Önder Apo’yu etkisiz kılmak istediler, dışarı ile bağını koparmak istediler. Komplonun ve mutlak tecridin ikinci boyutu da budur.
Türk devletinin tasfiye planlarıyla sonuca gitmesinin tek yolu (onlara göre) Önder Apo’nun dışarı ile bağının kesilmesi, sözünün dışarıdaki etkisini engellemekten geçiyordu.
Bunun bariz örneğini Kobanê sürecinde gördük. Milyonlar Önder Apo’nun çağrısı ile sokağa döküldü. Halk Kobanê etrafında kenetlendi. DAİŞ saldırıları bertaraf edildi. Yani Önderliğimizin yarattığı bir durumdu. Düşman da bunu çok iyi bildiği ve tahlil ettiği için Önderliğe karşı mutlak tecridi hayata geçirdi. Tecrit politikasının üçüncü boyutu da budur.
ÖNDER APO’DAN İNTİKAM ALINIYOR
Tecridin diğer bir boyutunda Türk devletinin intikamcı ve inkarcı geleneği duruyor. Bu cumhuriyet halkların inkarı üzerine kuruldu. Halklara dönük soykırımların son halkası Kürt halkıydı. Kürt soykırımı da gerçekleştirilse Türk ulus devleti ve Türk yayılmacılığı sonuç almış olacaktı. Önder Apo Kürtleri yeniden örgütledi ve bunun önüne geçti. Yeniden bir halk, bir ulus konumuna getirdi. Mücadele eder hale getirdi. Dolayısıyla Önder Apo’ya karşı büyük bir tepkileri var. Sadece burada değil, Ortadoğu’da da öyle. Türk devleti Kürt sorununu katliam ve asimilasyonla halletmiş olsaydı Ortadoğu’da en temel güç haline gelmiş olabilirdi. Bu güce dönüşememelerinin sorumlusu olarak Önder Apo’yu görüyorlar. Önder Apo’dan bu yüzden intikam alıyorlar.
Önder Apo 25 yıldır eşsiz bir direniş gösteriyor. Zindanda 25 yıldır kalan başkaları da var. Önder Apo’nun bir ada zindanında sadece tüm dünya ile bağları koparılmamıştır. Sadece düşüncelerinin dışarıya çıkmasına izin verilmemiş, ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmemiştir. Önder Apo’nun düşünceleri üzerinde de tecrit sürdürülüyor. Önder Apo’nun düşünceleri halklar ve ezilenler için bir çözüm sunuyor. Bu nedenle en fazla yayılan, en fazla dikkate alınan düşüncelerdir.
Önder Apo’nun paradigması artık dünyadaki ilerici, demokrat, devrimci insanlar, sendikalar, akademisyenler ve yazarların gündemindedir. Düşüncelerinin etki düzeyi çok büyüktür. Düşüncelerinin üzerindeki tecride rağmen Önder Apo direnişi, duruşu ile düşmanın tüm tecrit politikalarını boşa çıkarmıştır. Mutlak tecrit altında bile direnişin öncülüğünü yapmaktadır. Ortaya koyduğu paradigmayla insanlığa yol gösteriyor. Onun için “dünya lideri”diyoruz ki bu konumdadır. Önder Apo Kürt halkının lideri olmayı aşmıştır. Halklar ve genel anlamda insanlığın önderidir.
CİDDİ BİR TOPLUMSAL HAREKET FAŞİZMİ YOK EDER
25 yıllık mücadele boyunca düşman saldırılarını, düşmanın her türlü kirli savaş konseptini önemli oranda boşa çıkarsak da Önder Apo’yu fiziki özgürlüğüne kavuşturamadık. Kürt sorununun demokratik çözümünü yaratamadık. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte buna odaklanmamız gerekiyor. Komploya karşı yürüteceğimiz mücadeleyi sonuç alıcı bir düzeye getirmemiz gerekiyor. Düşman bizi hem tecridi olağan görmeye, hem de tecritle bizi Önderliksiz yaşama alıştırmak istiyor. Tecridin mutlaklaştırılmasının nedenlerinden birisi de budur.
Önder Apo’nun militanları bizler yani ölümüne bağlı kadrolar olarak gerçekten bunu kabul etmemeliyiz. Bunun mücadelesini vererek Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü zamana yaymadan sağlamalıyız. Hiç kimse “bunun koşulları yoktur” dememelidir. Tam tersine koşulları her zamankinden daha fazladır.
Rahatlıkla söylenebilir ki, şu anda Türkiye’de faşist rejime karşı çok ciddi bir toplumsal eylemsellik yoktur. Gerilla direnişi ve çok kısmi bir toplumsal eylemsellik bile düşman bu kadar zorlayıp krize koyuyor, hareket edemez duruma getiriyor. Ciddi bir toplumsal hareket, bu düşmanı yerle bir eder. 9 Ekim Komplosu sürecinde ortaya çıkan halk hareketi ile, Kobanê sürecinde ortaya çıkan toplumsal refleks gibi direnişler açığa çıkarsa, değil Türk devleti on tane Türk devleti bu toplumsal hareketin önünde duramaz. Var olan askeri, ideolojik, örgütsel ve toplumsal gücümüzle Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlama ve Kürt sorununun demokratik çözümünü yaratma koşullarına her zamankinden daha fazla sahibiz.
Bunun için bir vicdan muhasebesi yapmak gerekiyor. Sürecin gerekliliği oranında kendimizi mücadeleye katıp, bu sürecin öncülüğünü yapmaya çalışalım. Bunu kendimize temel bir misyon olarak biçelim. Eğer bunu yaparsak çok rahat sonuca ulaşabiliriz. Düşman tarihi boyunca ki en zayıf durumundadır. Elli yıllık mücadelemiz karşısında düşman tarumar durumuna gelmiştir.
AKP-MHP faşizmi 20 yıllık iktidar sürecinde, bizden aldığı yenilgilerle şu anda gerçekten çok ciddi bir çöküşün içerisindedir. Çökmemesinin temel nedenlerinden biri, karşısında ciddi bir muhalefet olmayışıdır. İkinci sebep ise faşizme olan tepkinin örgütlü olmayışıdır. Toplumsal eylemsellik açığa çıkmıyor ve mücadeleye dönüşemiyor.
ÖRGÜTLÜ MÜCADELE GELİŞİRSE FAŞİZM İKTİDARINI SÜRDÜREMEZ
Çok ciddi bir tepkiler olmasına karşın bu tepki örgütlenememiş, toplumsal bir mücadeleye dönüşmemiştir. Bu tepki örgütlendirilir ve toplumsal mücadele haline dönüştürülürse faşizm iktidarını sürdüremez.
Koşullar itibarıyla da bu sonuca çok rahatlıkla ulaşılabilecek bir süreci yaşıyoruz. Hareketimiz bundan kısa bir süre önce “Dem Dema Azadiyê ye” hamlesini başlatmıştı. Bu hamle, etkisi olduğu toplumu önemli oranda harekete geçirdi. 2020’den bugüne, düşmanın birçok saldırı konseptinin boşa çıkarılmasında bu hamlenin ciddi bir etkisi oldu.
Bu hamleyi daha üst bir aşamaya taşımamız gerekiyor. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü ve Kürt sorunun demokratik çözümüne odaklanmış çok daha güçlü bir toplumsal eylemselliği, mücadeleyi açığa çıkartmamız gerekiyor. Devrimci Halk Savaşı da bunu gerektiriyor.
Devrimci Halk Savaşı mücadelemizin sempatizanı, yurtseveri; demokrasi isteyen her insanın bulunduğu her alanda faşizme karşı mücadelesini gerektiriyor. Dolayısıyla onurlu, demokrasi isteyen, Kürt sorunun çözümünü isteyen, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü isteyen her insan bulunduğu tüm alanlarda direnişe geçerse, bulunduğu her zemini kullanıp imkanları değerlendirirse çok rahatlıkla faşizmi yenebilir. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün de Kürt sorununun demokratik çözümünü de ortaya çıkarabiliriz.
9 Ekim Komplosu’nun yıl dönümü itibarıyla çok daha üst aşamaya geçen, sonuç almaya odaklanan bir mücadele sürecinin açığa çıkacağına inanıyorum. Herkesin bu temelde kendisini sorgulaması, geçmişteki yetersizlikleri görmesi ve önümüzdeki süreçte öncülük düzeyde sürece katılması gerektiğini belirtiyorum.
İMHA VE SOYKIRIM POLİTİKASI DIŞARIDA VE İÇERİDE BÜTÜNLÜK İÇERİSİNDE YÜRÜTÜLÜYOR
Belirttiğiniz gibi Önder Apo üzerindeki tecrit sistemi kuşkusuz sadece İmralı ile sınırlı kalmamış bir bütünen Kurdistan’a yayılmış durumda. Tecrit zindanlara nasıl yansıyor? Önder Apo’nun üzerindeki mutlak tecrit, zindanlarda nasıl bir saldırı biçimine dönüşmüştür? Tecride karşı zindanlarda mücadele nasıl yürütülmelidir?
Kuşkusuz düşmanın her dönem bir zindan politikası oldu/olmuştur. Zindan politikaları hiçbir zaman dışarıdaki politikalardan bağımsız değildir. Yani dışarıda imha ve soykırımı dayatan düşman, içeriye de aynı yaklaşım ile yöneliyor. Bu iki yönlü saldırı her zaman bütünlük içerisinde yürütüldü.
“Çöktürme Eylem Planı” dedikleri sürecin politikası, zindanlara da yansımaktadır. Günümüzde bu politikalar “İyileştirme Programı” denilen bir program temelinde hayata geçiriliyor. “İyileştirme Programı” dedikleri şey tümden teslim almayı amaçlayan bir programdır. Bu programa göre tutsakların zindanlardaki tüm davranışları programlanmak isteniyor; rejimin ve Türk devletinin faşist marşlarını söyleyen, kendilerine biat eden, askeri sisteme sayım veren, belirledikleri ırkçı – faşist kitapları okuyan, vaaz dinleyen vb... Nihayetinde de pişmanlığı belirten birçok yaklaşım, tutsakların hanesine “artı puan” geçiyor. Bunun dışındaki tüm davranışlar ise tutsakların hanesine “eksi puan” olarak yazılıyor.
Tutsakların infaz süreleri bittiğinde “Cezaevi Gözlem Kurulu” gelip bu puanlara bakıyor, tutsağın bırakılıp bırakılmayacağına bu puan üzerinden kararlaştırılıyor. Çağdışı ve çok ilkel bir yöntemdir. Tümden intikam almaya dayalı bir yöntemdir.
ZİNDANLARDA BÜYÜK BİR DİRENİŞ VAR
Bırakalım demokratik teamülleri, bu yöntemin kapitalist modernist hukukta dahi bir yeri yoktur. Kapitalist modernist sistemin hukukunu da bırakalım bir tarafa... 12 Eylül Faşist Darbesi ile şekillenen hukuk ile de bir alakası yoktur. Yani 12 Eylül Faşist Anayasası’nda dahi böyle bir uygulama yoktur. Hiçbir hukuki, demokratik ve ahlaki meşruiyeti olmayan bir uygulamadır. Yoldaşlarımız onlarca yıldır zindandalar. Direniyor ve mücadele ediyorlar. Bu politikaları kabul edecek durumda değildirler. Buna karşı çok kapsamalı bir direniş yürütülüyor. Bu direniş sonrası düşman birçok arkadaşımızın cezasını erteliyor, infazını yakıp keyfi bir şekilde içeride tutuyor. Hasta birçok arkadaşımız Adli Tıp Kurumu’nun “cezaevinde kalamaz” raporuna rağmen bırakılmıyor. Veya cezaevinde kalamayacak durumda olmasına rağmen Adli Tıp Kurumu, “cezaevinde kalamaz” raporu vermiyor.
İnsanlıktan ve vicdan, ahlaktan; hukuktan yoksun bu uygulamanın tek amacı intikam alma, teslimiyeti dayatmadır. Bu politikanın devreye konulmasının nedeni budur. Saldırılar, yönelimler çok vahşicedir. Cezaevi Gözlem Kurulu AKP – MHP’nin faşist memurlarından oluşan bir çete yapılanmasıdır.
Kürt, devrimci, sol sosyalist ve PKK düşmanı çeteler bir araya getirilerek, hukuk uygulanmaya çalıştırılıyor. İşkence hat safhada ve katliam gerçekleştiriliyor. Bu insanlar siyasi tutsakların ideolojik düşmanlarıdırlar. Tutsak arkadaşlarımız çetelerin insafına terk edilmiş durumdalar.
İçeride anlamlı bir direniş var, bunu görmek gerekiyor. Zindanlardaki teslim alma ve intikam alma politikalarına karşı durmak, içerideki yoldaşların direnişini dışarıya taşımak gerekiyor. İmralı tecrit ve soykırım sisteminin tüm zindanlarda genelleştirilmesini esas alan politikalar geliştiriliyor.
DÜŞMANIN ZİNDAN POLİTİKASI DAHA DA SALDIRGAN BİR HAL ALACAK
Bunun öncesinde de zindanlarda tecrit sistemi vardı ama günümüzde daha üst boyuta taşırılıyor. “Yüksek Güvenlikli Cezaevi” denilen yeni zindan modelleri oluşturuluyor. Bu zindanlar tümden tek kişilik modellerdir. Bir tutsağı tek kişilik hücrede on yıllarca tutacaklar. Tutsaklara günde beş saat havalandırmaya çıkma izni veriliyor. Yani her açıdan işkence en üst safhadadır.
Tek kişilik tutsağa her türlü fiziki işkence, her türlü fiziki saldırı da yapılacak. Bu fiziki işkencenin yanı sıra tek kişilik hücre çok ciddi psikolojik-manevi işkencedir. Ciddi sonuçları olacak bir işkence uygulamasıdır. Şu anda takip ettiğimiz kadarıyla 4-5 zindan açılmış durumda. Basınlarında çıkan haberlerde bu yıl sayıyı yirmiye çıkarmayı düşünüyorlar. Önümüzdeki günlerde düşmanın zindan politikaları daha da saldırgan bir hal alacaktır.
Özellikle bu “S Tipi” zindanların hayata geçirilmesi ile beraber tecrit daha da derinleşecek. İşkence, her türlü keyfi uygulama, her türlü intikam uygulaması daha keskin bir şekilde hayata geçecek.
“S Tipi” zindanlar hayata sessizce geçiriliyor. Buna karşı demokratik kamuoyunun, insan hakları örgütlerinin, tutsak ailelerinin, demokratik siyaset alanının ve tüm halkımızın kıyameti koparması gerekiyor. Fakat bu düzeyde bir tepki ortaya çıkmıyor. Bu son derece ciddi bir durumdur.
2000’li yılları hatırlayalım. 2000’lerde “F” tiplerini hayata geçirildi. Buna karşı dışarıda muazzam bir tepki oluştu. Uygulamaya konulmasına rağmen, düşman planını hayata geçiremedi. Siyasi tutsaklar bunun üzerine kendince bir örgütlülük geliştirdiler.
S TİPİ ZİNDANLARLA TABUTLUKLAR OLUŞTURULUYOR
“S” tipi zindanlar hayata geçiriliyor. 2000’li yıllardaki tepkinin yüzde 1’i dahi yok. “F” tipi koşullarının on katı ağır zindanlar, ölüm evleri tabutluklar oluşturuluyor. Hukukçular, insan hakları örgütlerinin bir tanesinden dahi bu işkence sistemini dile getiren yok. Bazı basın açıklamalarında “hak ihlalleri” şekliden dile getiriliyor ama buna karşı bir direniş, bir mücadele yok.
Yani çete mahiyetindeki Cezaevi Gözlem Kurulları’nın keyfi uygulamaları, “S” tipleri, hasta tutsaklarının bırakılmaması şu anda zindanlarda uygulanan temel politikalardır. Düşmanın zindanlara karşı politikası soykırımdır.
Tüm bunlara karşı tutsakların büyük bir direnişi söz konusu. Bunu görmek gerekiyor. Zindanlarda devreye konulan fiziki ve psikolojik işkenceyi, soykırım esaslı politikayı sadece “hak ihlalleri ve mağduriyet” ile ele almamak gerekiyor. Yoldaşlarımız, gerilla gibi çok büyük bir fedai tarzda direniyorlar. Zindan arkadaşlarımızın “mağdur olduğu” vb. bir alandan ziyade çok ciddi bir mücadele alanıdır. Zindanların mücadelemizdeki en temel yeri ve rolü budur. Büyük bir mücadele mevzisidir. Mücadelemizin toplumsal alanı, dağ alanı ve zindan alanı vardır. Dağ- zindan-toplum üçgenindeki direnişin bütünlüğü mücadelemizi yürütüyor. Tutsak yoldaşlarımız çok büyük bir mücadeleyi yürütüyorlar. Bu direniş 14 Temmuz direniş çizgisindedir. Önder Apo’nun İmralı Direniş çizgisini esas alıyorlar.
Genel olarak son süreçte göz önündeyken zindanlardaki son durum nedir?
Zindanlarda her türlü saldırı var. Patnos Cezaevi’nde “domuz bağı” işkencesi kamuoyuna yansıdı. Domuz bağı ile dört saat cezaevi müdürünün gözetiminde bekletiliyor. Farklı zindanlarda birçok farklı işkence yöntemleri söz konusu ama “domuz bağı” yeni bir şeydir. “Domuz bağı”denilince Kürtler için doğrudan Hizbulkontra demektir. AKP-MHP faşizminin Hizbulkontra ile yaptığı ittifak da var. İnsan “Acaba Hizbulkontracıların birçoğunu önümüzdeki süreçte zindanlara mı yerleştirecekler? Zindandaki yoldaşlarımıza karşı Hizbulkontrayı mı kullanacaklar?” diye düşünmeden edemiyor. Çünkü “domuz bağı” denince ilk aklımıza gelen bu oldu.
Zindanlarda her türlü fiziki saldırı, işkence, sözlü taciz, insan onuruna aykırı uygulama tutsaklara dayatılıyor. Zindanlar, diğer mücadele alanlarımızdan çok daha fazla düşman kuşatması altındadır. Eksiklikler var ama bu eksiklikler zindandan kaynaklanmıyor. Dikkat edilirse mücadelemizin her alanında dayatılan imha konseptine karşı Önder Apo’nun İmralı direnişinde, gerillanın sömürgeciliğe karşı direnişinde çok ciddi bir eksiklik yoktur. Aynı zamanda zindandaki yoldaşlarımızın her türlü şiddete, işkenceye karşı direnişinde çok ciddi bir eksiklik yoktur.
EKSİK OLAN BİZ DIŞARIDAKİLERİN YAPMASI GEREKENİ YAPMAMASIDIR
Eksiklik, toplumsal eylemselliği geliştirmededir. Demokratik toplumsal eylemselliği geliştirmede bir eksikliğimiz var. Eğer bunu da geliştirebilirsek -dediğimiz gibi diğer alanlarda zaten bir direniş var- başta Önder Apo üzerindeki tecrit olmak üzere zindanlardaki bu uygulamalar ve diğer birçok uygulama ortadan kaldırılabilir. Eksik olan, biz dışarıda olanların yapması gerekenleri yapmamasıdır.
Eskiden beri zindandaki direniş, dışarıdaki direnişle bütünleştiğinde sonuç alıyordu. Zindanlar direnişe öncülük edip, süreci başlatıyordu. Bu direnişin etkisi dışarıda kendini gösteriyordu. toplum hareketleniyordu. Eylemsellik sonuç alıyordu. Günümüzde olmayan biraz budur. Dışarı görevini yapmıyor. Dolayısıyla sorun en temelde biz dışarıdakilerin, demokratik siyaset alanındakilerin, toplumsal örgütlenme çalışması içerisindeki arkadaşlarımızın eksiklikleridir; yetersizlikleridir. Hepimizin kendi açısından bunu görmesi gerekiyor. Eğer bunu görürsek, gerçekten doğru temelde bir öncülük, örgütlenme; doğru temelde bir mücadele geliştirilirse zindanlarda yaşanan bu baskı bu vahşet sürecine de son verilir. Bu anlamda kendi görevini yerine getirmesi gereken bizleriz.
Sizin de belirttiğiniz gibi zindanlarda büyük bir mücadele veriliyor. Zindanlara karşı nasıl yaklaşılmalıdır? Nasıl bir mücadele yürütülmeli?
Her şeyden önce tüm demokratik kurum ve kesimlerin bir araya gelmesi gerekiyor. Bu demokratik kurum ve kesimlerin özellikle Önder Apo üzerindeki tecridi kesinlikle kabul etmemesi gerekiyor. Türkiye!deki tüm demokratik kurumlar, örgütler, demokrat bireyler gerçekten böyle bir ortak mücadele zemini yaratabilmeli ve bir araya gelebilmeli. Tecridi kabul etmemelidir. İkinci olarak zindanlara yönelik uygulamalar kesinlikle kabul edilmemeli. Buna öncülük edecek kesimler başta, demokratik kurumlar, demokratik öncülükler; aydın, demokrat, sanatçı, yazarlar olmalıdır. Toplumun vicdanı olarak bu kesimler bu mücadelenin yürütülmesine öncülük edebilmeliler. İnsan hakları kurumlarının, tutsak ailelerinin, bazı aydın, yazar vb. gibi çevrelerin kimi çabaları, mücadeleleri var. Fakat birçok yetersizlik söz konusu. Bu çabalar çok parçalıdır.
TECRİT VE ZİNDANLARDAKİ VAHŞETE KARŞI TEPKİLER YETERSİZ
Düşman tüm gücünü bir araya getirmiş, topyekun bir saldırı konsepti uyguluyor. Buna karşı herkesin de ortak mücadele zemininde bir araya gelmesi gerekiyor. Maalesef şu anda bu zemin yaratılmış değil. Hukuk alanının bu süreçte de çok aktif bir şekilde rol alması gerekiyor. Nihayetinde Önder Apo’ya yönelik tecrit ve zindanlara yönelik vahşetin temelinde “hukuksuzluk” yatmaktadır. Hiçbir şey yapılmıyor, demiyoruz ama çok zayıftır. Yüzlerce baro, binlerce avukat var. Bu insanlar bilinçli insanlardır, zindanlarda yaşamanın ne anlama geldiğini biliyorlar. Söylüyorlar, teşhir ediyorlar fakat buna karşı mücadelede çok zayıf kalınıyor. Hukuk alanının çok aktif bir şekilde kendisini bu sürece katması gerekiyor.
Üçüncüsü tutsak ailelerinin sürece öncülüğüdür. Tutsak aileleri bir yerde beklememelidir. “Siyasiler gelsin öncülük etsin” dememeli, kendileri adım atmalıdır. Eylemselliğe geçip, sonrasında herkesi davet etmelidir. Adım atmadan birileri çağrılamaz. Çağrılsa da anlamsız olacaktır. “Çok ciddi bir etkisi olmaz” ama kendileri örgütleyerek direnişi açığa çıkarırlarsa, çok rahatlıkla söz söyleme ve insanları etkileme düzeyi de ortaya çıkar. Dolayısıyla tutsak ailelerinin daha örgütlü, bütünlüklü, sonuç almaya endeksli eylemsellikleri ortaya çıkarması gerekiyor.
Şu anda ortaya konan tepkiler çok parçalı, çok küçük gruplar temelinde yapılan, düşmanı zorlama düzeyi çok fazla olmayan tepkilerdir. Dolayısıyla bunun aşılması gerekiyor. Yurtsever halkımızın da “bu tutsak ailelerinin işidir” dememesi gerekiyor. Yoldaşlar sadece tutsak ailelerinin oğlu, kardeşi, akrabası olduğu için zindanda değildirler. Bizim yoldaşlarımızdır. Bu mücadelenin zafere ulaşması için direnen yoldaşlarımızdır” demeli ve sorumluluklarını yerine getirmelidirler. Her birimizin bu konumda çok ciddi bir sorumluluğu vardır. Tutsak ailesi ya da değil; herkes böylesi bir mücadelede kendisini öncü olarak görmelidir.
“Düşman saldırıyor, bizi de tutuklar” düşüncesini aşmamız gerekiyor. Bunları göze almazsak bir şey yapamayız. Düşman vurup saldırabilir, tutuklayabilir. Ama biraz toplumsal eylemsellik geliştirilirse bu düşman tuzla buz olur. Şimdiki eylemsellikler bile düşmanı bu kadar zorluyor. Cumartesi Anneleri’ne neden bu kadar vahşice ve faşistçe saldırıyor? Çünkü karşısındaki küçük de olsa kararlı bir grup. Bu küçük ama kararlı grup kendisini çok zorluyor.
Mesela Cumartesi Anneleri gibi kararlı ama daha büyük kitlelerle zindanlara dönük, Önder Apo üzerindeki tecride dönük mücadele geliştirilirse, çok rahatlıkla bu düşmanın her türlü baskı yönelim, tutuklanma, gözaltına alma politikaları boşa çıkacaktır. Düşman bundan sonuç almayacağını görmüş olacak. Günümüz kaygıları, korkuları aşma günüdür. Korkusuzca mücadele alanlarına akma günüdür.
Tekrar belirteyim. Önümüzdeki yıl komploya karşı mücadelenin 26. yılı ve sonuç almamız gereken bir yıldır. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünün sağlanacağı, Kürt sorununun demokratik temelde çözüleceği bir yıl olmak zorundadır. Herkesin bu düzeyde kendisini katması gerekiyor. Bunun için bedel gerekiyorsa bedeli göze alması gerekiyor. Bunun için öncülük etmesi gerekiyorsa öne çıkması gerekiyor. Şunu görmeliyiz: Önder Apo en ağır işkece ve tecrit koşullarında 25 yıldır direniyor. Gerilla en amansız koşullarda fedai temelde direniyor. Zindanlardaki yoldaşlar her türlü vahşet karşısında direniyorlar. Dolayısıyla biz dışarıdakilerin de bu yoldaşların direnişlerine denk bir yaklaşım içerisinde olmamız gerekiyor. Hesapsız, korkusuz bu mücadelenin içerisine kendimizi katmamız gerekiyor.
Eğer asgari düzeyde bile bu yapılırsa, önümüzdeki süreçte hem zindandaki düşman politikaları boşa çıkacak, hem Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü, Kürt sorununun demokratik çözümü sağlanmış olacaktır. Bu aynı zamanda kendimize yönelik yaklaşımdır. Önder Apo’nun üzerindeki tecride karşı çıkmamak, faşizmin devam etmesi demektir. Baskı ortamında, yoğun faşizan koşullarda yaşamamız demektir.
TÜRKİYE’DE ZİNDAN İLE DIŞARISI ARASINDA FARK KALMADI
Şu anda Türkiye’de dışarı zindan arasında ile bir fark kalmamıştır. İnsanlar çok büyük bir baskı altında. Özgürlük diye bir şey yoktur. Yaşamın her alanına müdahil olan faşizm vardır. “Önder Apo üzerindeki tecride karşı çıkmak, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü istemek, Kürt sorununun demokratik çözümünü istemek, zindanlardaki vahşete karşı çıkmak” aynı zamanda faşizmi yenmek anlamına geliyor.
Biz zindanlar, Önderlik ve Kürt sorununun demokratik temelde çözümü için mücadele ederken, aslında kendimiz için mücadele ediyoruz. Daha demokratik ve özgür bir yaşamın içerisinde yer almak için mücadele ediyoruz. Dolayısıyla herkesin bu bilinçle mücadeleye kendini katması, korku ve kaygıları aşması gerekiyor.
Bu noktada çok görkemli direnişler vardır. Cizre’de Mehmet Tunç yoldaş, yurtseverlik ölçülerini yükseltmiştir. Zindanlarda son şehit düşen Şakir Turan yoldaş, yurtseverliğin çıtasını bir o kadar yükseltmiştir.
Dolayısıyla her bir yurtseverimiz, her bir insanımız, her bir sempatizanımız onurlu, vicdanlı faşizme karşı olan her Kürt bireyi, Kürt halkının dostları, demokratik kesimlerin hepsi bu sürece korku ve kaygılarından arınarak aktif bir düzeyde katılmaları gerekiyor. Herkesin bu temelde önümüzdeki sürece kendisini katacağına inancım tamdır. Tüm arkadaşlarımızı, tüm insanlarımızı sevgi ve saygıyla tekrar selamlıyorum.