Barış isteyen öğretmenler her dönemde devletin hedefi oldu

90’lı yıllarda birçok meslektaşının sırf sendikal faaliyet yürüttüğü için faili meçhullere kurban gittiğini söyleyen eğitimci Kılıçoğu, geçmişten bugüne değişen tek şeyin yöntemler olduğunu baskı ve hukuksuzluğun ise artarak devam ettiğini belirtti.

Eğitimcilere mücadeleyi yükseltme çağrısında bulunan Kılıçoğlu, “Birlik olursak her zorluğun üstesinden geliriz” dedi.

Demokratik, laik ve ana dilde eğitim istedikleri için 90’lı yıllarda sürgün ve faili meçhuller, günümüzde ise açığa alma, gözaltı, ev baskınları ve tutuklamalar ile yıldırılmaya çalışılan eğitim emekçilerinin mücadelesi inanç ve kararlılıkla büyümeye devam ediyor.

Eğitimci Haydar Kılıçoğlu, eğitim emekçilerinin 90’lı yıllardan günümüze uzanan mücadele sürecine ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.

90’lı yıllarda nasıl bir siyasal ortam vardı, siz eğitim emekçileri olarak ne tür sorunlar yaşıyordunuz?

90’lı yıllarda yaşanan siyasi atmosferi sağlıklı değerlendirmek için Cumhuriyet tarihini iyi okumak gerekir çünkü 20 milyonun üzerinde Kürdün yaşadığı coğrafyada 1921 anayasası dışındaki tüm anayasalarda Kürt halkının siyasi, sosyal ve ekonomik taleplerini yok sayan tekçi yaklaşım söz konusu oldu. Herkes Türktür denildi ve haliyle şimdiye kadar kendi dili, kültürü ve inancı ile yaşayan Kürt halkı bu durumu kabul etmedi ve isyanlar başladı. Şeyh Said, Koçgiri, Dersim, Zilan, 49’lar… 1960’a kadarki süreçte isyanları bastırmakla uğraşan devlet 1960’tan sonra ise darbe ve sıkıyönetim mekanizmasını devreye soktu. 1980’lere kadar Kürtler üzerinde uygulanan baskı sonucu yeni bir dönem başladı; silahlı mücadele. 1990’lı yıllara geldiğimizde ise Kürtlerin silahlanıp hak talep etmesine karşı devletin yöntemleri daha da şiddetlenerek bir bütün olarak Kürt halkına yöneltildi ve 3000’in üzerinde köy yakıldı, yıkıldı, boşatıldı o da yetmezmiş gibi insanlar zorla koruculaştırılmak istendi. Tabi bu baskılar sadece kırsal alanda değil emek alanında da söz konusuydu.

Özellikle sendikal faaliyet yürüten kişilere dönük faili meçhuller gerçekleştiriliyor ve yaşanan bu cinayetler karşısında yargı mekanizması yok hükmünde kalıyordu. Güvenlik güçlerinin tutumlarından bile söz etmek istemiyorum! Bir keresinde faili meçhule kurban giden bir arkadaşımızın cenazesini teslim almak için morgun önünde bekliyoruz oradaki polisler ve diğerleri sırf bize gözdağı verip rahatsız etmek için kendi aralarında yüksek sesle gülerek bugün de bir Ermeni gitti, birinden daha kurtulduk gibi cümleler kuruyordu. Tabi onlar tüm bunları yaparken bizde korku yaratmaya çalışıyordu ancak her cinayetten sonra daha büyük bir katlım ve daha büyük bir direniş ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla da örgütlenip sendikal faaliyetlerimizi yürütmemizi engellemek için il dışına çıkma yasaklarından tutun, maaş kesme cezalarına ve sürgüne varan birçok yönteme başvuruyorlardı. 1997 yılının sonlarına geldiğimizde ise faili meçhullerle sonuç alamayacağını anlayan devlet, bu yöntemi kullanmaktan vazgeçti çünkü neredeyse 17 000 kişi faili meçhule cinayetlere kurban gitti ancak değişen hiçbir şey olmadı. Gerçi bu cinayetleri faili meçhul olarak nitelendirmek pek doğru değil çünkü bizim için bu kişilerin faili bellidir. Herhalde 90’lı yılları en kısa hali ile bu şekilde anlatabiliriz.

Konuşmanızda devletin faili meçhulleri yıldırma politikası olarak kullandığını belirtiyorsunuz. Peki, bu cinayetler nerede ve nasıl işleniyordu?

Belli bir zaman dilimi söz konusu değildi sabah veya akşam insanların bulunmadığı herhangi bir sokakta ya da cadde de gerçekleştirilebiliyordu. Mesela Ahmet Bayhan diye Nusaybinli bir arkadaşımız vardı. Ankara’da düzenleyeceğimiz bir miting vardı oraya gitmek için yola çıktığında Tekkapı’da arabanın önünde vuruldu.

Sonra Ramazan Aydın Bilgen ve Zübeyir Akkoç arkadaşlarımız vardı. Hürriyet İlköğretim Okulu’nda çalışıyorlardı. Sabah okula giderken vuruldular.

Yine Hasan Akan diye bir arkadaşımız vardı aktif bir çalışma yürütmüyordu ancak o dahi sokak ortasında hedef haline getirildi.

Yaşanan gelişmeler gösteriyor ki sendikalar ve sendikal faaliyet yürüten emekçiler geçmişte olduğu gibi bugün de devlet tarafından hedef alınıp çeşitli yaptırımlara maruz kalıyor, peki sizce bunun altında yatan sebep nedir?

Sivil toplu örgütleri (STÖ) toplumu ilgilendiren kararlarda söz sahibidirler. Mesela 90’lı yıllarda Bölge Demokrasi Platformları vardı ve bu platform 350-400 civarında STÖ ile toplantılar alıyor, farklı şehirlerde yaşanan durumlara müdahale ediyordu. Çok net hatırlıyorum Güçlükonak’da katliam, Lice’de ise zorla koruculaştırma yaşanmıştı. Heyetler halinde oralara gidip gerçekleştirdiğimiz çalışmaları ve tuttuğumuz raporları basına sunup kamuoyu oluşmasını sağlıyorduk. Dolayısıyla bu durum kapalı kutu gibi çalışan devlet için büyük bir sorun oluşturuyordu çünkü devletin baskıcı ve anti-demokratik tarafı su yüzüne çıkıyor bu da bize baskı olarak geri dönüyordu. Biz mühürleri söke söke bugünlere geldik.

Bugün ise eğitim emekçileri sırf savaşa karşı barışı savundukları için açığa alındı. Sur sürecini düşünün öğretmenler sırf evler bombalanmasın, okullar yıkılmasın, çocuklar ölmesin dediği için hedef haline geldi. Bu gayet insani bir tepki. Öğretmenler elinde silahla sokaklara dökülmedi ki, sadece iş bıraktı! Ancak devlet buna bile tahammül edemedi.

Son olarak devlet tarafında mağdur edilen eğitim emekçilerine bir çağrınız var mı?

Amaç korkutmak, yılmayın demokratik laik ve ana dilde eğitim için mücadeleye devam edelim. Birlikte hareket edersek her şeyin üstesinden gelecek güce sahibiz!

...