İran’ın içine yolculuk

Süleymaniye'den Doğu Kürdistan üzerinden Tahran'a yolculuk yaptık. Coğrafyası, toplumu; davranış ve tüketim biçimleriyle kısa süreli bir seyahatten izlenimler.

Bir süredir İran’a, biz Güneylilerin deyimiyle 'o tarafa' yolculuk yapma fikrim vardı. Nedense bir türlü planlama fırsatı bulamamıştım. Kültür, toprak, tarih ve halklar açısından zengin olan ülkeyi yakından görmeyi çok istiyordum. Ertelemenin, 'yarın ne olacağını bilemediğimiz bu coğrafyada' iyi bir şey olmadığına kendimi ikna ederek yakın arkadaşlarımdan biri ile birlikte İran İslam Cumhuriyeti’ne doğru yola çıkmaya karar verdik.

Hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra Süleymaniye garajından ilk durağımız olan Pencevin’e yol aldık. Yaklaşık bir saat yirmi dakika sonra Pencevin’deydik. Süleymaniye’nin kavurucu sıcağından sonra Pencevin’de daha serin bir hava karşıladı bizi. Yavaş yavaş iklim değişiyordu. Pencevin’den Başmak Sınır Kapısı'na gitmek için eski model, biraz da yıpranmış araçla yola koyulduk. Taksi şoförü seyahat yolunun kötü olmasından kaynaklı araç her sallandığında konuya, Güney Kürdistan’ı yönetemeyen hükümet ve her iki partiyi eleştirerek “Saddam döneminden daha kötü bir dönem yaşatıyorlar bize” sözleriyle tepkisini dile getiriyordu. Şoför, sınıra ulaştıktan 10 dakika sonra son sınır kapısına gitmemiz için başka bir araca binmemiz gerektiğini söyledi. Çantalarımızı hızlıca toplayıp başka bir taksiye bindik; 600-700 metreyi bulan bir ırmaktan geçerek son sınır kapısına ulaştık.

KÜRTÇE KONUŞAN POLİS

Birkaç dakika içerisinde pasaportlarımıza giriş mührü basıldıktan sonra İran İslam Cumhuriyeti sınır noktasına doğru yola çıktık. İran sınırının birinci kontrol noktasına ulaşmak için Federe Kürdistan polisi ile İran polisi arasında sadece 50 metrelik bir süre kala yolculardan birisi durmuş çantasına bakıyordu. Valiz kontrolü sırasında da tam benim arkamda duruyordu. İçinde ilaçlarının olduğu çantası dağılmıştı. İlaç kutuları dökülmüştü. Çantasını toparlamaya çalışırken polis de ona yardımcı oluyordu. Eşyalarından çoğu dökülen bir ilaç kutusundan dolayı kirlenmişti. O süre içerisinde benim için dikkat çekici olan şey, polisin Kürtçe konuşuyor olması ve rehber tablosunda Arapça, Farsça ve İngilizceden başka Kürtçenin de olmasıydı. Bu duygumu dilinden mahrum edilenler sanırım daha iyi bilir…

SINIRDAN SONRA MERİVAN'A DOĞRU

Çantalarımız kontrolden geçtikten sonra pasaport kontrol odasına gitmemiz birkaç dakika sürdü. Pasaportlarımız mühürlendikten sonra artık dış kapıya doğru yol aldık. İran’dayız. Dışarı çıktığımızda bizi İran Tümeni (para birimi) bozduran bir grup karşıladı. Ardından birlikte Merivan’a gitmek için talepte bulunanlar oldu. Fakat biz ondan önce durumu anlamaya ve kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz, ne oluyor diye. Böylece yürüyerek dış kapıya kadar gittik. Orada bizi taksi şoförü karşıladı ve “Merivan’a götürebilirim” dedi. Aracın İran yapımı olduğu belli fakat iyi bir marka kullanmadıkları araca bakınca anlaşılıyordu. Hızlıca çantalarımızı aracın bagajına attık ve yerimize oturduk.

TAKSİCİDEN AL HABERİ

Yol boyunca şoföre soru sarmaya başladık halkın geçim durumuna ilişkin. Şoför umutsuz ve kaygılı bir şekilde sorularımıza cevap vermeye çalışıyordu. Sözlerine ”Hayatım boyunca halkı bu şekilde hiç görmemiştim. İş yok, ne yapacağımızı nasıl geçineceğimizi bilmiyoruz. Tümen her gün değer kaybediyor, devlet hırsız ve rüşvetçi, vatandaş çok umutsuz” dedi. Zaten gülen bir yüz görmeniz mümkün değil. Herkesin yüzünde bir parça kaygı var. Şoför daha sonra birden üç gün önce Merivan yakınlarında olmuş bir olaydan bahsetmeye başladı. Dört gece önce askeri bir üsse saldırı olduğunu, yaklaşık 10 kişinin öldüğünü ve birkaç kişinin rehin alındığını söyledi.

Sohbetimiz sürerken karşımıza Zirebar gölünün muhteşem güzelliği göründü. Ovanın neredeyse dört tarafı Zirebar gölünün suyuyla kaplıydı. Bu da Merivan’a başka bir güzellik katıyordu.

MERİVAN'DAN SİNE'YE

Taksiden indiğimizde burada da bizi yine kalabalık bir taksiciler grubu karşıladı. Sine’ye onlarla gitmemizi, gidiş ücretini uygun yapacaklarını söylediler. Nihayetinde 100 tümen olan gidiş ücretini 60 tümene çektiler ve biz yine çantalarımızı yerleştirdikten sonra Sine’ye yol aldık. Yol oyunca şoförle sohbet etmeye başladık. Fakat bu kez yol daha uzundu, dolayısıyla sohbetimiz de daha uzun oldu. Şoför, 8 yıl İran Kürt Toplum Partisi'nde pêşmergelik yapmış, bu sebeple Süleymaniye civarında çokça kalmış. “Bu yaşımda olmama rağmen başka çarem yok, çalışmak zorundayım. İki evladım üniversite okuyor ve masrafları çok fazla. Bir de devlet her gün benzin fiyatlarını arttırıyor. Bizler işin içinde olduğumuz için fiyat artışını gözümüzle görüyoruz” dedi. Sorularımızı cevaplarken bitkinlikleri alınlarının ortasındaki yorgun çizgilerden anlaşılıyordu. Hafif sesle buna da şükür, Allaha şükür diyerek kollarını çekiştiriyordu.

Köylerin içinden geçerken bunca umutsuzluğa rağmen köylülerin toprakla uğraştığını ve ekinlerini yetiştirdiklerini izledim. Yol uzun olduğu için zaman zaman ihtiyaç molaları yapılıyordu. Fakat genel olarak gözlemim dışardaki yemekleri temiz ve lezzetli değildi. Şehrin merkezindeki lokantalarda da durum farklı değildi. Sanki yemek önemli bir ihtiyaç değilmiş gibi özensiz ve öylesine hazırlanıyordu.

Mola yerinde bir lokantaya oturduk, garson siparişlerimizi almaya geldiğinde tavuk eti istedik bir süre sonra yemeklerimiz geldiğinde anladım ki tavuk etini burada farklı baharatlar ekleyerek pişiriyorlar. Güney kültüründen farklıydı ve bizim damak tadımıza hiç uygun değildi. Zerdeçallı tavuk etini iptal edip kebap ve ayran istedik. Neyse ki lezzetliydi. Yemeğimizi yedikten sonra tekrar Sine’ye varmak için yola koyulduk.

Sine şehrini Sine’ye girişten izlediğimde, sıcak samimi ve güzel bir coğrafik yapısına sahip olduğunu gördüm. Süleymaniye’ye benziyor. Nasıl ki Süleymaniye’nin Ezmar tepesi varsa Sine’nin de görkemli Avyar tepesi var.

SİNE'DE VİYAN BEKLİYOR

Arabadan iner inmez başka bir taksici ile anlaşıp Sine’nin doğusuna yol aldık. Orada arkadaşımız Viyan bizi bekliyordu. Buluştuk ve bir kafeye çay içmek için oturduk. Hemen koyu sohbete başladık. Ben peş peşe sorular sordukça Viyan sakince ve tane tane cevaplıyordu. Tabi İran’dayız ve kadınların durumunu biliyordum. Bu sebeple özellikle arkadaşıma senin bizimle oturmanda bir sakınca var mı diye sordum. Viyan da “30 yaşında olduğum için polis karışmıyor. Ama eğer 20-25 yaşlarında olsaydım ve sizinle otursaydım polisin tutumu değişiyor” dedi. Arkasından hemen bir soru daha sordum oturduğumuz kafenin garsonu aylık ne maaş alıyor diye. Yaklaşık 600 ile 700 tümen alıyorlar, yani dolar üzerinden hesaplarsak 80 dolara denk geliyordu. Diğer yandan birçok ülkede olduğu gibi çalışan kadınlar her zaman çalışan erkeklerden daha az maaş alıyorlar” dedi.

Sohbetimiz içerisinde Sine halkı nasıl geçiniyor sorusunu sormadan edemedim. Viyan “halkın geçim kaynağı adeta borçlanma üzerine kurulmuş. İş yok, insanlar günlük geçimlerini sağlayabilmek için sürekli bir borçlanma halindeler. Bu döneme benzer ekonomik kriz durumu, Hatimi döneminde yaşandı, ikincisi de Ahmedinejad döneminde. Fakat Ahmedinejad döneminde yaşanan ekonomik kriz, ülkenin en büyük ve karanlık ekonomik krizi idi. İşte yaşanan ekonomik yolsuzluk, pazar piyasasının düştüğü durum, esasen Ahmedinejad döneminin ekonomik yolsuzluğunun sonuçlarıdır. Diğer yandan elektrik de günde 3 saat kesiliyor, ülkede bu gidişatı durduracak toplumsal muhalefete göz açtırmıyorlar, bir belirsizliğin içinde gidiyoruz” dedi.

SİNE'NİN ÇARŞI PAZARI

Arkadaşımızla yaptığımız sohbetten sonra çarşı ve pazarı dolaşmaya çıktık. Gelmişken ve bu kadar ekonomik gerilemeyi görmüşken ekonomiyle ilgilenen biri olarak, pazarın durumunu yakından gözlemek icap ederdi.  

Sine merkezine doğru yürümeye başladık. Merkeze yakın bir sokakta dolaşırken dikkatimi çeken bir durumla karşılaştım. Sokakta insanların yüzlerinde acayip bir kaygı var. Gülen bir yüz görmeniz mümkün değildi, derin kaygıları yüzerlerinde taşıyan bu halka bir süre bakakaldım. Ana cadde üzerinde dolaşırken dikey bir şekilde resimler asılmıştı. Bunlar nedir diye sordum; İran’ın Doğu Kürdistan partilerine karşı savaştığı dönemlerde kiralık olarak (cahş) savaştırdığı kişilerin resimleri. Sokakların geçitlerine ve ana caddelere asıyorlar.

Artık Sineli arkadaşımdan ayrılma vakti yaklaşmıştı ki oranın meşhur dondurmasını birlikte yedikten sonra birlikte yolculuk yaptığım arkadaşımın Sine halkından olan benimde kısmen tanıdığım bir aileye gitmek üzere yol aldık. Eve ulaştık. İlk izlenimim şu; ev muazzam bir şekilde dizayn edilmiş. İçeriden şehrin bir bölümünü görebilecek kadar açık, serin ve samimi bir ev. 30 yıllık bir ev olduğunu öğrenince de daha bir şaşırdım. Selamlaşma, hatır sorma faslından sonra yerel, el yapımı vişne suyundan yapılmış özel bir tada sahip şerbet ikram ettiler.

Akşam yemeği için yavaş yavaş sofra hazırlığının sesleri geliyordu. Doğu Kürdistan’ın yerel yemekleriyle donatılmış bir sofra ve misafirlerini bağırlarına basan samimiyetin lezzeti kelimelere sığamayacak kadar özeldi.

Sabah herkes uykudan kalkıp hazır olduğunda yola koyulmadan önce kahvaltı yaptık. Genel olarak İran’ın ve Doğu Kürdistan’ın da kahvaltı kültürü pek önemsenmemiş. Eğer kıyaslama yapacak olursak başka kültürlerin kahvaltı sofralarıyla en fakir kahvaltı kültürü İran kahvaltı kültürüdür derim.

Artık Tahran’a doğru yola çıkacaktık. Valizlerimizi toparladık yola koyulmadan önce internet engelini kaldırmak için bir program yüklemem gerektiğini söyledim konuk olduğumuz eve. Evden bir arkadaş eşlik etti bana, gittik bir internet kafede işlemi yaptırdık. Bu arada bu işlemin 7-10 tümen edeceğini belirtiyor kafe sahibi. Yaşanan ekonomik sıkıntıdan kaynaklı satıcılar da alıcıları birbirilerini sürekli uyaran bir pozisyona gelmişler. İşlem yaklaşık 20 dakika sürdü. Program yüklemesini kontrol ettikten sonra Tahran’a gitmek için Sine terminaline gittik.

FARSLARIN SINIRINA DOĞRU

Terminale ulaştığımızda genç birisi hızlıca yanımıza geldi, kendini tanıttı; "dün gece Baban abinin kızı beni aradı ve Tahran’a gidiş biletlerinizi hazır etmemi istedi" diyerek biletlerimizi bize uzattı. Teşekkür ettik ve her ne yaptıysak bilet paralarını almadı. Tekrar teşekkür ederek vedalaştık. Valizlerimizi bagaja yerleştirdik ve ayrılan koltuklarımıza oturduk. Otobüs büyük ve konforluydu. Otobüsün içine göz gezdirdim o kocaman araçta sadece 8 kişiydik. 8 kişinin yol ücreti 600 tümen yapıyordu. Yavaş yavaş Sine’den uzaklaşıyorduk. Yolda araç yolcu almak için birkaç yerde durdu, otobüsü doldurmak için şoförün gözü sürekli yolcu arıyordu, buna rağmen otobüs yarısına kadar ancak doldu. Tahran’a yaklaştıkça dağlar ve doğanın yeşili kaybolup yerini çöle ve ovalara bırakıyordu. Tahran’a varmadan önce büyükçe bir şehir daha belirdi. Tabelaya baktım Hamedan yazıyordu. Şehri kat etmek iyi bir süre aldı. Birlikte yolculuk yaptığım arkadaşım bir süre İran’da yaşamış, Farsçayı iyi biliyor. İran’ın tarihini, kültürünü ve siyasi haritasını da biliyor. Döndü ve bana, "artık Doğu Kürdistan sınırı bitiyor, bundan sonra Farsların sınırlarına doğru ilerliyoruz" dedi.

Otobüs hareket halinde ilerliyordu ki birden yol kenarındaki bir lokantanın önünde durdu. Yolcular yavaş yavaş otobüsten indi, biz de indik. Lokantanın içi bakımsızdı ve hijyen değildi, yemek yemekten vazgeçtik, hareket saatine kadar çay içmeye karar verdik. Tekrardan yola koyulduk Tahran’a yaklaştıkça şehir renksiz, kuru ve çöl görüntüsü veriyordu. Altı buçuk saatlik yolculuktan sonra Tahran terminaline ulaştık. Kaldı ki şimdi İran’ın her tarafı karışıktı. Nedendir bilemiyorum benim için ne zaman bir terminal (gerac) adı duysam aklıma hep “Eylül Devrimi” gelir. Bir pêşmerge grubuyla Mele Mustafa’nın Eylül Devrimi yenilgisinden dolayı hafızamızda “terminaller” iyi bir yerde durmaz…

Şehrin yeşilliğine bakıyordum, zayıf ve renksiz görünüyordu. Bir yudum suya hasret feryat ediyordu sanki. Otobüsün geniş penceresinden dışarıya baktığımda daha çok sorun ve kaygı izliyordum insanların yüzlerinde. Arkadaşım, artık Tahran şehir merkezi sınırlarında olduğumuzu söyledi.

TAHRAN'DA HAYAL KIRIKLIĞI

Tahran’a vardığımızda kafamdaki Tahran hayali ile gördüğüm Tahran arasında çok büyük fark vardı. Her iki fotoğrafı gözümün önüne getirdim, hayal kırıklığı yaşadım, şoka uğradım. Her tarafta yıkık duvarlar, sönümlenmiş ağaçlar, kurumuş dereler, evlerin duvarları soluk ve renksizdi. İkimiz de gördüğümüz manzara karşısında sessizleştik ve izlemeye devam ettik.

Karanlık, kanatlarını yavaş yavaş Tahran üzerine çekerken, otobüs Tahran ana caddesi üzerindeki terminale ulaştı. Otobüsten inip bir süre yürüdükten sonra ana caddenin başına ulaştık. Arkadaşım kısık bir sesle, bak burası Özgürlük Meydanı, eşyalarına dikkat et, özellikle motosikletliler hırsızlık ve kaçırma konusunda çok uzmanlar, dedi. Arkadaşımız Akam bizi oralarda bir yerde bekliyordu, bulması için ona telefon ettik. Buluştuktan sonra hızlıca kendimizi arabaya attık ve Akam’ın evine gittik. Akam’a ilk sorum, "İran neden bu kadar bakımsız" şeklinde oldu. Akam “Tahran’da 18 milyondan fazla insan yaşıyor, ekonomik krizin yanında su sorunu da olunca ne yazık ki bu hale geldi. Fakat burada modern yerler de var, yarın sizinle oraya gideriz” dedi. Akam’ın eşi Hevi, bizi kapının önünde çok sıcak bir şekilde karşıladı. O kadar acıkmıştık ki valizlerimizi arabada bırakarak selamlaşma faslından sonra sofraya oturduk. Yemekler çok lezzetliydi. Genel olarak hem İran’da hem de Doğu Kürdistan’da yemekler yağsız ve tuzsuz yapılıyor. Sofradaki yemeklerde yağsız, tuzsuz ve bir o kadar lezzetliydi. Ev sahibi, aslında sofrada gelenek olan yemeklerle birlikte şarap ikramını yaşanan ekonomik sıkıntılardan kaynaklı sunamadıklarını belirterek mahcubiyetini dile getirdi. Yemekten sonra çaylar geldi. İran’da genel olarak yatsıya kadar çay içilir ve şeker olarak dişleme türünden kullanılır.

TAHRAN'DA İKİNCİ GÜN

Onların saatiyle saat 9.30’a geliyordu uykudan kalktıklarında. İran ile Güney Kürdistan ve Irak arasında 1,5 saatlik zaman farkı var. Kahvaltımızı yaptıktan sonra Tahran’ın eski pazarını gezmek için bir taksiye atladık. Taksi şoförü, bir zamanlar Japonya’da çalıştığını, eski İran ile yeni İran dönemlerinden hızlıca bahsederek, ağlamaklı bir ses tonuyla “nerden nereye geldik” dedi. İran’da en ağır iş taksicilik işidir. Çünkü trafik kurallarına uymak diye bir şey yok. Herkes kafasına estiği gibi araç kullanıyor. Bu nedenle İran’da hasarsız araç görmek mümkün değil gibi. Motosiklet kullanıcılarının durumu daha da vahim, seyyar haldeki araçların arasından çok süratli gelip geçiyorlar.

Tahran eski pazarında indik. Yürüyerek pazarın içine giderken gözüm yine gülen simalar aradı. Fakat hepsi silinmişti, gülen bir yüz bulamadım. Tahran eski pazarının hali pek de iç açıcı değildi. Bu yüzden Tahran’ın en uzun ve en modern caddesi olan Veli Asri caddesine gitmeye karar verdik. Taksi tuttuk ve bizi Veli Asri caddesine götürmesini söyledik. Hava çok sıcaktı. Aracın klimasını açmasını istediğimizde surat şekli değişti.

Veli Asr caddesine ulaştığımızda gördüğümüz manzara Tahran’da gördüğümüz bütün caddelerden oldukça farklıydı. Caddeyi boydan boya çınar ağaçları ile kaplı ve ağaçların dibinden sular akıyordu. Bu da Veli Asr caddesine bambaşka bir doğal görünüm kazandırmıştı.

Biraz dinlenmek ve bir şeyler atıştırmak için bir kafeteryaya oturduk. İçerden İngilizce müzik sesi geliyordu. Doğu Kürdistanlı (Rojhelatlı) bir kafeterya olduğunu yemek menüsünden anladık. Yemeklerimizi sipariş ettikten sonra sohbet ederken Akam aradı; yerimizi tarif ettik, yanımıza geldi. Ufak bir sohbetten sonra Şah’ın evini gezdirmeye götürdü bizi.

ŞAH'IN EVİ

Şah’ın evini ziyaret etmek için Said Abat Mahallesi'ne doğru yürüdük. Şahların evi demek daha doğru olur. Çünkü büyük bir alana yayılmış onlarca köşk ve binadan oluşuyor. Diğer yandan onlarca metrekarelik yeşil alan, devasa çınar ağaçları ve yüzme havuzları nedeniyle Tahran kent merkezinden sıcaklık derecesi daha düşüktür. Şah'ın evinin önüne ulaştığımızda bir ev ve bahçeden oluştuğunu zannediyorduk. Fakat birinci karşılama alanında anladık ki bir ev ve bahçeden çok fazla. Giriş kartını alıp içeri girdiğimizde, Şah'ın ailesine ve özel misafirlerine ayrılmış mutfak ve araçlarını park ettikleri alanın ayrı olduğunu, alanın tamamını kısa sürede yaya gezmenin mümkün olmadığını anlayınca giriş kapısında bekletilen araca binip gittik. Evlerin dizaynı dikkat çekici ve güzeldi. Oyma işlerinin çoğu el yapımı, diğer malzemelerde el işiydi. Kullanılan malzemeler dikkatli incelediğinde uyum ve dekorun arkasında modern bir aklın ve sanatın olduğu görülüyor. Şah'ın yıkıldığı günlerde her ne kadar bazı malzemeler çalınmışsa da çoğu orijinal olarak duruyordu. Bu yüzden bazı odaları gezerken bazı odalara giremedik. Şah döneminden kalma otomobillerin sergilendiği alana yöneldik. Şah’ı döneminde ziyaret eden ülke liderleriyle çekilmiş birtakım fotoğraflar asılıydı. Araçların sergilendiği alan eğri ve dar olduğu için rahat dolaşamıyorduk. Çıktık, Şah Rıza’nın yemeklerinin hazırlandığı mutfağa doğru yöneldik. Hazırlanan yemek listesi genel olarak İran yemek kültüründen oluşuyordu. Bu bölümden de dışarı çıktığımızda dışarıda sadece dizlerine kadar olan bir insan heykeli duruyordu. Merakla Akam’a sordum. Akam’da “Şah Rıza’nın babası Muhammed Şah’ın gümüşten yapılmış bir heykeliydi. Şahların dönemi yıkıldığı sırada Şii Mollalarının taraftarları heykeli dizlerinden yukarı kısmını keserek Şah Rıza’nın evinin önüne atmışlardı. O arbedelerde kesilen kısmın akıbeti belli olmadığı için öyle kaldı” dedi.

AMİR KABİR BARAJI

Şah’ın evinin önemli bir bölümünü dolaştıktan sonra rehberimiz Akam, Tahran’ın Karaj nehri üzerinde kurulu Karaj kentinden de adını alan, diğer adıyla Amir Kabir barajına götürdü. Yüksek dağların arasında kurulmuş çok amaçlı bir barajdır. Bu yükseklik sebebiyle de inanılmaz serindi. Çevresindeki kafe ve restoranlar ayrı bir hava kazandırmış. Kapısından içeri girince güzel kokular yayan onlarca çiçek saksısıyla bezenmiş bir restoranda girdik. Müşterilerinin çoğu Iraklı ve Arapça konuşan olunca bizi de öyle sanan garson, Arapça konuşmaya çalışarak, barajı gören yerlerin dolu olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Seyahat ettiğim arkadaşım Farsça biliyordu. Arkadaşım devreye girdi ve gülümseyerek Arap olmadığımızı dolayısıyla güzel yerleri kapamayacağımızı söyledi. Neyse ki bir yer bulduk ve oturduk. Masamıza üzerinde fiyatların da yazıldığı menü listesi geldi, siparişlerimizi verdik. Diğer restoranlara göre fiyatlar oldukça yüksekti. Arkadaşım yukarda Kürt geleneksel kıyafeti giyimli adamı işaret ederek, “Ben onu tanıyorum Ranyalıdır kendisi. Zamanında ihanet edenlerin (cahşların) başıydı, şimdi Hewlêr’de oturuyor ve çok zengin olmuş. Yanındaki oturanlardan ve genç olan oğludur, tıpkı ona benziyor” dedi

Hesabımızı ödeyip restorandan epey bir uzaklaştıktan sonra bizden 100 tümen fazla bir para alındığını, bu yüzden İran’da ilk kez aldatıldığımızı anladık. Bunun sohbetini yaparken arkadaşım Dara’ya bir telefon geldi. Doğu Kürdistan’ın (Rojhelatlı) Mahabad kentinden bir arkadaşımızın kardeşiydi arayan. Mahabat’ta iş bulamadığı için Tahran’da çalışmak zorunda kalmış, sohbetlerinden solcu bir genç olduğu anlaşılıyordu. Geçen yıl Eylül ayında İstanbul’a yolculuk yaptığını, orada HDP’li gençlerin standıyla karşılaştığını ve o zaman HDP’nin Türkiye’de etkili bir hava oluşturduğunu heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. Biraz da Tahran’da neden çalıştığından bahsederek, Fars kökenli bir kadınla evlendiğini, bir lastikçide günde 8 saat çalıştığını ve aylık maaşının takriben 600 dolar olduğunu Rojhelat’ta iş bulamadığını bu yüzden kendisi ve birçok gencin iş bulup çalışmak için Tahran’a çaresizlikten göç ettiklerini söylüyordu.

Sohbetimizi bitirdikten sonra vedalaşarak Akam ile beraber eve gitmek için yola koyulduk. Dara bir de İran’ın güneyini görmek istiyordu gelmişken. İran’ın kuzey sahil kentidir, oraların da birkaç önemli yerini görüp öyle dönelim istiyordu. Eve dönerken yolda, bir sonraki gün sahil kentine gitme planımızı yapmıştık bile.

İRAN'IN KUZEYİ

O gece Akam’ların evinde dinlendik. Sabah erkenden kalktık, kahvaltıdan sonra valizlerimizi toplayıp Calus eyaletine gitmek için terminalin yolunu tuttuk. Calus, Kezvin (Qezvin) denizinin kıyısında bir eyalet. Kezvin denizi havyarı ile ünlüdür.

Terminalden çıkarken Calus’a doğru aracın şoförü yolla ilgili bize bilgi aktardı. Tek şeritli yol, fazlaca dönemeçli ve yolcu indir bindir işi çok olduğu için 50-60 arasında bir hızla ilerleyebildiklerini söyledi. Tahran’dan uzaklaştıkça sıcaklık derecesi düşüyordu. Yol boyunca beliren yeşil alanlar ve ırmakların etrafında köyler oluşturulmuş. Yer yer kafe ve restoranlar vardı.

Akam telefon etti, Kendovan’a varıp varmadığımızı sordu. Kendovan turistik bir yerdir ve İran’ın Kapadokya’sı gibidir; bir de ayran çorbasıyla meşhurdur. Şoföre sorduk Kendovan’a ne kadar kaldı diye “on dakika sonra oradayız” dedi. On dakika sonra bir restoranın önünde durduk. Belli ki buranın en büyük restoranıydı. Çok sayıda araç mola için durmuştu. Epey kalabalıktı. Meşhur ayran çorbasından içmek için yöneldiğimizde kalabalıktan sıra oluşmuştu. Biz de sıraya girdik ve yemek fişini aldıktan sonra bir masaya oturduk. Meşhur ayran çorbası kısa bir süre sonra önümüze konuldu. Ekşimsi tadı benim damak tadım değildi ve başka da yemek çeşidi olmadığı için mecburen çorbayı içtim. Yükselen dağlar arasında kalan dolambaçlı yolar ve yeşil alanların çokluğu kuraklıkla boğuşan Tahran’dan daha farklı bir yere geldiğimizi gösteriyordu. Dara, zaman zaman şoförle sohbet ediyordu.

Yaklaşık üç saattir yoldaydık. Calus’a ulaşmak için daha bir saatlik yolumuz vardı. Dönemeçli yollardan sonra düzlüğe girdiğimizi, uzaktaki yerleşim yerlerinin görünüyor olması ve yeşil alanın yaygın olmasından dolayı anlamıştım. Şehir değiştirirken giriş noktasında mutlaka bir trafik kontrol noktası var. Şoför trafik belgelerini hazırlayarak ve her zaman arkasında hazır beklettiği ceketini giyerek, belgelerinin kontrolden geçmesi için polis noktasına gitti. Şoför işlemleri için gittiğinde Dara hemen araçtan indi ve sigara yaktı. Sigara dumanı yükselirken İran’a dair yeni bir sohbet konusu açtı.

NİHAYET CALUS'TAYIZ

Geniş caddeleri ve yeşil alanlarıyla güzel bir kent olduğu belliydi. Fakat bunca yeşil alanlarına rağmen sıcak ve nemliydi havası. Sahil kenarında konaklayacağımız yer aramaya başladığımızda şoförün "Günlük 100 tümenden fazla ödemeyin, pazarlık yapın" tembihi aklımıza geldi. 100 tümen ile kalınan yerler bakımsız ve eskiydi, hoşumuza gitmedi. Birçok yere bakındıktan sonra yeni yapıların biraz pahalı olmasına rağmen kalmak için daha uygun olduğuna karar verdik, pazarlığımızı yaparak bir oda tuttuk. Hava çok sıcak ve nemliydi, bu yüzden dolaşmak için akşamı bekledik. Hava yavaş yavaş serinlerken sahil kenarında dolaşmaya çıktık. Denizde yüzenlerin çoğu erkekti zaten. Az sayıda yüzen kadın vardı fakat dışarıda giydiği kıyafetleriyle yüzüyorlardı. “Bu ülke kadınlar için ne zahmetli bir yer” diye aklımdan geçirdim. Doğrusu birçok Ortadoğu ülkesinde kadınların durumu buradan farklı değildi.

Biraz daha ilerlediğimizde epey kalabalığın olduğu ve müzik seslerinin geldiği yere doğru merakla gittik. Müzik eşliğinde güreş müsabakası izliyorlardı. Devlet bu tür kalabalık toplantıları tehlikeli bulduğu için şaşırmıştım, meselenin ne olduğunu anlayana kadar. Oradan ayrılıp bir şeyler atıştırdıktan sonra doğru otele gittik.

CALUS'TA İKİNCİ GÜN

Sabah erken kalkıp civarda bulunan kafelerden birinde kahvaltı yaptık. Dışarı çıktığımızda sıcak hava kendini hissettirmeye başladı yine. Dolaşmak için yine akşamı beklemek üzere motele döndük. Akşamüstü yemek ihtiyacımızı giderip oradan da teleferik kurulan yeri görmeye gitmek için bir taksiyle anlaştık. Hareket ettikten kısa bir süre sonra taksi şoförüyle sohbet etmeye çalıştık. Şoför sözlerine şöyle başladı: "Calus’ta her şey var, eğer içecek bir şeyler isterseniz ben size temin edebilirim, eğer kadın ihtiyacınız varsa Tahranlı yaşları 23-24 olan genç kadınlar var 100 ile 150 tümene çalışan. Daha yaşlı olanlar da 20-30 liraya çalışanlar var” dedi. Şoföre bu kadar mutaassıp olan bir ülkede bu yaşam biçimine hükümet nasıl izin veriyor, diye sordum. Gülerek “hiç sorun değil” cevabını verdi. Sonra araç bozuldu ve şoför her ne yaptıysa çalıştıramadı. Çaresiz paramızı iade etti. Başka bir taksiye yola devam ettik. Teleferiğin önünde indik. Fakat bilet satılan yere yaklaşık 30 dakika uzaklıktaydık. Yürüyerek ulaştık. Gözünüzün alabildiği kadar geniş bir alana yayılmış dağın, denizin, ormanlık alanın muhteşemliğini görüyorsunuz. Bir an kendimi Viyana ya da Stockholm ormanlarında hissettim. Orman içindeki evlerde Avrupa’daki gibi inşa edilmiş, insan bir kez daha acaba burası gerçekten Ortadoğu’da bir yer mi diye sormaktan kendini alamıyor. Biraz daha ilerlediğimizde dağların ormanla kaplanmış sakin hali, bizi Malezya’da hissettirdi. Dara teleferiğe binmek için bilet aldı ve teleferik turuna çıktık. Denizin üzerinden dalgalar eşliğinde dağların doruğuna kadar çıktık. Orada serinlemek, bol oksijen almak ve bu olağanüstü güzellikleri görmek için Farsların dışında Iraklı Araplar da vardı. Bir saat sonra motele döndük. Beyaz balık çeşidinin meşhur olduğunu duymuştuk. Biz de gidip bu balık çeşidinin tadına bakmak istedik fakat bu mevsimde olmuyormuş. Mecburen başka bir yemek yiyip ertesi gün Tahran’a dönüş için hazırlıklarımızı yapmak için yerimize döndük.

TAHRAN'A DÖNÜŞ

Tahran'a geldiğimiz yoldan dönerken nedendir bilemedim ama aynı yol bana daha güzel ve temiz göründü. Birkaç saat sonra artık Tahran’da son günümüz. Akam’ın evine ulaştığımızda yol yorgunluğunu atmak için biraz dinlendikten sonra bir şeyler bakmak ve Veli Asr’da görmediğimiz yeri görmek için Akam ile beraber evden çıktık. Veli Asr caddesinde genellikle yabancı markaların satıldığı mağazalar var. İran halkı bu markalara pek de rağbet etmiyor. Kendi ürettiği ürünleri kullanıyor. Düz ve renksiz. Biraz dolaştıktan sonra kafelerin olduğu sokaktan güzel kahve kokuları geliyordu. Kahve kokularının geldiği bu sokağa yöneldik ve kısık seste yabancı müziğin çaldığı ve iç dizaynı çok güzel olan kafeteryada oturduk. Etrafıma göz gezdirdim. Gezdiğimiz yerlerin hiçbirinde görmediğim ve beni Prag’da hissettiren genç kadın ve erkeklerin birlikte kafede oturup sohbet etmeleriydi.

Bu kafe normalde self servis usulü çalışıyor fakat biz çok oturunca oradaki çalışanlar nezaketen servis yaptılar. Bu arada Akam ile sohbet çok keyifliydi. Diğer gençlerden farklı olarak yaşadığı ülkenin bütün yönlerini bilen, dikkatli ve bilgiliydi. Güzel bir sohbetten sonra oraya yakın adeta kültür restoranı diyebileceğimiz, İran kültürünü yansıtan, duvarları özel malzemeyle yapılmış, masa ve sandalyeleri özel olan ve menüsü de bir o kadar özel olan canlı ve hoş restoranda yemek yedik. Hatta restoranda çaldıkları müzik hepsinden de muhteşemdi. Tahran’da son gecemiz şahaneydi.

SİNE'YE DÖNÜŞ

Sabah çok erken bir saatte kalktık. Dönüş için son durağımız olan Sine şehrine gidecektik. Toparlandığımız sırada dışarıdan gerilla müziğinin sesi geliyordu. Çok şaşırdım. Emin olmak için Akam’a sordum; burada PKK gerillalarının müziği dinleniyor mu diye. Akam, "Elbette dinleniyor" dedi. Burada Rojhelatlı gençlik özellikle Öcalan’ı da çok iyi tanır ve Öcalan’ın kitaplarını okurlar, diye ekledi.

Akam yolda giderken terminale telefon etti ve iki bilet ayırttı. Neyse ki araca yetiştik. Vedalaştıktan sonra araca bindik ve 6 saat sürecek olan Sine’ye seyahatimizin son durağına doğru yola çıktık.

Sine’ye indiğimizde ilk önce bildiğimiz ve Kürt yemekleriyle meşhur restorana gittik ve son kez bu lezzetli ve özel yemeklerden yiyelim istedik. Takriben 20 dakika sonra Viyan geldi. Sohbet etmek için bir kafeteryaya doğru yürürken Viyan’a "çok az ezan sesi duydum, dikkatimi çekti” dedim. Viyan, "Burada sadece iki tane büyük cami var. Halk mahallelerde cami kurulmasına izin vermiyor. Aslında İran’ın genelinde gençlerin dine ilgisi zayıf” diye yanıt verdi.

Artık yavaş yavaş Dara’nın ahbabı olan Baban’ın evine gitme vakti gelmişti. Eve ulaştığımızda daha önceki sıcak karşılamalarını ve samimiyetle içeri davet etmelerinin sıcaklığıyla eve girdik. Biraz dinlendikten sonra Baban’ın damadı “haydi sizi Avyar tepesine götürelim, sizin Azmar tepesi gibi” dedi. Ayvar tepesine çıktığımızda gerçekten tıpkı Süleymaniye’deki Azmar tepesi gibi gece bütün şehir görünüyordu. Eve döndüğümüzde çok yorulmuştuk. Dinlenmeye çekildik.

Sabah kalktığımızda Baban, Şah Rıza dönemini Dara’ya anlatıyordu. 1980-1982 yıllarında Sine’de kısa bir sürede çok sayıda Kürt gencinin şehit düştüğünü kaygılı bir yüz ifadesiyle paylaşıyordu. "Bu İslam Cumhuriyeti yaşama sevincimizi götürdü, nefes alacak hiçbir yer bırakmadı, ne yapacağımızı bilmiyoruz” diyordu.

Artık dönüş vakti gelmişti. Baban ile beraber terminale gitmeden önce bir markete uğrayıp yolluk aldık. Merivan sınır kapısına gitmek için terminaldeyiz. Taksi tuttuk ve sınıra doğru yol aldık…