Yaşamın her anı, iyi ya da kötü bir eğitim zamanıdır. Güzellikleri ve çirkinlikleriyle, iyilikleri ve kötülükleriyle, acısı ve tatlısıyla, kolaylıkları ve zorluklarıyla her zaman ve her yerde öğrenmeye devam ederiz. Kimi zaman görerek, kimi zaman okuyarak, kimi zaman da yaşayarak. Kendimize model aldığımız bir insan olur mesela. Onun gibi olmak, ona benzemek istediğimiz; fikirleri, duruşu, konuşması, yüreği, bir bütün yaşamıyla bizi etkileyen birisi. Vicdanın ve zihniyetin inşası olan eğitim sürecinde, o insanla, aslında kendimizi inşa ederiz. Hayatımızda böyle bir insanın varlığı ya da yokluğu şansımız ve şanssızlığımız oluverir bir anda. Tabii bizi tarihimizden, kültürümüzden utanır hale getiren, pozitivizmin etkilerinden kurtularak, hakikatin penceresinden bakabilmek de önemli.
Tarihin, kutsal olan emeğe ihanetine bir halka olarak eklenmemiz buradan başlar ve bu uzun tarihin bir prototipi olarak aynı ihanet içine girer, kutsal emekle aramızda buz dağlarını yükseltiriz. Ama doğru insanlara, doğru pencerelerden bakabilirsek, ihanet çemberine takılmanın kader olmadığını da görürüz. Her anı öğrenmekle geçen yaşamımızda analarımız, birçoğumuzun ilk öğretmeni, ilk modeli olur aslında. Ama analarımızın konuşurken, gülerken, koklarken, bakarken ve susarken ne anlatmak istediklerini geç fark edince, eğitim sürecimiz farklı işlemeye başlar maalesef. Gözlerimiz köyümüzü görmez ve ayaklarımız şehirlere koşarken, köyünde ölmeyi hayal eden analarımızın duruşu daha devrimci ve emekçi değil midir mesela? Gözler, pozitivist ideolojiyle kuşatılan beyinlerimizin esiri olmaya görsün. Bunun gibi yüzlerce örneği zamanında görüp, analarımızın bu kutsal emeğine anlam verebilseydik, içinde yaşadığımız toplum ve dünya bugünkünden daha farklı olabilirdi.
DÜNYADAKİ İŞLERİN ÜÇTE İKİSİ KADINLARIN OMZUNDA
Bilim kanıtlayınca anlamlı gelen eylemler aslında analarımızın, binlerce yıldır emekçi elleriyle, toprağa damlayan alın terleriyle deneyimledikleri en kutsal emek değil midir? Peki, bizler bu emeği görmeyerek en az kapitalist sistem kadar, emeğe parayla paha biçmiş olmuyor muyuz? Bu nedenle erkeğe mal edilen emeğe ve 1 Mayıs Dünya İşçi Bayramı gününe kadınların penceresinden bakmak büyük önem taşıyor. Sömürgeciliğin tarihsel seyrine baktığımızda, her dönem ve koşulda kendini daha iyi yaşatacak uygun yol ve yöntemler bulduğuna tanık oluruz. Ama durum sömürgeleştirilenler açısından bu kadar farklı ve değişken olmuyor maalesef. Sömürgeleştirilen ilk kimlik olarak kadınlar, zincirin en önemli halkası olmaya devam ediyorlar. Kadınlar, erkeklerin aksine memur, esnaf, köylü, şehirli, işçi ya da işsiz olsun fark etmeden her zaman birden fazla kimlikle sömürüye uğrarlar. Çünkü tüm kimliklerden önce kadındırlar.
BM verilerine göre, dünyadaki işlerin tamamının üçte ikisi kadınların omuzlarında olmasına rağmen, kadınlar elde edilen gelirin sadece yüzde 10’una, üretim araçlarının ise sadece yüzde 1’ine sahip olabiliyorlar. Yani baştan aşağı haksızlıklarla dolu olan şu tabloya göre; erkekler, tüm işlerin sadece üçte birini yerine getirmelerine rağmen, elde edilen gelirin yüzde 90’ına, üretim araçlarının ise yüzde 99’una sahip oluyorlar. Bu sonuca bakınca, adaletsizliğin kökeni ve sömürünün cinsiyetçi karakterini daha iyi görebiliyoruz. Birçok iş hem kadınlar, hem erkekler tarafından yapılmasına rağmen kadın, erkekle aynı ücreti alamıyorsa, sorun kadının yaptığı işlerden ziyade, işlerin kadın tarafından yapılması olmuyor mu? Yani işin ücretini düşüren kalite ya da zaman değil, kadındır; asıl verilmek istenen mesajsa ″kadınının değersiz olduğudur.″ Egemen erkeğin yaşamın her anında, her fırsatta biz kadınlarda değersiz olduğumuz fikrini yaratmasının bir yolu da bu emek sömürüsünden geçiyor.
Oysa emek toplumsal bir olgudur. ″Bir insanın emeği″ ifadesi yanlış olacağı gibi ancak birlikte sarf edildiğinde gerçek değerine kavuşur, anlamlı olur. Bu nedenle emeği; toplumsallığın, komünal yaşamın can suyu olan kadınlardan koparmak, kadına olduğu kadar emeğe de yapılan bir ihanettir. Peki, nedir emek, değeri nasıl ölçülür, nasıl paha biçilir emeğe? Kapitalizm, emeği para karşılığında satılan güç olarak tanımlayıp çarpıtır ve gerçek anlamından uzaklaştırırken, bu tanımdan en fazla zarar görenler elbette kadınlar olmuştur. Emeğini bir kapitaliste para karşılığında satmayan kadınların evde, toprakta, yaşamda ve tabii tarihsel anlamda harcadıkları emek hep görmezden gelinirken, aynı işe rağmen aynı karşılık alınamaz.
Bir taraftan ″anaların hakkı ödenmez, cennet anaların ayakları altındadır″ yalanıyla kendisini maskelerken, diğer taraftan da o cenneti her gün, her an ayakları altında ezen; analarımızı, kadınları cehennemden daha beter ateşlerde yakan erkek egemen akla karşı Önder Apo şu değerlendirmeyi yaptı: ″Ekonomi temel mahiyette bir tarihsel toplum eylemidir. Hiçbir birey (efendi, bey, patron, köle, serf ve işçi ) ve devlet ekonomik eylemin aktörü olamaz. Örneğin en tarihsel-toplumsal bir kurum olan annelik işinin karşılığını hiçbir patron, bey, efendi, işçi, köylü ve kentli birey ödeyemez. Çünkü annelik toplumun en zor ve gerekli eylemini, yaşamın sürdürülmesini belirliyor. Sadece çocuk doğurmasından bahsetmiyorum; analığa bir kültür, sürekli yüreğiyle ayaklanma halinde bir olgu, zeka yüklü eylemin sahibi olarak geniş açıdan bakıyorum. Doğru olan da budur. Peki, bu kadar zorunlu, zorlu, eylemli, yürek ve akıl dolu, sürekli ayaklanma halindeki kadına, ücretsiz emekçi muamelesi yapmak hangi akıl ve vicdanla bağdaşabilir?″
HER ŞEYDEN ÖNCE ÖZGÜR YAŞAMIN EMEKÇİSİ OLABİLMELİYİZ
Toprağı sulayan alın terinin pahası nedir mesela? Soframıza gelen ekmeğin değeri sadece parasında mıdır yoksa ilk buğdayın bulunduğu, öğütülüp un haline getirilirken geçen bu binlerce yıl birikmiş alın terinde midir? Marks’ın ifadesiyle emeğini değil, emek gücünü de satsa, işçinin sadece fiziksel değil, manevi anlamda ne kadar güç harcadığının ölçüsü ve hak ettiği paha nasıl belirlenebilir? Bu nedenle emeğin en büyük pahası özgürleştirmesinde, kime, neye hizmet ettiğindedir. Analarımız emeğini kapitaliste satma kaygısı yaşamadan öğretip üretirlerken, en özgürleştiren emeğin emekçileri olurlar ve bize ″kapitalistin, sömürecek topluma ya da toplumun bir kesimine ihtiyacı olduğu ama toplumu oluşturan ve emeğin gerçek sahibi olan biz kadınların, köylülerin, gençlerin ve çocukların bir kapitaliste ihtiyacımız olmadığı″ hakikatini açıklarlar.
Kapitalist sisteme karşı ″ben yoksam sen de yoksun″ düsturunu yükseltme cesaretini verirler bize. Bizler sadece emekçi olmakla yetinmeyip, özgür ve adil yaşamı inşa edecek yolun emekçisi olabilmeliyiz. Özgür olmayan toplumda harcanan emek, ancak bir kapitalistin, ağanın ya da patronun cebini dolduracağı için her şeyden önce özgür yaşamın emekçisi olabilmeliyiz. Emek güzeldir ama amacı özgür bir yaşamsa eğer. Bunun dışındaki emek ve emekçilik, emeğe yabancılaşmaktır, köleliktir. Kölelik, maddi emek üzerinden geliştirilmeden önce, zihniyet ve duygularımız üzerinden geliştirilir. Yani yanlış ideolojilerin manevi kölelisi olmadan, paranın maddi kölesi olmayız. Önder Apo’nun da ifade ettiği gibi, “Bunun dışında emeğin ve emekçilerin saygınlıklı değerlendirileceğine inanmadığım gibi, belki bir patrona saygım olur ama bir köle emekçiye saygım olamaz.”
Bugün, kadın ve emek konusunda söylenebilecek çok şey var elbette. Bağlarken; “Anaların emeği ödenmez″ yalanını aşıp, Jin, jiyan, Azadî diye haykıran kadınlar ve erkekler olarak, kadınların parayla paha biçilemeyen emeklerini; ihtiyaç duyduğumuz özgür yaşam ölçülerinin, özgürleştiren emeğin, anaların emekçi ellerinde olduğunu görmek gerekiyor.
Bu vesileyle başta analarımız olmak üzere, tüm kadınların Dünya İşçi Bayramları kutlu olsun diyor, özgürleştiren emekle dolu yaşamın bizimle olmasını diliyorum.