AKP-MHP faşist-soykırımcı yönetimi kelimenin gerçek anlamıyla çatırdıyor. Türkiye’de her an yeni gelişmeler olabilir ve yepyeni bir siyasal durum ortaya çıkabilir. Aslında güçlü ve aktif bir muhalefet yapılabilseydi, 31 Mart ve 23 Haziran seçim yenilgisi ardından şimdiye kadar çökebilirdi de. Çünkü, Kürt halkının ve Özgürlük Hareketinin 200 gün süren açlık grevleri etrafında geliştirdiği “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım ve Kürdistan’ı Özgürleştirelim” direniş hamlesi faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasete çok ağır darbeler vurmuştu. Yine artan ve süreklilik kazanan gerilla eylemleri söz konusu çöküş ve çözülüş sürecini hızlandırmıştı.
Fakat 23 Haziran seçimi ardından yaratıcı siyasi ve askeri eylemlerle bu süreç hızlandırılıp çöküş tamamen gerçekleştirilemedi. Bunu yapmaya yalnız başına gerilla direnişinin gücü yetmedi. Faşizme karşı halk direnişi ise, seçim öncesi ve tecride karşı mücadele hamlesi içinde olduğu gibi devam ettirilemedi ve geliştirilemedi. Hatta açlık grevlerinin de sona ermiş olmasının etkisiyle giderek zayıfladı ve iyice etkisiz hale geldi. Faşizme karşı aktif ve etkin halk direnişinin yerini “Barış ve çözüm beklentisi” aldı. “Faşizmi Yıkalım ve Türkiye’yi Demokratikleştirelim” direniş hamlesi yeterince güçlü ve bütünlüklü sahiplenilmedi. Gençlik ve kadın örgütleri örneğinde görüldüğü gibi, farklı örgütler kendi çapında ayrı mücadele süreçleri tanımladılar ve bu nedenle antifaşist direnişin gücü parçalandı.
HDP’nin öncülük ettiği demokratik siyaset alanı ise, “Demokratik Anayasa Hareketi” çerçevesinde yeni bir hamle geliştirmek istediyse de, bu da en azından şimdiye kadar gözle görülür bir sonuç vermedi. Bu çerçevede ne antifaşist demokratik direniş yeterince geliştirilebildi, ne de başta CHP olmak üzere benzer diğer güçlerle yeni bir demokratik anayasa hazırlama çalışmasında elle tutulur bir ilerleme sağlandı. Bu durum, HDP ve diğer demokratik güçlerden sürece demokratik müdahalede bulunma ve yerel seçim sonuçlarını AKP-MHP faşizminin çöküşüne dönüştürme umut ve beklentilerini iyice zayıflattı. Bu anlamda HDP’nin seçim öncesi ve seçimde yükselen prestiji azaldı ve içi doldurulmayan “Barış” söylemleri giderek antifaşist mücadeleye zarar verir hale geldi. Çünkü halk kitlelerinin bilincini bulandırdı ve antifaşist direnişe katılma aktivitesini geri çeker oldu.
AKP-MHP faşist yönetimi ve Bahçeli-Erdoğan kişilikleri, işte bu durumdan da yararlanarak bir yandan yaşadıkları yenilgiyi unutturmaya çalışırken, diğer yandan da tehditkâr üslubu sürdürerek faşist diktatörlüğün ömrünü uzatmayı hedefledi. Basını ve psikolojik savaş yöntemini de etkili kullanarak istediği gündemi oluşturup, söz konusu taktikleri uygulama ve hedeflediği sonucu almada belli bir düzey de kazandı. Buna dayanarak dışta Kuzey-Doğu Suriye’ye dönük tehdidi ve Güney Kürdistan ile Irak topraklarına yönelik askeri işgal ve saldırıları sürdürürken, içte de faşist baskı, terör, sömürü uygulamalarını daha da geliştirdi. Devrimci-demokratik güçlere yönelik baskı ve tutuklamaları artırdı. Yağmur gibi yağan zamları peş peşe getirdi. Zindanlardaki tutsaklar üzerinde baskı ve işkence uygulamalarını geliştirdi. Tehdit de dahil çeşitli yöntemleri kullanarak AKP-MHP karşıtı yeni siyasi gelişmelerin olmasını en azından erteletti.
AKP-MHP faşizmi, şimdi bütün bu uygulamalara dayanarak iktidarını sürdürmeye, ömrünü uzatmaya ve durum normalmiş gibi göstermeye çalışıyor. Halbuki tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor. Her an çözülme ve çökme noktasında seyrediyor. Gerçekten de 23 Haziran İstanbul seçimine kadarki süreçte olana benzer bir biçimde antifaşist ortak direniş yürütülebilse, AKP-MHP faşist iktidarı hemen çökebilir. Çünkü yüksek perdeden sıkılan tehditlerin Kuzey-Doğu Suriye üzerinde etkili olmadığı, tersine Erdoğan-Bahçeli faşizminin işini daha da zorlaştırdığı görülmektedir. Kürdistan Özgürlük Gerillasına yönelik saldırılar, Türkiye’deki ekonomik krizi derinleştirmekten öteye sonuç vermemektedir. Suriye, Irak ve İran cephesindeki gelişmeler AKP-MHP iktidarının işini her geçen gün daha da zorlaştırmaktadır. İçte ise derinleşen ekonomik kriz ortamında devam eden mevcut baskı ve sömürüyü halk kitlelerinin kaldırma gücü artık kalmamıştır. Örgütlü ve aktif bir direnişin Devlet Bahçeli öncülüğündeki mevcut faşist yönetimi yıkılışa götüreceği açıktır.
Ancak, ne yazık ki işte böyle bir direnişin yürütülmesinde zayıflıklar vardır. Sanki AKP-MHP faşizmi ortadan kalkmış ve de yokmuş gibi bir hava antifaşist güçler üzerinde hakim hale gelmiştir. İstanbul seçimi sürecinde zirveye çıkan AKP-MHP karşıtı mücadeleden adeta eser kalmamıştır. Eğer bilinçli bir engelleme ve ciddi bir oyun yoksa, o zaman ya derin bir gaflet durumu ya da ciddi bir yanılgı hakim demektir. Bu konuda başta HDP olmak üzere tüm demokratik güçlerin, özellikle de kadın ve gençlik örgütlerinin sorumluluğu vardır. Adeta faşizme karşı aktif mücadele unutulmuş gibidir. Sanki aktif ve radikal bir direniş ile faşizm yıkılmadan da demokratik değişim yaşanacak ve Türkiye’nin demokratikleşmesi gerçekleşecekmiş gibi bir ortam oluşmuştur. Demokratik Anayasa Hareketinin halkın katılımına ve antifaşist direnişine dayanması söz konusu değildir. Toplum ciddi bir pasif duruş ortamına ve yanılgılı bir çözüm beklentisi içine çekilmiştir.
Daha da kötüsü, bu durumun Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Türkiye Cumhuriyeti Yönetimine yönelik yaptığı barış ve çözüm çağrılarıyla iç içe geçirilme ve maskelenme çabasıdır. Adeta herkes kendini Kürt Halk Önderi’nin yerine koyarak benzer çağrıları tekrarlamakla yetinmektedir. Böylece, aslında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrılarına güç vermediği gibi, tersine daha da zarar verici olmaktadır. Halbuki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın konumu ve rolü farklıdır, örneğin HDP’nin, yine gençlik ve kadın örgütlerinin konumu ve rolü farklıdır. İşlevli bir kolektivizmin oluşması için, siyasi aktörlerin birbirini tekrarlaması değil, kendi rolünü görmesi ve başarıyla oynaması gerekir. Bu nedenle, başta HDP, gençlik ve kadın örgütleri olmak üzere tüm devrimci-demokratik örgüt ve kurumların temel görevi, kitleleri antifaşist demokratik direnişin gereklerine göre eğitmek, örgütlemek ve aktif direniş içine çekerek AKP-MHP faşizmini yıkma hamlesini geliştirmektir.
Kuşkusuz böyle bir direnişi başarıyla geliştirebilmek için imkân ve fırsatlar fazlasıyla vardır. Örneğin, bir Hasankeyf soykırımını önleme temelinde çok geniş ve sürekli bir kitle hareketini ortaya çıkarmak hem mümkün ve hem de gereklidir. Benzer bir direniş Munzur Vadisine sahip çıkma temelinde de geliştirilebilir. İşte Kaz Dağlarının durumu ortadadır ve gözle görülen faşist doğa kırımına karşı çok önemli bir duyarlılık ve aktivite ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin tüm toplumu buraya yöneltmeyi hedefleyen bir tutum ve çaba çok önemli gelişmelere yol açabilir. Yine her gün sayısız ev basılmakta ve onlarca kişi gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Bu tür faşist baskı uygulamalarına karşı topyekûn bir kitlesel direniş içine girilebilir.
Dahası her gün gözle görülür düzeye gelmiş olan kadına yönelik taciz, tecavüz ve katliam uygulamalarına karşı toplu ve büyük direnişleri geliştirmeye yönelme gereğidir. Söz konusu saldırılar çocukları bile hedef alabilmekte, ancak kitlesel tepki ile karşılanmamaktadır. Adeta “Çocuk istismarı” denip geçilmektedir. İyice yumuşatılarak tecavüzün adı “İstismar” haline getirilmiştir. Halbuki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatları ile yaptığı görüşmede, bir çocuğa yönelik böyle bir tecavüz saldırısının bile birkaç devrim yapma gerekçesi olabileceğini belirtmiştir. Tutarlı ve iddialı olan devrimci-demokratik güçler biraz da bu sözleri görüp sahiplenseler elbette çok iyi olur. Demek ki zaman faşizme karşı aktif direnişi geliştirme zamanıdır. Gün antifaşist direnişi örgütleme ve başarıyla yürütme günüdür. Özgürlükçü ve demokratik olmanın tek doğru ölçüsü budur.
Kaynak: Yeni Özgür Politika