Kürt sorunu, kültüralist yaklaşım ve çözüm
Çözüm, kültürel tanınmayı ve kolektif katılımı garanti eden demokratik bir toplum ve siyasi sistemdir. Bu da demokratik özerkliktir; devlet ve iktidar dışı bir yönetim modelidir.
Çözüm, kültürel tanınmayı ve kolektif katılımı garanti eden demokratik bir toplum ve siyasi sistemdir. Bu da demokratik özerkliktir; devlet ve iktidar dışı bir yönetim modelidir.
Milliyetçilik, kültürel kimlik ve toplumsal uyum arasındaki ilişki ve çelişkiler, ulus devlet sisteminin temel çıkmazlarından biri olmuştur. 19. ve 20. yüzyıllarda baskın paradigma olarak ortaya çıkan ulus-devlet modeli, çeşitli nüfusları tek bir ulusal kimlik altında birleştirmeyi amaçlamıştır. Çok etnikli ve çok kültürlü toplumlarda, bu model sıklıkla asimilasyoncu politikalara, dışlamaya ve bazı durumlarda etnik çatışmalara yol açmıştır.
Sıkı ulus-devlet çerçevelerinin başarısızlıklarına yanıt olarak, kültürel kimliklerin siyasi sistem içinde tanınması ve korunmasını savunan kültürel çözümler, bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Kültürel yaklaşımlar, çeşitliliği korumayı amaçlasa da mutlaka toplumsal uyumu veya siyasi istikrarı garanti etmezler. Eşit yurttaşlık, ekonomik adalet, siyasi temsiliyet gibi daha geniş bir demokratik çerçeve kültürel tanımaya eşlik etmezse daha fazla parçalanmaya, kimliğe dayalı bölünmelere ve toplumsal kutuplaşmaya yol açabilir.
Bu bağlamda, temel soru şudur: Kültürel çözümler, ayrılıkçılığa veya toplumsal bölünmeleri derinleştirmeye yol açmadan geleneksel ulus-devlete sürdürülebilir bir alternatif sunabilir mi?
Önce ulus-devleti hatırlayalım; ulus-devlet, tek ve birleşik bir ulusal kimlikli siyasi ve toplumsal düzenin temel olması gerektiği varsayımı üzerine inşa edilmiştir. Bu fikir, çok sayıda etnik, dilsel ve kültürel grubun bir arada yaşadığı çeşitli toplumların gerçekleriyle çelişmektedir. Tarihsel olarak homojen bir ulusal kimlik dayatma girişimi, birçok soruna yol açmaktadır.
ULUS DEVLET VE KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİN İKİLEMİ
Birçok ulus-devlet, tek tip bir ulusal kimlik yaratmak için dilsel ve kültürel farklılıkları silmeyi amaçlayan politikalar benimsedi. Bu, çoğu zaman azınlık dillerinin, kültürel uygulamaların ve tarihsel anlatıların bastırılmasıyla sonuçlandı. En geniş tanımıyla hakim ulus dışında kalan etnik yapılar asimilasyon politikalarıyla tekleştirilmeye çalışıldı. Egemen ulusal kimliğe uymayan gruplar dışlanmış, siyasi temsil hakkından mahrum bırakılmış veya sistematik ayrımcılığa maruz kalmıştır. Kültürel ve etnik gruplar kendilerini politik ve ekonomik olarak yabancılaşmış hissettiklerinde, genellikle daha fazla özerklik, federalizm veya tam bağımsızlık talep etmeye, bu da hakim ulus devlet ve egemen ulusal kimlikle çatışmalara, ayrılıkçı hareketlere ve bazı durumlarda iç savaşlara yol açtı.
İspanya'daki Katalonya, Kanada'daki Québec ve Birleşik Krallık'taki İskoçya gibi bölgelerde yaşananlar bu şekilde tanımlanabilir.
Bu nedenle ulus-devlet, tarihsel olarak siyasi istikrara bir çözüm olarak sunulmuş olsa da birçok durumda farklı etnik yapıların ve azınlık gruplarının meşru kültürel ve siyasi isteklerini karşılamada başarısız olmuştur. Bu başarısızlık, federalizm, idari özerklik ve kültüralist yaklaşımlar da dahil olmak üzere alternatif model arayışlarına yol açmıştır.
KÜLTÜRALİZM NEDİR?
Kültüralizm, bireylerin ve toplulukların kimliklerini, davranışlarını ve toplumsal süreçleri esas olarak kültürel faktörlerle açıklayan bir yaklaşımdır. Kültüralizm, bazen kültürü statik, homojen ve toplumlar arasında aşılmaz bir fark yaratan unsur olarak ele alma eğilimindedir. Temel özelliklerini şu şekilde özetleyebiliriz;
* Kültürü toplumsal davranışın anahtarı olarak görür.
* Bireylerin kimliği, dünya görüşü ve davranışlarının, içinde doğdukları kültür tarafından belirlendiğini savunur.
* Toplumlar arasındaki farklılıkları kültürel yapılar üzerinden açıklar.
* Ekonomik ve siyasi etkenlerden ziyade, toplumların tarihsel ve kültürel mirasının onların bugünkü durumlarını belirlediğini savunur.
* Kültürü çoğu zaman değişmez veya kendi içine kapalı bir yapı olarak görme eğilimindedir.
* Kültürler arasındaki etkileşim, içsel dönüşüm süreçleri veya sınıfsal çelişkiler gibi unsurlar göz ardı edilebilir.
* Ekonomik ve siyasi süreçleri kültürel faktörlere bağlar.
Batı’daki ekonomik gelişmişlik bazen “Protestan ahlakı” gibi kültürel nedenlere dayandırılırken, Ortadoğu’daki siyasi istikrarsızlık “İslami kültürü” gibi faktörlerle açıklanabilir. Batı’nın Doğu’yu kültürel farklılıklar üzerinden tanımlayarak sömürgeci bir söylem ürettiğini ortaya koyan Edward Said; kültürel kimlikleri esas alarak dünya siyasetini medeniyetler arası bir mücadele olarak ele alan Samuel Huntington; kültürü bir “anlamlar ağı” olarak tanımlayarak toplumsal olayları kültürel sembollerle açıklamaya çalışan Clifford Geertz gibi kişiler, kültüralizmin teorik kaynaklarının başında gelmektedir.
KÜLTÜRALİST YAKLAŞIMA YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Somut olarak günümüze ve kendimize gelmezden evvel dünyada kültüralist yaklaşıma yönelik tarihsel sosyoloji bağlamında yapılan eleştirilerin başlıcalarını bir sıralayalım;
* 20. yüzyılın ikinci yarısında, klasik Marksist ekonomik belirlenimciliğe (altyapı/üstyapı dualizmi) bir tepki olarak Raymond Williams ve Stuart Hall gibi isimler tarafından geliştirilen bu teori, kültürün pasif bir üstyapı unsuru olmadığını, aksine aktif bir toplumsal üretim alanı olduğunu vurgular. Bu vurgu, bazen kültürel süreçleri o kadar merkeze alır ki, ekonomik ve siyasi yapıların belirleyiciliğini göz ardı eder. Kültüralist yaklaşım, sınıf ilişkilerini ve ekonomik süreçleri yeterince dikkate almadığında, toplumsal eşitsizliklerin kültürel normlarla doğal bir süreçmiş gibi kabul edilmesine neden olabilir. Neoliberal küreselleşme süreçleri, yalnızca kültürel değişim ve kimlik çatışmaları üzerinden okunduğunda, kapitalist sömürü mekanizmaları ikinci plana itilebilir.
* İkinci eleştiri, kültüralist perspektifin, çoğu zaman kimlikler, değerler ve normlar üzerinden analizler geliştirirken, tarihsel materyalist bir perspektifin sunduğu üretim ilişkileri ve sınıfsal mücadele bağlamını dışarıda bıraktığına yöneliktir. Özellikle postmodern kültüralist yaklaşımlar, toplumları yalnızca söylemler, imgeler ve sembollerle açıklamaya yönelir. Kültürel kimlikleri ve söylemleri merkeze alarak tarihsel bağlamı göz ardı eden bu yaklaşım, Ortadoğu’daki çatışmaları salt kültürel ve etnik kimlikler üzerinden açıklayarak, emperyalist müdahaleleri, ekonomik çıkarları ve devlet politikalarını arka plana itebilir.
* Üçüncü eleştiri odağı da bazı kültüralist yaklaşımların, özellikle muhafazakâr ve sağ ideolojilerle birleştiğinde, kültürü durağan ve özcü bir kategori olarak ele aldığına yöneliktir. “Medeniyetler Çatışması” gibi teoriler, toplumları sabit kültürel bloklar olarak tanımlayarak, değişim ve etkileşim süreçlerini ihmal eder ama özünde kültürler tarihsel süreçlerde sürekli dönüşüm geçirir. Kültüralist yaklaşımlar bazen “Doğu-Batı”, “İslam-Batı”, “modern-geleneksel” gibi dualiteler/ikilikler yaratarak kültürel özneleri sabitleyebilir. Bu durum, hem oryantalist hem de otantikçi (özcü) bakış açılarını besleyerek, toplumsal dinamikleri indirgemeci bir şekilde yorumlamaya yol açabilir.
Kültüralist bakış açıları, kültürel kimlikleri ve farklılıkları yücelten bir yaklaşım geliştirdiğinde, bazı siyasi projeler için ideolojik bir araç haline gelebilir. Neoliberalizm, kültürel farklılıkları tanırken, bu farklılıkların kapitalist sistem içindeki sınıfsal eşitsizlikleriyle ilişkisini ve iç içeliğini büyük bir ustalıkla gizleyebilir. Özcesi; Kültüralist bir bakış açısı, sorunun temelinde yatan yapısal nedenleri perdeleyebilir. Avrupa’da göçmen karşıtı politikalar, Müslüman toplulukları “Batı kültürüne tehdit” olarak sunarken, kültürel farklılıkları temel bir sorunmuş gibi yansıtır. Oysa ekonomik dışlanma, ırkçılık ve yapısal eşitsizlikler bu süreçlerde belirleyici faktörlerdir.
KÜLTÜRALİST ÇÖZÜMLER, SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR ALTERNATİF MİDİR?
Evet, kültüralist çözümler, bir siyasi sistem içindeki farklı grupların kültürel, dilsel ve tarihsel kimliklerinin tanınması ve korunmasını savunur. Evet, asimilasyoncu politikaları reddedip kültürel tanınmaya hayati önem atfeder fakat gerçek toplumsal uyumu ve demokratik katılımı sağlamak için yeterli değildir.
Neden mi?
Ortak bir politik ve medeni kimlik oluşturulmadan sadece kültürel haklar üzerinden bir çözüm geliştirilmek istenirse toplumlar daha parçalı hale gelebilir. Gruplar içe dönebilir, kolektif demokratik katılım yerine etnik veya kültürel özgüllüğü vurgulayabilirler.
Eğer ekonomik ve sosyal eşitsizlikler bir kenara bırakılıp sadece kültürel hakların tanınması üzerinden bir yaklaşım geliştirilirse belirli etnik veya kültürel gruplar ekonomik dışlanmayla karşı karşıya kalırlar. Salt kimliklerin tanınması sosyal ve ekonomik durumlarını iyileştirmeyecek, aksine daha marjinal bir noktadan çelişkileri büyütüp toplumsal kutuplaşmayı arttıracaktır.
Yine kültürel haklar farklı kimliklerin varlığını onaylasa da, otomatik olarak işlevsel, kapsayıcı bir siyasi sistem yaratmaz. Ki zaten kültüralist çözümlere yönelik eleştirilerin temelinde de bu yatmaktadır. Halk topluluklarını, etnik ve kültürel grupları ortak bir siyasi alana entegre edecek kapsayıcı bir demokratik çerçeve yoksa gerginlikler artarak devam edecektir.
Belçika'da Flaman ve Valon toplulukları arasındaki kültürel ve dilsel uçurum, kapsamlı kültürel haklara ve özerkliğe rağmen siyasi durgunluğa ve derinden bölünmüş bir seçim sistemine yol açmıştır. Benzer şekilde Bosna-Hersek'te savaş sonrası sistem farklı etnik gruplara güçlü bir kültürel tanınma sağlamış, ancak etnik siyasi partiler siyasi manzaraya hakim olmaya devam ederek bölünmeleri aşmak yerine onları pekiştirmiştir.
Dolayısıyla kültürel baskıyı önlemede yardımcı olan kültüralist çözümler, daha fazla parçalanma ve siyasal istikrarsızlığın aracı haline gelmemek için güçlü demokratik kurumlarla eşleştirilmelidir.
KÜRT SORUNUNDA KÜLTÜRALİST YAKLAŞIM VE ETKİLERİ
1925’lerden itibaren inkar ve imha siyasetine maruz kalan bir halka kültürel haklar tanımanın nesi kötü canım diyebilirsiniz tabii. Önder Apo’nun ‘Varlığını Korumak ve Özgürlüğünü Sağlama’ olarak adlandırdığı uzun mücadele süreçleri olmasaydı Kürt halkının fiziki varlığını koruması bile mümkün olmayacaktı. Yani fiziki varlığın, katliam ve soykırım politikalarının yürürlükte olduğu bir düzlemde tahmin edilebileceği üzere kültürel haklar çok da önemli değildir. Kaldı ki aşağıda da açmaya çalışacağım üzere bu kültüralist çözümlerin çoğunun, soykırımın kültürel boyutunu tamamlama gibi bir işlevi de olmuştur.
Kültüralist perspektifler, Kürt sorununu bir kimlik ve kültür meselesi olarak görerek, bu sorunun temelinde yatan siyasi, ekonomik ve yapısal faktörleri göz ardı edebilir. Türkiye Cumhuriyeti (TC) devletinin Kürt sorununa yönelik politikalarında kültüralist bakış açısının olumsuz etkileri birkaç başlık altında ele alınabilir:
* Kültüralist yaklaşım, Kürt sorununu yalnızca dil, folklor ve kimlik gibi kültürel boyutlara indirgediğinde, siyasi ve hukuki taleplerin üzerini örtebilir. TC devleti, özellikle 2000’li yıllardan itibaren, Kürtçeye dair bazı sembolik açılımlar yaparak (TRT Kurdi’nin açılması, seçmeli ders hakkı vb.), sorunu kültürel haklarla sınırlı bir çerçevede çözmeye çalışmıştır. Üstüne üstlük Kürt halkının temel siyasi talepleri görmezden gelinmiş, kültürel hakların verilmesi, devletin bir “lütfu” gibi sunulmuştur. Bu da Kürtlerin asimilasyoncu bir sistem içinde tutulmasına ve devletin temel politikalarını değiştirmemesine yol açmıştır.
Örneğin, Kürtçe televizyon kanalları açılmasına rağmen Kürtçe eğitim hâlâ yasaklıdır ve ana dilde eğitim bırakın anayasal güvence altına alınmasını, bir talep olarak dillendirilmesi bile sakıncalı görülmekte. Bu, kültüralist politikaların yüzeysel bir çözüm sunduğunu ve esasen Kürtlerin statü taleplerini bastırmayı hedeflediğini gösterir.
* Kültüralist yaklaşımlar, Kürt meselesini bir “kimlik sorunu” olarak tanımlayarak, Kürt hareketinin politik ve ekonomik taleplerini marjinalleştirebilir. Bu yaklaşım özellikle liberal ve muhafazakâr çevrelerde yaygındır.
Geçen on yıllar içerisinde bu yaklaşımlar Kürt mücadelesini, sadece “kültürel haklar isteyen bir azınlık hareketi” gibi sunarak ya da taleplere bu şekilde karşılık vererek sorunu politik bağlamından koparmak için çok çabalamıştır. PKK ve diğer siyasi yapılar, bir halkın siyasi temsilcileri olarak değil, “radikal kültürel talepleri olan gruplar” gibi gösterilerek Kürtlerin ulusal statü talepleri, “yerel kültürel haklar” tartışmasına sıkıştırılmak istenmiştir. (Rusya ve Beşar Esad Suriye’sinin 2017 anayasa taslağı da Kürtlere ‘Kültürel Özerk Bölgeler’i -tabii o da referandumda kabul edilmesi durumunda- teklif ediyordu)
Örneğin, AKP’nin “Kürt açılımı” sürecinde, devletin asıl hedefi Kürt kültürel kimliğini tanımak gibi görünse de öz yönetim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi veya demokratik konfederalizm gibi politik önerilere hiçbir şekilde yer verilmedi. Bu durum, kültüralist çerçevenin çözümden çok statükoyu korumaya hizmet ettiğini gösterdi.
* Kültüralist perspektifler bazen Kürtleri “egzotik bir halk” olarak göstererek, onların politik taleplerini göz ardı eder. Bu yaklaşım genellikle Batılı akademisyenler ve devlet içindeki bazı liberal çevreler tarafından kullanılır. Kürtleri bir halk olarak değil de “zengin bir kültürel mirasa sahip topluluk” olarak tanımlayan bu kesimler Kürt mücadelesini de folklor, müzik ve gelenekler üzerinden anlatarak, siyasi yönü perdelemeye çalıştı. Kürt halkı, “yüzyıllardır ezilen ama hep direnen kültürel bir varlık” olarak resmedilirken, somut siyasi talepler ve mücadele hep geri plana itildi.
Bu durum, devletin asimilasyon politikasını “yumuşak bir entegrasyon” modeliyle sürdürmesini sağlar. Özellikle Avrupa ve ABD gibi dış aktörler, Kürt meselesini sadece kültürel haklar bağlamında ele alarak, TC ile köklü bir çözüm üretmek yerine statükoyu koruyan bir ara formül yaratmaya çalışır.
* Neoliberal kültüralist yaklaşımlar, Kürtlerin kültürel haklarını tanırken, onları hâlâ devletin denetimi altında tutan bir sistem önerir. Bu perspektif, “Türkiye çok kültürlü bir ülkedir, herkesin kültürel hakları vardır” söylemiyle asimilasyon politikalarını gizleyebilir. Kültürel hakların verilmesi, devletin demokratikleştiği anlamına gelmez. Eğer siyasal statü değişmezse, kültürel haklar sadece devletin meşruiyetini güçlendiren araçlara dönüşebilir. Kültürel çoğulculuk adı altında, Kürtler ulusal bir halk değil, “etnik bir renk” olarak görülür ve ulusal hak iddiaları reddedilir. Kürt kimliği folklorik bir unsur olarak tanınırken, siyasi temsil ve kendi kaderini tayin hakkı tartışma dışı bırakılır.
Bu durumu, Osmanlı’nın “millet sistemi” ile kıyaslamak mümkündür. Osmanlı’da Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler kültürel olarak tanınmış, ancak siyasi özerklik talepleri reddedilmiştir. Benzer şekilde, TC de Kürtleri kültürel olarak tanıyıp, siyasal statü taleplerini engellemeye çalışmaktadır.
Özcesi; Kürt sorununun çözümünde kültürel haklar önemlidir, ancak bunların bir “nihai çözüm” olarak sunulması sorunu derinleştirir. Kürt halkının temel talebi, sadece kültürel varlığının tanınması değil, siyasi ve hukuki statüsünün de belirlenmesidir. Kültüralist yaklaşımlar, sorunu gerçek anlamda çözmek yerine, onu yüzeysel reformlarla etkisiz hale getirmeye çalışan bir araç olarak kullanılabilir.
Bu nedenle Kürt sorununun çözümünde demokratik özerklik, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anayasada Kürt kimliğinin tanınması ve siyasi temsil mekanizmalarının güçlendirilmesi gibi yapısal çözümler esas alınmalıdır. Kültürel haklar, bu çözüm sürecinin bir parçası olabilir, ancak asla tek başına bir çözüm olarak sunulmamalıdır.
ÇÖZÜM NEDİR?
Ne ulus-devlet modeli ne de kültürel çözümler üzerinden tetiklenen federasyon ve idari özerklik talepleri tek başına çok etnikli ve çok kültürlü toplumlar için sürdürülebilir bir çerçeve sağlayamıyorsa alternatif nedir? Cevap, kültürel tanınmayı ve kolektif katılımı garanti eden demokratik bir toplum ve siyasi sistemdir. Buna, özce demokratik özerklik diyoruz. Demokratik özerk örgütlenme, devlet ve iktidar dışı bir yönetim modelidir. İdari özerklik ve federatif yaklaşımlar genel olarak devlet ve iktidar sistemlerinin yansıması olduğundan toplumların iradesini ve çeşitliliğini tam olarak yansıtmaktan uzak olduğu gibi giderek kopmaya neden olabilecek bir radikalliği de içerir. Demokratik özerk yönetim modeli, “yerel demokrasi” olarak devleti tümüyle dışlamadan, “devlet+demokrasi” formülüyle halkların iradesini ve devlet yönetimini uzlaştırmayı hedefler. Yerel demokrasi, devletin demokrasiye duyarlı hale getirilmesini hedefleyen bir yerel yönetim modeli olarak kendisini örgütler.
Önder Apo’nun ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nda söz ettiği “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasi alanın mevcudiyetiyle mümkündür” tespiti bu anlamıyla daha derin ve kapsayıcı bir çözüm formülü olarak ele alınmak zorundadır.
Böylece halklar, topluluklar veya kültürel gruplar, kimliklerini özgürce ifade etme hakkına ve bunun anayasal güvencesine sahip olur. Bununla birlikte ayrışmayı değil, birliği teşvik eden ortak bir siyasi çerçeve içinde yer almalarının önü demokratik tercihler babında açık tutulur. Yani yerel demokrasi güçleri olarak coğrafi, kültürel, etnik varlıklarını korurken, özgür yurttaşlar olarak devletle ilişkilerini daha sağlam bir ilişki biçimine de oturtabilirler.
Demokratik bir çerçeve, tutarlı bir siyasi ve medeni kimliği korurken birden fazla kültürel kimliğin bir arada var olmasına izin verir. Bu, hem zorla asimile olmayı hem de aşırı parçalanmayı önler.
Ülke sınırları içerisinde yer alan tüm halk, topluluk ve gruplar yalnızca kültürel özerkliğe değil, aynı zamanda tüm karar alma süreçlerinde aktif bir role sahip olmalıdır. Gerçek katılım, tüm bileşenlerin yönetim, politika oluşturma ve kaynak dağıtımında söz sahibi olmasını sağlamak anlamına gelir.
Tüm coğrafi bölgeler, özgünlüklerine göre kültürel haklar, eğitim, istihdam ve ekonomik fırsatlara eşit erişim hakkına sahip olmalıdır. Maddi eşitsizliklere değinilmeden, kültürel tanınma tek başına dönüştürücü olmaktan çok sembolik kalır.
Sonuç olarak, ne ulus-devlet ne de kültüralist çözümlerin tetiklediği federatif idari özerklik yönetim modelleri tek başına çok etnikli ve çok kültürlü toplumların zorluklarını etkili bir şekilde çözebilir. Bunun yerine, kültürel çeşitliliği ortak bir politik ve sosyal alana entegre eden demokratik bir çerçeve esas alınmalıdır.
Kültürel kimlikler tanınmalı, ancak ortak bir demokratik çerçeveye entegrasyona öncelik verilmelidir. Gerçek katılımı sağlamak için kültürel haklara siyasi, sosyal ve ekonomik eşitlik eşlik etmelidir. Demokratik kurumlar, ayrılıkçı eğilimleri güçlendirmeden çeşitli grupların yönetime katılmasını sağlamalıdır. Hem zorla asimile olmayı hem de aşırı parçalanmayı önlemek için birlik ve kültürel çoğulculuk arasında bir denge bulunmalıdır.
İstikrarın anahtarı asimilasyonda veya katı kültürel ayrımda değil, farklı kimliklerin ortak bir demokratik sistem içinde bir arada var olduğu ortak bir siyasi alanın, demokratik siyaset alanının geliştirilmesinde yatmaktadır.