AKP iktidarı ekonomide Orta Vadeli Programını (OVP) geçtiğimiz hafta açıkladı. Birçok yorumcu, programın daha gerçekçi rakamlarla açıklandığını dile getirdi fakat gerçekçi olmayan bir yan daha vurgulandı; o da hedefler.
2006’dan bu yana 19’uncusu açıklanan OVP’nin hedeflerini tutturamayacağını söyleyen Yeşil Sol Parti Muş Milletvekili Sezai Temelli, temel olarak iki soruna işaret etti. İlki; Erdoğan iktidarının savaş politikaları ve buraya ayrılan devasa bütçe. İkincisi ise; çoklu açık krizi. Temelli, bunun da eski OVP’lerin kaderini yaşayacağını ifade etti.
Erdoğan’ın seçime kadar idare eden bir ekonomi haritası izleyeceğini de ifade eden Temelli, yerel seçimler sonrası halkı daha da yoksullaştıracak bir sıkı ekonomi politikasına işaret etti.
Ekonomide Orta Vadeli Program (OVP) açıklandı, birçok yorumcu bu plan için daha gerçekçi rakamlar verildiğini söylüyor ama hedefler için aynısı pek dillendirilmiyor. Öncelikle 2006’dan bu yana 19’uncusu açıklanan bu programın hedefleri ne kadar gerçekçi sizce?
Orta Vadeli Program, Dünya Bankası ve IMF'nin yıllar önce özellikle istikrarsız ekonomiler için yaratmış oldukları aslında disipline edici bir mekanizma. Türkiye gibi birçok ülkeye “Sizler mali disiplininizi ve programınızı en az üç yıllık bir orta vadeli program üzerine oturtmalısınız” dediler ve bu şekilde makroekonomik istikrar tedbirlerini hayata geçirmelisiniz demiş oldular. Dolayısıyla orta vadeli programlar aslında bu anlamıyla bir IMF, bir Dünya Bankası programıdır. Özellikle küresel finans sisteminin istikrar siyasetine uygun olarak yapılandırılan ve orta vadeli program dediğinizde enflasyonla mücadele, yapısal uyum politikalarını hayata geçirme gibi küresel kapitalizmle uyumlaşma süreçlerini ifade eder. Bu anlamıyla da en önemli hedefleri tabii ki bütçe disiplini ve kamu harcamalarıdır. Bugüne kadar çok orta vadeli program yapıldı. Bu 19’uncusu ve Türkiye daha hiçbir hedefini tutturamadı. Bu programları yapan özellikle AKP iktidarları IMF ile Dünya Bankası'yla, küresel kapitalizmle, küresel finansla hep barışık bir iktidar oldu. Fakat hedefleri de bir türlü tutturamadılar. Yani emekçiyi daha fazla sömürdüler, sosyal harcamaları tam da bu küresel sistemin istediği gibi düzenlediler. Yoksulluğu yönettiler ama yoksulluğu sonlandırmadılar. Küresel kapitalizmin istediği her türlü yatırıma gerekli onayı da verdiler ama yine de hedefleri tutturamadılar.
Peki neden tutturamadılar?
Çünkü savaşı tercih ettiler. Kürt meselesini demokratik anlamda bir çözüme kavuşturmak gibi bir dertleri olmadı. Dolayısıyla savaş en büyük yükü oluşturdu. Erdoğan'ın kendisi de özellikle demokratik çözüm sürecinde, Sayın Abdullah Öcalan'la görüşmelerin sürdüğü dönemde şöyle bir açıklama yaptı: “Geride bıraktığımız on yıl boyunca 300 milyar dolar savaşa harcadık. Oysa bunu ülkenin gelişmesi, kalkınmasını harcayabilirdik.” Bu bize şunu gösteriyor. Türkiye ortalama 30 milyar dolar belki de daha üstünde bir parayı savaşa ayırıyor. Şimdi böyle devasa bir kaynağa savaşa ayırıyorsanız zaten hiçbir programı tutturmanız mümkün değil. Tabii bu bilinen rakam.
Bugüne kadar hedefleri tutturamamanın en önemli nedenlerinden bir başkası da, tabii ki AKP iktidarları döneminde giderek yaygınlaşan yolsuzluk, talan ve rant ekonomisi. Bu da devasa bir bütçe açığına ve ciddi ekonomik kaynakların israfına neden oldu. IMF, Dünya Bankası, küresel aktörler Türkiye'yle ilgili hep buna dikkat çektiler. Çok ciddi bir yolsuzluk ekonomisi var ve bunun ortadan kalkması lazım, dediler. Ama maalesef burada da hiçbir adım atılamadı ve hedefler tutmadı. Yani Türkiye önüne koyduğu hedeflerin tutturamamasının iki temel nedeni var:
Biri; savaş.
İkincisi; bu yolsuzluk ekonomisi.
Tabii bu Türkiye'nin siyasi tercihi. Devletin ve bugünkü iktidarın siyasi tercihi. Dolayısıyla Kürt meselesinin demokratik çözümünü istemediği için ve de tabii ki bu rant düzeninin savaşla sürdürülebilmesi için bunu tercih ediyor. Hakan Fidan'ın Irak ziyaretleri aslında bunu bize bir kez daha anlatıyor; bu yolda böyle devam edecekler. Ülkeyi büyük bir çöküşe getirdiler, ülke çöktü, ekonomi çöktü, ayakta duran hiçbir yapı kalmadı. Ama sadece günü kurtarmak adına da bu çabaya devam ediyorlar.
Sorunuza da gelince... Bu iki meselede bir rasyonel akıl devrede olmadığı sürece bu hedefler de tutmayacak. Bu hedeflere gerçekçi diyenler aslında şu hesapla bakıyorlar. Diyorlar ki büyümeyi düşürecek, mali disipline gidecek. Tedbirler alacak enflasyonla mücadele programını yine devreye sokacak. Şimdi büyümeyi düşürmek Erdoğan iktidarının, hele hele yerel seçime giderken küçülen bir ekonomiyi tercih etmesi düşünmek anlamlı değil. Aksine enflasyon hedefini zaten yüzde 66’ya çıkardı. Dolayısıyla yine kaynakları har vurup harman savuracak ve yerel seçimleri almak isteyecek. Yerel seçimlerden sonra ekonomide bir sıkı para politikasına geçerse de bu da şu anlama gelecek. İnanılmaz şekilde halka yüklenecek vergilerle, zamlarla çeşitli yaptırımlar ve bu şekilde enflasyonu 2026 diyorlar ama 2028’e kadar aşağı çekmeye çalışacaklar. Fakat burada yine bir handikap var. Şu günden bakıp anlıyoruz ki, savaşı sürdürecek ve savaşın maliyeti her geçen gün artıyor. Kendi iktidarları dönemindeki 20 yıl bütün bu sürece baktığımızda bu politikada ısrar etmek ülkeyi adeta çökertmiş durumda. Şimdi dolayısıyla da 19’uncu orta vadeli programın ortaya koymuş hedeflere ulaşması bu anlamıyla Kürt meselesinden dolayı zor. Bir başka mesele daha var. O da şu: Türkiye çoklu krizin içinde, çünkü çoklu açık içinde.
Çoklu açıktan kastınız nedir?
1- Tasarruf
2- Bütçe
3- Cari açık var.
Çoklu açık söz konusuysa, ekonomik istikrar tedbirleri, bu çoklu açıkla bir arada mücadele edemez. Genellikle istikrar tedbirleri ya bir bütçe açığı vardır ve enflasyonist bir durum vardır; onunla mücadele eder ya da bir cari açık vardır. Dolayısıyla dış ticaret ve cari işlem açıkları dengesizlikleriyle mücadele eder. Üçüyle bir arada mücadele etmemek demek, aslında ekonomideki bütün hareketliliği durdurmak anlamına gelir; ki bu da çok mümkün değil. Bu üç açıkla mücadele edebilmesi için ekonominin her açığın, yaklaşık maliyeti 40 milyar dolar, yıllık ve her sene kısa vadeli borçların çevrimine de bunu eklediğinizde 200 milyar dolardan fazla bir kaynağı, ekonomi içinde çevrime sokması lazım. Türkiye bu kaynaktan yoksun. Dolayısıyla da açık vermeye devam edecek. Açık vermeye devam ettiği sürece de öyle orta vadeli programda söylediği hedeflere varması çok mümkün değil. Çünkü tekne batmasın diye sürekli su boşaltan, yerinde sayılan, kıyıdan ayrılması mümkün olmayan bir senaryo var karşısında. Bu anlamıyla baktığımızda Türkiye önümüzdeki bütçe dönemi -ki OVP biliyorsunuz bütçe hedeflerini saptıyor- ilk altı aylık programıyla ya da ilk üç- dört aylık programıyla yerel seçimleri kurtarmak, sonrasında ise sıkı bir para politikası eşliğinde halkın gırtlağını sıkmak şeklinde olacak diyebilirim.
Kaynaktan bahsetmişken; Mehmet Şimşek, Dünya Bankası'nın Türkiye’deki özel ve kamu sektörüne sağlayacağı finansmanı ikiye katladığını ve 35 milyar dolara yakın bir kredi planlandığını açıkladı. Dünya Bankası esasen bu parayı parçalar halinde, proje bazlı ve aslında da belli şartlara bağlı olarak verir. AKP hükümeti uzun zamandır “IMF'ye gitmemek” üzerinden bir politika güdüyor hatta bu öne çıkan bir söylem. Peki, Dünya Bankası'nın IMF'den farkı ne olacak?
IMF kredileri, özellikle merkez bankaları üzerinden enflasyonla mücadele programlarına hedef koyarak verilen finans sektörünün rehabilitasyonuna yönelik kredilerdir. Dünya Bankası kredileri ise özellikle yatırım ve proje bazlı kredilerdir. Dolayısıyla yapısal reformlar ve ülkenin gelişmesi adına ortaya koyacağınız projeler adına ülkeleri destekler. Tabii bu ortaya koyacağınız reformlar dünya kapitalist sistemiyle uyumlaştırılmayı esas alan, Türkiye'nin sistemine önemli sorunlar yarattığını herkes biliyor. Bu sorunların aşılması için böyle projelere kredi açacaklardır ama tabii ki 35 milyar doların hepsi bir kere de değil, proje bazında ve projenin ilerleme süreçlerine bağlı olarak bu krediler açılıyor. Tabii ki Dünya Bankası kredileri, diğer uluslararası finans kurumlarından alınan kredilere göre çok daha ucuz ve vadesi çok daha uzun zaman alan krediler.
Fakat önemli şartları var. Yani belli bir programı sürdürme taahhüdünde bulunmanız gerekiyor. Türkiye'yle ilgili de en önemli taahhütlerden biri, her şeyden önce bu yolsuzluk ve kaynakların rasyonel kullanılmasına yönelik meseleler üzerinde olacaktır. Çünkü Erdoğan'ın keyfi tavırları ve özellikle de otoriter rejiminin bekası uğruna giriştiği, attığı adımlar çok çok ciddi sıkıntılar yaratıyor. Bundan toplumun mutlu olacağı bir senaryo çıkmaz. Yani bu proje kredileri de büyük olasılıkla benim tahminim -içerikleri henüz bilmiyoruz tabii ama- Türkiye’de doğa katliamına ve emek sömürüsüne cevaz veren krediler olacak. Çünkü sonuçta kapitalizmin en önemli merkezlerinden birinden geliyor kredi. Dolayısıyla kapitalist sistemle uyumlu olmak zorunda. Ama Türkiye'nin sorunu bir yatırım programından kaynaklanmıyor. Evet, yatırımlarda da bir disipline ihtiyaç var belki ama Türkiye'nin sorunu demokrasi sorunundan kaynaklanıyor ve demokratikleşemeyen bir ülke olmasından dolayı sorunlar yaşıyoruz. Ve Türkiye'nin demokratikleşmesinin önündeki en önemli engel Kürt meselesi. Bu meselenin çözümsüzlüğü.
Yani nereden okursanız okuyun, aynı yere ulaşıyorsunuz. Dünya Bankası kredileriyle Kürt meselesinin çözümüne dair bir proje ya da bir gelecek tahayyülü yaratılacak mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü bunun yolu yerel demokrasiden geçer. Yerel iktidarların projelerinin finansmanından geçer. Merkezi iktidarın projelerinin finansmanı demek aslında yine bu düzenin ayakta kalmasına destek demek. Bu anlamıyla da Kürt halkının, Türkiye'deki emekçilerin, Türkiye'de yaşayan mağdur kesimlerin yararına bir gelişme olmasını beklemek biraz imkânsız. Tabii başka bir mesele daha burada önemli. Dünya Bankası'nın vereceği bu krediler Türkiye'nin silah sanayisinin gelişmesine katkı veren yönde olursa bu tür projeler finanse edilirse bu bir yerde savaşın da aslında desteklendiği anlamına da gelir ki umarım böyle taahhütler söz konusu değildir.
Son olarak Merkez Bankası'nın son agresif faiz artışı TL'yi değerlendirmek için yapılan bir hamleydi. Ama orta vadeli programda da gördük ki doların 2026’ya kadar 47 liralara kadar yükseleceği öngörülüyor. Bir de öte yandan tabii ki ekonomistler şöyle bir şey de söylüyor. Bu agresif faiz artışlarının iç piyasaya ilişkin durgunluk getirecek ve bunun da işsizlikle sonuçlanacağı söyleniyor. Fakat seçimler öncesi AKP hükümeti böyle bir şeyi göze alıyor mu yoksa bunun için farklı bir plan mı ortaya konuluyor?
İşsizlik ve enflasyon arasında bir ilişki var tabii, enflasyonla çok sert mücadele ortaya koyuyorsanız yani muslukları kapatıyorsanız –ki bu kredi musluklarıdır- iş dünyası tabii ki yüksek maliyetle kredi almak yerine işleri küçültmeye gidebilir. Bu da beraberinde işsizlik getirir. Fakat seçimlere kadar böyle bir şeyi tercih edeceğini sanmıyorum. Çünkü enflasyon hedefini yükseltmesi demek hala kaynak, kredi aktarımlarına yol vereceğini gösteriyor. Çünkü seçimlere kadar bir sıkılaşmaya gitmesi oy kaybı anlamına gelir. İnsanların beklentileri yüksek. Yılbaşında neredeyse yüzde 50’ye varan ücretlere, maaşlara zam gelecek, belli düzenlemeler yapılacak. Dolayısıyla seçimlere kadar bugüne kadar sürdürdüğü politikaları üç aşağı beş yukarı devam edecek gözüküyor. Fakat seçimlerden sonra 2024, 2025 ve 2026 hedeflerine baktığımızda hızla bir daralma görülüyor çünkü büyüme rakamları düşürülüyor ve buna bağlı olarak da cari işlem açığının ve bütçe açığını düşürülmesi amaçlanıyor. Şimdi bu hızda bir daralma söz konusu olursa muhakkak bunun karşılığı işsizlik, bunun karşılığı daha ciddi yeni bir yoksullaştırma dalgası anlamına gelir. Eğer bunu şiddet ve savaş atmosferiyle sürdürürse baskıyla, zulümle yapıp bugüne kadar olduğu gibi halkı yoksullaştırıp yoluna devam edebilir. Ama bu daha fazla ıstıraplı bir süreci bize anlatıyor. Mehmet Şimşek'in hayalini kurduğu durum bu. Yani seçimlere kadar idare edelim. Seçimlerden sonra çok sıkı bir mali disiplin uygulayalım.
Fakat Mehmet Şimşek şunu kestiremiyor. İktidarı mali disiplinle ayakta kalabilecek bir takati yok, bu iktidarı ayakta tutan bir tarafı savaş, diğer tarafı da biraz önce bahsettiğim bir yolsuzluk. Bu yolsuzluğu da kabul ettirebilmek için işte sosyal yardımlarla, çeşitli kaynak aktarımlarıyla kredi pazarlamasıyla ayakta duruyor. Karmaşık bir oyun gibi gözüküyor fakat bu iki ayağın ikisi de sallantıda. Savaşa bunca yıl devam ediyor ama ortada bir başarısı yok. Diğer taraftan bu yolsuzlukla sürdürülebilirlik artık çok mümkün değil. Hele hele bir de mali disiplin derseniz bu şu demek: Bu ayaklardan kurtulun demek ve Erdoğan'ı bu anlamıyla yerel seçimlerinden sonra çok ciddi bir kriz bekliyor. O da bir yönetim krizi olacak. Orada Erdoğan büyük olasılıkla bir yol ayrımına gelecek. Bu yol ayrımı çok çok önemli bir kavşağı bize işaret ediyor. Eğer yerel seçimlerden başarıyla çıkamazsa bu çok daha büyük bir krizin habercisi olacak.