’Ekonomik ve politik saldırganlıkla karşı karşıyayız’

EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, mevcut ekonomik programın ancak zorbalıkla sürdürülebileceğini belirterek, “Ekonomik ve politik açıdan ayrılmaz bir saldırganlıkla karşı karşıyayız” dedi.

EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, AKP-MHP rejiminin ancak toplumsal kesimlerin, ezilen sınıfların, ekonomik ve politik haklarını, geleceğini ve yaşamını karartarak ayakta durabildiğini söyledi. Bütün toplum kesimlerinin kendi canının yandığı yerden o canını yakan düşmana karşı mücadeleye yönelmesinin, öfkesini büyütmesinin, hesaplaşmasının çok doğal olduğunu kaydeden Bayhan, şunların altını çizdi: “Niye birleşmiyor diye yakınmak değil, aksine bu mücadeleleri daha da yoğunlaştırmak, derinleştirmek, büyütmek, ilerletmek lazım. Bunları mutlaka bir gün ortak mücadele nehrine akacağını görmek zorundayız.”

Emek Partisi (EMEP) İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, ANF’nin sorularını yanıtladı.

Türkiye’de son günler son derece hararetli tartışmalara sahne oldu. Hala devam eden hem komisyonda hem de Meclis’te tartışılan sokak hayvanları yasası kabul edildikten sonra hayvan katliamları başladı. Hatta bazı kimliği belirsiz kişiler tarafından da yapılıyor bu katliamlar. Yasanın geçmesi böylesi katliamlara ön açtı gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bu yasa, Türkiye'de sokak hayvanlarının haklarını korumak üzere çıkarılan bir yasa değil. Aksine, onların yaşamlarını tehdit ediyor. İktidara; sokak hayvanlarından kurtulmak istiyorsunuz, onları ekonomik açıdan üzerinizde yük görüyor ve o yükü üzerinizden atmak için de böyle bir yasayla onları yok edeceksiniz, dedik. Mevcut 5199 Sayılı Kanun uygulandığı koşullarda zaten yaşanan sorunların çözümü açısından ciddi bir mesafe katedilir. Yeni bir yasaya ihtiyaç yok. Cumhur İttifakı, “hayır, bunlar yetmiyor, dünyada daha pratik uygulamaları olan düzenlemeler var, mevcut yasada boşluklar var” diye savundu. Belirsizlikler varmış gibi sahtekarlıklarla bu yasayı gündeme getirdiler ve zorla, baskıyla, terörle her şeye kulaklarını kapadılar. Kulaklarını tıkayarak bu yasayı geçirdiler ve geçirdikten sonra da itlaflar, katliamlar başladı. Hayvan hakları yasasının bir ihtiyaç olmadığı halde gündeme gelmesi, içinden geçtiğimiz ekonomik, politik süreçle doğrudan bağlantılı.

Nasıl?

Bir süredir Türkiye'deki ekonominin ağır faturasının işçilere, emekçilere çıkarılması için izlenen politikaların, sokak hayvanlarının payına düşen kısmıydı bu. Hükümet iki tane tasarruf paketi yayınladı ama buna rağmen ekonomide istediği hedeflere ulaşamadı ve bu da dediğim gibi tasarruf paketlerinin sokak hayvanlarının payına düşen kısmı. Şimdi o sürecin ağır sonuçları yaşanıyor. Tabii bu mücadele bitti anlamına gelmiyor. Çok daha güçlü bir mücadeleye ihtiyaç var. Sadece bu konuda değil, Türkiye'nin ekonomik ve politik bütün meselelerinde hükümetin yaptığı her gerici, her faşizan, her sömürücü, her baskıcı düzenleme o süre içerisinde ona karşı verilen mücadelelerin daha kararlı ve daha güçlü verilmesi gibi bir ihtiyacı ortaya çıkarak gündeme geliyor ve yaşanıyor. Hayvan hakları yasası da öyle oldu. Şimdi çok daha güçlü ve etkili, yaygın bir mücadeleye ihtiyaç var.

Aslında gündem bununla son derece meşgulken hemen sonrasında Instagram yasaklandı. Gündem, bir canlı türünün yaşam hakkı özgürlüğünden ifade özgürlüğüne bağlandı. Elbette çok konuşuldu ama Instagram yasağını bu genel tablonun bir parçası olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Instagram yasağında daha çarpıcı bir şey yaşadık. Instagram yasağı, aslında Türkiye'de kurulmuş tek adam rejiminde, bizlerin nasıl anti demokratik, keyfi, bıçak sırtı bir pozisyonda mücadele ettiğimizi ve de günlük hayat sürdürdüğümüzü gösterdi. Neydi yasağın gerekçesi? Nasıl izah ettiler? Doğrudan izah eden olmadı da. Sadece Filistin'de yaşanan katliamlar ve Haniye’nin öldürülmesi üzerine Instagram'daki paylaşımları engellemesine tepki olarak yapıldığı söylendi. Bağlantı böyle kuruldu. Fahrettin Altun ve BTK bir formül aramış; Instagram'ın bu uygulamasına karşı tepki göstermek için bütün Türkiye'de herkese Instagram’ı yasaklayarak bulmuş! Instagram yasağıyla tek adam iktidarının, demokratik haklar ve en temel haklardan biri olması gereken basın özgürlüğünü engelleyerek Filistin halkıyla dayanışma içinde olduğunu iddia ettiğini gördük. Rejim, bu halk, bu ülkenin işçileri, emekçileri için asla ve asla iyi bir şey üretemez, iyi bir adım atamaz. Filistin halkı adına iyi bir adım atmak için bile kendi halkını cezalandırmak gibi bir tutum takınıyorsa bu rejimin çarkları tamamen artık halkı sömürmek, ezmek, onu baskı altında tutmak için dönüyordur. İyi bildiği şey ve iyi yaptığı şey bile özgürlükleri yok etmek üzere kurulu. Onun için bence Instagram yasağı çok çarpıcı bir yasaktı. Sonra da nasıl ortadan kaldırıldığını bile açıklamadılar doğru düzgün.

Bu yoğun gündemlerden biri de Meclis’teki Can Atalay görüşmesinde ortaya çıkan kavga oldu. Buradaki detaylardan ziyade şunu sormak gerekli; AKP, yeni bir anayasayı dilinden düşürmezken var olan yasaları tanımayan bir tutum gösteriyor. Tıpkı önceki konuştuğumuz örneklerde de olduğu gibi hatta buna Kürtçeye dair yasaklamalar da dahil edilebilir son dönem açısından. Burada da benzer bir durum var. Yasa tanımaz bir iktidarın bu çerçevede hazırlayacağı anayasanın geçerliliği ne olacaktır?

Can Atalay'ın 14 Mayıs 2023'te milletvekili seçilmesi ve YSK tarafından bunun ilan edildiğinden beri bu konu Türkiye'de Erdoğan ve Cumhur İttifakı'nın gerici, faşist bir rejim inşa etme sevdasının turnusol kâğıdı işlevi gören ayaklarından biri. En temel demokrasi tarihi açısından günümüz burjuvazisinin insanlığa vadettiği, topluma vadettiği iki tane demokratik hak vardır. Bir tanesi seçme seçilme hakkı, genel oy hakkıdır. Diğeri de hukuk karşısında biçimsel de olsa herkesin eşit sayılmasıdır. Can Atalay konusunda bunlar rafa kalktı. Bu da büyük sermayenin egemenliğindeki devlet biçiminin artık faşizm olması demektir. Erdoğan da Cumhur İttifakı da tam olarak bunun özlemini duyuyor. Bunu en çarpıcı, en keskin ifadelerini Devlet Bahçeli kullanıyor ve bu açıklamaları şöyle alt alta yazdığımızda, seçme seçilme hakkını da genel oy hakkını ve temsil yönetimi de nasıl ayaklar altına aldıklarını görüyoruz.

“Bu anayasa 12 Eylül cunta anayasası, bundan kurtulmamız lazım” diyorlar. Hiç uzatmadan üç şey söyleyeceğim.

* Bu bir cunta anayasası değil. Bu anayasa, cunta ve AKP iş birliği anayasasıdır. Bu anayasa, darbeciler anayasası değil. Bu anayasa, darbeciler ve tek adam rejimi, yani Erdoğan ittifakı anayasasıdır. Çünkü üçte ikisini kendileri yazdı.

* Erdoğan'ın demokratik, sivil, özgürlükçü ve yeni anayasa dediği her dönem; açılım dönemlerinden başlayarak geçmişteki yaşanan süreci şöyle bir göz önüne getirirsek hiçbir zaman böyle yasalar yazılmadı. Erdoğan ne dediyse tam aksi oldu. Kırıntı halindeki biçimsel olarak var olan ve anayasal güvence altında olduğu düşünülen sendikal hak özgürlüklerden grev hakkına, söz ve basın özgürlüğünden seçme seçilme hakkına, siyasi partilerin faaliyetlerini sürdürmesi konusundaki haklara kadar hepsi tırpanlandı. Bizler daha çok antidemokratik ve baskıcı bir rejimle yüz yüze kaldık.

* Bu iktidar zaten anayasa değişiklikleri yaptı. 2010'daki anayasa reformundan 2017’ye bugünkü Türk tipi cumhurbaşkanlığı sistemi dedikleri, tek adam düzeni, demokratik bir anayasa reformu diye önümüze koyuldu ve yapıldı.

Bu yeni tartışmalarda ise Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, “Sorumluluk alıyorum, Meclis’teki tüm partilerle görüşeceğim. Sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa için bu Meclis, cumhuriyet tarihinin temsiliyet oranı en çok olan meclisidir. Yüzde 95 bir temsiliyet oranı vardır. Dolayısıyla bu Meclis, bunu başarabilir, yapabilir. En çok hak eden bir Meclis’tir” gibi bir sürü laflar etti. Bunu diyen Numan Kurtulmuş'a sormak istiyorum; bu kadar inisiyatif aldın fakat bu Meclis’te anayasal olarak hakları çiğnendiği yine Anayasa Mahkemesi tarafından söylenen bir milletvekili var, niye arkasında duramıyorsun? Onun milletvekilliğinin görüşüleceği gün neden Meclis’in oturumunu yönetmiyorsun? Onun milletvekilliğinin geçerli olması için 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne niye bir tane bile yazı yazmıyorsun? Sen hangi demokratik, özgürlükçü ve sivil anayasa için inisiyatif alıyorsun? Bu bakımdan nasıl bir oyunla, tezgahla karşı karşıya olduğumuz ortadadır. Bu oyuna gelinmemeli…

Siz de belirttiniz en başta; tüm bunlar ekonomik tablonun da bir parçası. Asgari ücrete zam yapılmadı. Enflasyon düşüyormuş gibi gösteriliyor ama reelde öyle bir şey de yok. Tüm bu tabloyu birleştirince sadece son dönemde yaşananlar karşımıza ne çıkarıyor?

Çok açık ki bu kadar baskı politikasının, hayvanların yaşam hakkını bile ayaklar altına alacak bir gözü dönmüşlüğün dünden daha yeni veya daha somut nedenleri olmalı. Şüphesiz dünden gelen birçok nedeni var ama bugüne dair de nedenleri olmalı. Bunun en temel nedeni, bugün uygulanan Orta Vadeli Program (OVP) ve Mehmet Şimşek ekonomi programıdır. Çünkü bu ekonomi programı iki temel şey üzerine kurulu;

* Milyonlarca işçi ve emekçinin ucuz emek sömürüsüyle yerli ve yabancı sermayenin çarklarını garanti altına almak. İ

* Bu toplumun bütün yer altı yer üstü değerleri de dahil bütün zenginliklerini yine yerli yabancı tekellerin, büyük sermayenin kasasına aktarmak.

Dolayısıyla böyle bir ekonomik program ancak böylesi bir zorbalıkla, böylesi bir baskıyla, böylesi antidemokratik uygulamalarla sürdürülebilir ve hayata geçirilebilir. Tıpkı 24 Ocak Kararları’nın 12 Eylül Cuntası’yla ancak yaşama geçirilebildiği gerçeğinde olduğu gibi. Dolayısıyla biz ekonomik ve politik açıdan etle tırnak gibi birbiriyle ayrılmaz bir saldırganlıkla karşı karşıyayız. Bu çok açık ki ekonomide yoğun, ucuz emek sömürüsü ve iş cinayetleriyle insan yaşamı pahasına bir sömürü, kâr ve rant düzeni var. Bunun tek kazananı büyük sermaye ve tekellerdir. Aynı şekilde politik olarak bunu devam ettirecek şey de tüm bunlara herhangi bir tepki, herhangi bir karşı koyuş karşında uygulanacak kısıtlamalar, antidemokratik devlet baskısıdır.

Türkiye'de tek bir terör var, bu da bir sermaye terörüdür. Fabrikalarda, işyerlerinde bir sömürü terörüne dönüşen şey aslında bir sermaye terörüdür. Günlük hayatımızdaki hak gaspları, sokakları yaşanmaz, canlı yaşamını sürdürülmez hale getiren yine bu büyük sermaye terörüdür. Bununla yarınlara, geleceğe yürümek isteyen bir iktidarla karşı karşıyayız.

Kürtçe şarkıların, halayların yasaklandığı ve aslında Kürtçenin yeniden yasaklı dil muamelesi görmesiyle karşı karşıya kaldığımız bir dönemdeyiz. Dolayısıyla bunun bir ekonomik politiği var. Hakkını arayan, hakkını savunan, demokratik haklar için mücadele eden Kürtleri sevmez bu iktidar. Hakları için mücadele eden, ekonomik sosyal alanda insanca yaşayacak bir çalışma ve ücret düzeni isteyen işçileri, emekçileri de sevmiyor. Ürününe sahip çıkan üreticiyi de sevmiyor. Canlı yaşamına sahip çıkan yurttaşlarını da sevmiyor. Sokak hayvanlarını da sevmiyor. Şiddete karşı çıkan kadınları da sevmiyor. Geleceğine sahip çıkan gençleri de sevmiyor. Rejim, ancak bu toplumsal kesimlerin, bu sınıfların, ekonomik ve politik haklarını, geleceğini ve yaşamını karartarak ayakta durabilir.

Bu saldırıya karşı topyekun bir mücadele nasıl sağlanacak?

Türkiye'de bu politikalar karşısında işçiler, emekçiler suskun değil, Kürt halkı suskun değil, ezilen halk kesimleri suskun değil. Örneğin Kürt halkı, kayyumlar ve Kürtçe yasağı karşısında suskun değil, mücadele ediyor. Mücadeleye öncülük eden kesimler olarak bir gerçeği görmeliyiz. Bugün bütün toplumsal sınıflar ve kategoriler, bu tek adam rejimiyle, onun ekonomik ve siyasi uygulamalarıyla, politikalarıyla kendi durduğu ve de kendisinin canının yandığı yerden mücadele ediyor. Bu çok kıymetlidir. Birleşmesine ve tek bir hedefe vurmasına ihtiyacımız var ama bu kolay olmayacak. Onun için bugün bu mücadeleleri küçümsememeliyiz. Bütün toplum kesimlerinin kendi canının yandığı yerden o canını yakan düşmana karşı mücadeleye yönelmesi, öfkesini büyütmesi, hesaplaşması çok doğaldır.

Bu bir suyun kaynaması gibidir. Bu yığınların mücadelesinin olgunlaşma, ilerleme, ısınma sürecidir. Bu su 100 derecede kaynayacaktır. Biz şimdi o 100 dereceye ulaşmak üzere var gücümüzle çalışmak ve mücadele etmek zorundayız. Onun için niye birleşmiyor diye yakınmak değil, aksine bu mücadeleleri daha da yoğunlaştırmak, derinleştirmek, büyütmek, ilerletmek lazım. Bunları mutlaka bir gün ortak mücadele nehrine akacağını görmek zorundayız. O zaman bugünkü nesnel durumu anlarız diye düşünüyorum.