Gıda krizinin bitmesi için toplumsal dönüşüm gerekiyor

Türkiye’de ayçiçeği yağının ardından şekerin de bitmesinin yıllardır uygulanan tarım politikasından kaynaklı olduğunu dile getiren Polen Ekoloji’den Cemil Aksu, geri dönüşüm için ciddi bir değişim olması gerektiğini söylüyor.

Gıda fiyatlarının artışının yanı sıra Türkiye’de ayçiçek yağının ve ardından şekerin bitmesi sadece ekonomik krizle açıklanabilen bir durum değil. Türkiye’de uygulanan tarım politikaları, özelleştirmeler bugün yaşanan gıda stoku krizinin başlıca sebeplerinden.

 Bu politikaların kökeni ise sadece 20 yıllık AKP iktidarı ile sınırlı değil.

Polen Ekoloji’den Cemil Aksu, bu politikaların kökenini anlatırken tarihsel bağlamı koparmadan; ama son 20 yılda uygulanan politikaların tarımı bitirmeye yönelik olduğunun altını çiziyor.

Bugün yaşanan ve dünya tedarik zincirinden de kaynaklı birçok sebebi Cemil Aksu ile konuştuk.

Ayçiçek yağı ve ardından şeker stoklarındaki azalma yaşandı. Bu yaşananlar kıtlık mı, ekonomik krizden kaynaklı mı, yoksa tarım politikalarından mı?

Üçü de bir şekilde aynı kapıya çıkıyor. Çünkü eğer bir ülkede gıda krizi yaşanıyorsa, bu sadece o ülkedeki tarım politikalarının yanlışlığını ifade eder. Bir yerde kıtlık yaşanıyorsa da aslında yıllardır uygulana gelen tarım politikalarının yanlışlığının ifadesidir. Çünkü doğa, üzerinde yaşayan canlıları besleyecek, onların barınmalarını sağlayacak her türlü zenginliği veriyor. Dolayısıyla toplumsal krizleri toplumsal nedenlerde aramak lazım. Doğada aramanın bir anlamı yok.

Türkiye'de bunu son dönemde daha sık yaşadık. Ayçiçeği ondan önce şeker yoktu marketlerde, şimdi de buğday meselesini tartışıyoruz. Ama daha da ağır bir sorun olarak, çiftçi tarımsal girdilerdeki astronomik artışlardan dolayı tarlasını ekebilecek mi gibi bir sorunla da karşı karşıya. Bu sürekli birbirini kovalayan, tetikleyen bir süreç.

Peki, bu durum sadece bu dönemde mi başladı?

Cumhuriyetin başından beri ya da cumhuriyetin 60’ardan sonraki hikayesidir bu. Çünkü 1960’lara kadar bir tarım ülkesiyiz ve tarıma yatırımlar var. Tarımın geliştirilmesine yönelik yatırımlar da. Tabii bu ‘Gerçekten Anadolu'nun doğasına ve Anadolu halkının çıkarlarını gözeten bir yatırım mı?’ diye sormak lazım. Şöyle ki Osmanlı'dan geriye kalan toprak ağaları, toprak kapitalistlerine dönüşüp 40’lardan sonra kapitalist sistemden de edindikleri konuma bağlı olarak, Avrupa'nın ve diğer ülkelerin tarım ambarı olmayı tercih etmiş. Burada da çok ciddi bir tercih yapmış egemen sınıflar: Tarımın bitirilmesi, dünya kapitalist sisteminin bir parçası olarak emperyalist efendilerin bize biçtikleri rol gereği, ara malların üretimi ya da onların artık üretmekten imtina ettikleri sektörlerde bizim gelişmemiz.

60’lar, 70’ler işte bu sanayileşme dalgalarıyla gelişen süreç. 1960, 1970, 1980, 2000 ve şimdi 2022, bu 10’ar ve 20 yıllık süreçlere baktığınız zaman hepsinde yeni bir sermaye birikim modeli uygulanıyor. Bu sermaye birikim modeli de tarımın geriletilmesi, daha doğrusu tarımın değil de tarımsal nüfusun geriletilmesi, küçük aile üretiminin, küçük çiftçilerin, küçük emekçi köylülerin mülksüzleştirilmesi, bunların şehirlere göçertilmesi, işçileştirilmesi tarımda şirketlerin egemenliğinin sağlanması. Esas olarak da Avrupa ve Amerika'nın Türkiye'ye naklettiği belli sanayi sektörlerinde de hamleler yapılması. Buna 60-70 yılları arasında ithal ikameci model dediler. 80’den sonra neoliberal model. 2000’lerden sonra da enerji ve inşaat üzerinden bir sermaye birikimi dediler ama hepsinde de temel şey iki şeye dayanıyor.

Nedir bu temel şeyler?

Bir; bu sanayi hamlesinin ihtiyaç duyduğu iş gücünü sağlayabilmek için kırları ve köyleri boşaltmak.

İki; boşalan kırları birer maden sahasına çevirmek.

Çünkü bu tercih edilen sanayileşmenin ihtiyaç duyduğu hammaddeyi sağlamak için de boşa çıkartılan kırları ve ormanları, tarım alanlarını maden sahası haline getirmek lazım. Ayrıca Türkiye'de endüstriyel bir tarım yapılıyor. Bu endüstriyel tarım da şu demek: Tohumunu gübreni ithal ediyorsun. Çok fazla verim alabilmen için çok fazla yapay gübre kullanmak zorundasın. İlaçlar kullanmak zorundasın. Yani tohumundan tabağa gelene kadar bir sürü süreçten geçiyor.

Bu da ekolojik yıkıma neden oluyor mu?

Hem ekolojik bir yıkıma neden oluyor hem de bu zaten başlı başına çok pahalı bir süreç. Gıdanın ucuzlatılması sloganıyla yola çıkan yeşil kapitalizm aslında doğayı ucuzlatıyor. Emeği ucuzlatıyor. Gıdanın içini boşaltıyor. Ama gıda ucuzlamasına neden olmuyor. Aksine her durumda dışa bağımlısın. Amerika ve Almanya da dışarıdan ithal ettikleri için şu an gıda enflasyonu yaşanıyor. Çünkü Brezilya'dan, Sudan'dan, Türkiye'den ya da Ukrayna'dan ve Rusya'dan alıyorlar. Bu endüstriyel model zaten çok fazla fosil yakıt, ilaç vb. girdisi gerektirdiği için bu girdilerdeki her yükselme otomatik olarak marketteki fiyatlara yansıyor. Uluslararası bu nakliye sistemindeki her aksama yeterli gıdanın olmamasına, dolayısıyla arz talep meselesinden dolayı otomatik olarak zamlara dönüyor. Dolayısıyla aslında yeterince gıda varken bu tedarik sistemlerindeki aksamalardan dolayı gıda fiyatları sürekli yükseliyor ve iniyor.

Savaş da tedarik açısından aksama tabii…

Evet, Ukrayna'daki durum gibi. Türkiye’de uzun zamandır petrol, gıda, tohum ve elektrik pahalı; dolayısıyla tarımsal üretimi de pahalıya mal oluyor. Ama bunun karşılığında Ukrayna'da, Rusya'da petrol ve yakıt ucuz olduğu için oradaki tarımsal üretim daha ucuza mal oluyor. Türkiye'deki şirketler açısından da oradan ayçiçeği ithal etmek daha karlı geliyor. Dolayısıyla şimdi orada bir savaş patlak verdiği zaman, Rusya'yla ilişkiler gerildiği zaman otomatik olarak ne oluyor? İlk olarak ekonomiye yansıyor. Tedarik zinciri de etkileniyor. Yani kendi gıdanı üretme ve toprağını, doğanı korumak yerine sen bir kere sanayileşmeyi tercih ediyorsun. Bunun için de tarıma vereceğin desteği kime veriyorsun? Madenciye ve enerjiye veriyorsun ya da işte beşli çete dediğimiz şirketlere. Türkiye'de bugün madencilere, inşaat şirketlerine, savaşa verdiğin desteği kesip tarıma ver, parlayan yıldızı olursun. Çünkü dünyanın her yerinde gıda sorunu var. Çünkü Anadolu'da üç dört mevsim aynı anda yaşanıyor. Her bölgesi ayrı bir flora, faunaya, ayrı ayrı endemik türlere sahip.

Öte yandan küresel iklim değişikliği de bütün bu süreci etkiliyor. Örneğin değişen hava koşulları ısınma ya da aşırı iklim olayları da gıda üretimini doğrudan etkiliyor. Çünkü bir derecelik hava sıcaklığı artışı da tohumun yeşermesini etkiliyor azalması da.

Peki özelleştirme politikaları bu tabloda nerede duruyor?

70’lere kadar Türkiye Avrupa'nın tarım deposu olduğu için o dönemdeki IMF anlaşmalarında, hatta Marshall fonu anlaşmalarında tarımın geliştirilmesini ve tarımın sanayileştirilmesine yönelik ciddi yatırımlar yaptılar. Ama bu yatırımların hepsinde de bir plansızlık vardı ve şirketleri esas aldı. Örneğin traktör ithal ettiler Marshall fonuyla yanlış hatırlamıyorsam; ama o traktörler bozulduğu zaman tamir edecek tamirhane yoktu. Dolayısıyla o ithal edilen traktörler bir süre sonra hurdalık oldu.

Ayrıca o dönemde geliştirilen Fiskobirlik, Çaykur, Şeker fabrikaları, pamukla ilgili, tütünle ilgili bir sürü devlet kurumu vardı. Devlet burada düzenleyici ve denetleyici bir organ olarak yer alıyordu. Dolayısıyla üreticinin direkt muhatabı devlet oluyor. Devlet ürünün pazarlamasını ve satışını yapıyordu. Aynı zamanda gübreydi tohumdu ve benzeri girdileri de devlet destekliyordu.

70’ler ve sonra da 80’lerdeki neoliberal politikalarla beraber bunlar terk edildi. Tam bir özelleştirme süreci başladı ve devletin bu tarım alanındaki bütün düzenleyici kurumları lağvedildi ya da işlevsizleştirildi. Onun yeri ne yaptı? Bir dönem şirketlerin yağmasını açtı. Kim ayakta kaldıysa o sektörün tekeli oldu. Bütün düzenlemelerde devlet gene düzenleyici olarak kaldı ama düzenleyiciliğini tamamen şirketlerin lehine verdi. Fabrikaları özelleştirdi. Et Balık Kurumu'nu özelleştirdi. Özelleştirilmeyen bir tek Çaykur kaldı. Çaykur'un da özelleştirilmesinin tek sebebi, 80 sonrasındaki bütün iktidarlar açısından da, AKP iktidarları açısından da ciddi bir ideolojik ve oy desteği olmasından dolayı. Orada da çok alternatifleri yok ama gene de orada bile şu anda özel sektör yüzde 60’ın sahibi. Ve orada da üreticiler sonuçta özel sektöre mahkûm edilmiş durumdalar.

Dolayısıyla bu özelleştirme dalgaları aslında Türkiye'deki yani emekçi köylülüğü yıkıma uğrattı. Tarımı şirketlerin egemenliğine soktu. Şirketler de sonuçta kar neredeyse ne kadar en çok hangi işlemde kar ediyorlarsa o yolu tercih ediyor. Üretmek yerine ithal etmek onlara karlı geliyorsa ithal ediyorlar. Ya da ihraç etmek işlerine geliyorsa iç piyasaya vermiyor, ihraç ediyor. Yani Türkiye'de aslında tarımsal üretim yetmeyecek oranda değil ama ihraç ediyor. Evet, şimdiki ayçiçeğinde olduğu gibi. Aslında dört beş tane ayçiçek yağı firması var. Bunların bir kısmı çok uluslu şirket. Türkiye'deki ayçiçeğini toplayıp yağ yapıp uluslararası piyasa sunuyorlar.

Peki, tüm bu politikalardan geri dönmüş olur mu mesela?

Kuşkusuz ki zararın neresinden dönülse kardır ama mevcut iktidarın zaten böyle bir dönüş yapma şansı yok. Bu dönüşüm için kamusal planlama ve finans gerekiyor. Çünkü bu en az beş yılı kapsayacak bir süreç. E şimdi dolayısıyla bu dönüşümü yaptığınız zaman bunun maliyetini birilerine yüklemeniz gerekiyor. Ya çiftçiye yükleyeceksiniz ya da devlet üstlenecek; ki o da aynı şey. Devletin üstlenmesi demek dolaylı yoldan aslında gene işçi, emekçiye mal olacak. Çünkü vergileri onlardan topluyorlar şirketlerden vergi alınmıyor ki. Ya da tarımdaki bu kapitalistleşmeyi durdurman gerekiyor.

Dolayısıyla tarımdaki şirket egemenliğine son verip gerçekten kooperatifler, kolektif üretim, agroekolojiye dayanan politikalar geliştirmeleri gerekiyor. Bu da aslında çok ciddi bir sistem değişikliği anlamına geliyor. Ne AKP- MHP iktidarının ne de onların yerine talip olan, altılı diye tarif edilen muhalefet partilerinin buna dair planı var. Bir tek böyle bir programa sahip Türkiye'de, meclisteki gücü itibariyle HDP var. Dolayısıyla bu dönüşümü sağlayacak çok ciddi bir toplumsal muhalefet ve toplumsal dönüşüm gerekiyor.