GÖRÜNTÜLÜ

Kav: Diyarbakır Cezaevi imhaya karşı direniş manifestosu oluşturdu

Siyasetçi Fuat Kav, Mazlum Doğan, Dörtler ve 14 Temmuz Direnişçilerinin yaratmış olduğu direniş manifestosunun bütün zindanlar için geçerli bir manifesto haline geldiğini kaydetti.

Fuat Kav, “Bugün on binlerce tutsağın zindanlarda dimdik ayakta olması, Önderlik hamlesi etrafında kendilerini eylemeye dönüştürmüş olmaları, bu manifestonun yaratmış olduğu ruhtur, zihniyettir” dedi.

Diyarbakır Cezaevi'nde kalan Siyasetçi Fuat Kav, Türk devletinin işkence merkezlerinden Diyarbakır Cezaevi'ni ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişini ANF'ye anlattı. Söyleşimizin ikinci ve son bölümünü yayınlıyoruz.

Fuat Kav, 14 Temmuz direnişçilerinden Mehmet Hayri Durmuş’un, eylemleriyle ilgili mahkemede yaptığı tarihi açıklamayı ve sonrası gelişen direnişi şöyle anlattı: “Normalde eğer zamanında Hayri Durmuş arkadaşa söz hakkı verilmiş olsaydı, açıklama yapmış olsaydı belki bir-iki ay önce başlayacaktı eylem. Ama en son mahkemede Hayri arkadaş kendini dayatıyor, mutlaka konuşması gerektiğini söylüyor. Hayati bir sorun olduğunu söylüyor ve mahkeme heyetinden neredeyse izin almadan kürsüye yürüyor ve orada o tarihi açıklamayı, ölüm orucunun açıklamasını yapıyor. Şunu diyor kısa ve özet olarak: Biz tutsağız, PKK tutsaklarıyız, siyasi tutsağız. PKK gibi bir hareketin merkez komite üyesiyim. Arkadaşlarım da kimileri merkez komite üyesi, kimileri de il komite üyeleri, ilçe komite üyeleridir. Siz bize siyasi tutsak muamelesi yapacağınıza bize zulüm yapıyorsunuz, işkence yapıyorsunuz, öldürüyorsunuz. Mahkemelerde konuşma hakkını bize vermiyorsunuz ama itirafçılara bol miktarda söz hakkı veriyorsunuz. Biz bunu kabul etmiyoruz, reddediyoruz. Şimdiye kadar, bir yere kadar biz kabul ettik bazı şeyleri. Ki burada siyasi savunmayı yapmak amacıyla taviz verdik bazı konularda. Ama geldiğimiz nokta itibarıyla Mazlum Doğan yoldaşımız kendini feda etti. Dörtler kendini yaktı. Bugünden itibaren de ben ölüm orucuna giriyorum, demişti.

Böyle deyince de tabii mahkeme heyeti anlıyor artık. Üçüncü halka geliyor... Yani birincisinde heval Mazlum'un eylemi. İkincisi Ferhat Kurtay ve arkadaşlarının eylemi. Üçüncüsü de Hayri Durmuşların eylemi.
Cezaevindeki uygulamalar alt üst edilebilirdi. Faşist rejimin uygulamaları bertaraf edilebilirdi, tasfiye edilebilirdi. Teslimiyet ve ihanet politikası boşa çıkarılabilirdi. Mahkeme heyeti bunun farkına varmıştı yani. O da şunu demişti. Hayri, bu eylemden vazgeç. Yani Hayri arkadaşı yumuşatan, eylemden vazgeçirmek isteyen bir üslupla. Hayri arkadaş ise, 'kabul etmiyoruz, şimdi de bize verdiğiniz sözlerin hiçbirini yerine getirmediniz. Hepsinin altında da yalan vardı, oyun vardı, komplo vardı. Ben ölüm orucuna başlıyorum' dedi.

ÖLÜM ORUCU SIRASINDA DA BÜYÜK BİR İŞKENCE VARDI

Ve zaten ardından Ali Çiçek arkadaş, Kemal Pir arkadaş ve diğer birkaç arkadaş eyleme başlamış oldu. Ölüm orucu eylemi de böyle, bu amaçla başladı. Amacı şuydu: Siyasi savunmalar üzerindeki bütün baskılar kaldırılacak. Cezaevinde bulunan tutsaklara işkence yapılmayacak. İnsanlar itirafçılığa zorlanmayacak. Bir siyasi tutsağın asgari yaşam koşulları neyse bizimki de öyle olmalı. Yani ziyaretçilerle görüşme ortamının oluşturulması gerekiyor. Avukatlarla görüşme imkanımız ortaya çıksın. Okuma, gazete, kitap okuma ihtiyaçlarımız karşılasın. Bu temelde oluşan talep listesi sunulmuş oluyordu. Zaten hem sözlü olarak hem de daha sonraki süreçlerde onu Esat Oktay'la ve diğerleriyle konuşurken bu böylece ifade edilmiş oluyordu.

Ölüm orucu başlayınca cezaevinde bazı arkadaşlar da ölüm orucuna başladılar. Akif Yılmaz arkadaş da zaten cezaevinde başlamış oldu. Sonuçta ölüm orucu bir-iki kişiyle sınırlı kalmadı. Birinci eylem halkasında Mazlum arkadaş bir kişiyle, ki zaten eylemin amacı oydu. İkinci eylem halkası olan Ferhat Kurtay onların eylemi, dört kişiyle başladı, hedef yine hedef o idi. Üçüncü eylem diyebileceğimiz halka da geniş bir yelpazeyi oluşturuyordu. Yani ne kadar insan katılabilirse katılabilir. Bu konuda dar anlamda bir yaklaşım söz konusu değildi. Ne kadar geniş insan katılırsa o kadar anlam ifade eder. Zaman içerisinde 50-60'ı buldu. Ölüm orucu bitene kadar o kadar sayıyı aştı yani. Çünkü insanlar bazı şeyleri duydukça yine de girmeye başlıyorlardı. Eylem uzadıkça yeni yeni arkadaşlar katılıyorlardı. Fakat bu katılan arkadaşlar 36. Koğuş'a götürülmüşlerdi. Dar bir yerde, hücre bölümlerinde her bir arkadaşı bir hücreye konmuşlardı. O açıdan aslında orada da büyük bir işkence vardı. Yani ölüm orucu sırasında da büyük bir işkence vardı.

Ben daha sonraki süreçlerde, açlık grevlerine, ölüm orucuna girenlerin hikâyesini okumuştum; hem Türkiye'de hem İngiltere'de. Ölüm orucunun belli bir aşamasından sonra bunları hastaneye kaldırıyorlar. Hastaneye kaldırıp, ona bir de bakıcı veriyorlar. İşte ailelerinden geliyorlar, bakıyorlar. Temizliklerini yapıyorlar, sularını veriyorlar, günde bir-iki sefer bezle bedenlerini temizliyorlar. Şehit olana kadar bu böyle sürüyor. Fakat Diyarbakır Cezaevi'nde orada bize uygulanan öyle değil. Hücreye atılıyorsun. Atıldığın hücreye şuurunu kaybedene kadar, yani ölüm orucundaki olan arkadaşlar, bizler şuurumuzu kaybedene kadar hep o hücrenin içerisinde, farelerin içerisinde, bitlerin içinde, kir ve pasın içinde kaldık. Su yoktu.

İşkencenin başka boyutu da şuydu. Gruplar halinde gardiyanlar gelirdi, kalabalık yapar, şarkı, türkü söylerlerdi. Bizi rahatsız etmek için neşeyle birbirlerine küfür ederlerdi. Ancak ona rağmen ölüm orucu sürdü.

Kemal Pir arkadaş mesela 57. günde şehit düştü. Yani çok kısa bir zamandır aslında. Normalde 60'lardan sonra insanlar yavaş yavaş aslında ölebiliyor ama su olmadığı için o pislik içerisinde, o bitlerin içerisinde, farelerin içerisinde… O kadar derin bir yaşam. 50. günlerde, 52. günlerde hastaneye kaldırılıyorlar, anında da hastanede zaten şehit düşüyorlar. Sonra Hayri Arkadaş 64. günde hastaneye kaldırılıyor; o da şehit düşüyor. 65. günde Akif arkadaş, 66. günde de Ali arkadaş şehadete ulaşıyor. Bunların hepsi hastanelerde oluyor.

'DİRENİŞİN GÜCÜNÜ GÖRDÜLER'

Bu ölüm orucunun ciddi olduğunu, kararlı olduğunu, ölüm orucunda olan diğerler arkadaşların ölme ihtimallerinin çok yüksek olduğunu bilen Kemal Yamak ve işte o kurmay heyeti, anlaşmanın olması gerektiğini söylüyor. O arada Esat Oktay gönderilmişti. Arkadaşların şehadetleriyle birlikte Esat Oktay'ın tayinini oradan kaldırdılar yani. Çünkü taleplerden birisi işkenceydi ve benzeriydi. Esat Oktay'ı göndererek bu bağlamda bir yaklaşım gösterdiklerini söylüyorlardı.

Tabii anlaşma şöyle oldu. Bir, siyasi savunma yapılacak. İki, tutsaklara işkence yapılmayacak. Üç, normal, asgari, insani yaşam koşulları oluşturulacaktı. Fakat daha sonraki süreçte sadece ölüm orucuna girip de şehit olmayan arkadaşlara işkence yapılmadı. Fakat işkence türü, biçimi belki eskisi gibi değildi ama koğuşlarda hayata geçiliyordu tekrar. Çünkü çığlık, ağlama sesleri bize kadar geliyordu. Biz tecrit edilmiştik tekrar. Ölüm orucuna girip ölmeyen arkadaşlar aynı yerdeydiler. 36. koğuş dediğimiz bir hücredeydik. Fakat dışarıda işkence ve benzeri sesler bize geliyordu yani.

'DEVRİM NİTELİĞİNDE EYLEM SÜRECİ OLDU'

Vahşet sürecinin tamamen bitmeyeceğini anlayınca 1983 yılının 1 Eylül'ünde yeni bir ölüm orucu süreci başlatmış olduk. 27 gün süren bir ölüm orucuydu. Bu 30 gün sürdü. Bu işkencelerin tamamen son bulmadığını anlayınca yine mahkemelere çıkan arkadaşlar siyasi savunmaların kısıtlandığını anlayınca yeni bir eylem kararı ortaya çıktı. Bu da 1 Eylül'de, 27 gün süren bir ölüm orucuydu. Fakat bu ölüm orucu tamamen bir devrime, bir isyana dönüştü. Bir önceki ölüm orucuna sınırlı insanlar katılmışlardı. Diyelim ki 40-50 kişi ve benzeri tek tek arada bir falan. Fakat bu ölüm orucu eyleminde ise bütün koğuşlar… Nerede bir koğuş varsa ve nerede bir tutsak varsa hepsi koğuşta isyan ediyorlar. Yani kapıyı kapatıyorlar, gardiyanlar içeri giremiyorlar. 'Yaşasın ölüm' sloganı atıyorlar. Ardından işte bazı ispiyoncuları var o koğuşlarda, onlar kaçıyorlar zaten. Ve eylem böylelikle yapılan bir isyan ve isyanın yaratması konusunda bir devrimle son bulmuştu aslında. Bütün kurallar o zaman ortadan kaldırıldı. Şiddet, işkenceler ortadan kaldırıldı.

'HEDEFİMİZ SADECE CEZAEVLERİ DEĞİLDİ, PKK'Yİ YAŞATMAKTI'

Daha sonraki süreçlerde tekrar devam etti. Bu ayrı bir olay ama sonuçta Diyarbakır Cezaevi'nde devrim niteliğinde bir eylem süreci oldu. Sonuçta Diyarbakır Cezaevi aynı zamanda PKK'nin tarihini de oluşturuyor. PKK denildiği zaman sadece bir gerilla mücadelesi, sadece bir ideolojik mücadele, politik mücadele akla gelmiyor. Aynı zamanda Diyarbakır Cezaevi süreci de PKK'nin olmazsa olmaz tarihlerden birisi oluyor bu konuda. Çünkü 12 Eylül Darbesi olduğu zaman Hareket geri çekilmişti. Yani PKK geri çekilmişti. Orta Doğu'ya yönelmişti. Mücadelenin esas yükünü taşıyan cezaevleriydi yani. O açıdan hem bu bağlamda hem de cezaevinde PKK'nin en önde olan kadrolarının orada şehit olması, bu anlamda tarihi daha da anlamlı kılıyor.

Fakat şu da var tabii; vurgulamaya ihtiyaç var. Hem Mazlum Doğan arkadaşın eylemi, hem Dörtler'in eylemi hem de 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eylemi ve bu eylemlerde şehit düşen arkadaşların esas eylem hedefleri sadece cezaevindeki uygulamaları ortadan kaldırmak değildi. Hedefleri büyüktü aslında; PKK'yi yaşatmaktı. PKK'yi zindanlarda yaşatmaktı. Zindanlarda yaşatılan PKK'nin doğal olarak büyümesi, gelişmesi ve mücadelenin daha bir üst aşamaya taşınması anlamına geliyordu. Özellikle Başkan Apo zaten böyle algılamıştı eylemleri. Mesela Mazlum Doğan arkadaşın eyleminden hemen sonra arkadaşları topluyor. Biz ne yapabiliriz, diyor. Mazlum Doğan'ın eylemi bize bir mesajdır, diyor. Biz bu mesajı nasıl algılayalım ve nasıl hayata geçirelim? Yine Dörtler'in eylemi… Hayri Durmuş, Kemal Pir arkadaşların şehadetinden sonra da diyor ki, 'Bu arkadaşların şehadetleri aynı zamanda bizim için bir çağrıdır' diyor. Ülkeye dönüş çağrısını ifade ediyor, dedi. Ülkeye dönüş çağrısı ise eğer, o zaman bir an önce örgütlenmemizi yapalım, tartışmalarımızı bitirelim ve ülkeye dönüş yapalım. İşte birinci konferans, ikinci kongre o dönemde, '81-82 yıllar arasında Beyrut'ta gerçekleştiriliyor. Orada zaten ülkeye dönüş kararları alınıyor. Ülkeye dönüş kararlarıyla bağlantılı olarak cezaevlerindeki eylem ve etkinlikler de bu kararları çok daha pekiştiriyor.

Demek ki Diyarbakır Zindan Direnişi ya da Mazlum Doğan arkadaşın, Dörtler'in ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu'nda şehit düşen arkadaşların şahsında aynı zamanda Önderliğe, PKK'ye, kadrolarına bir çağrı oluyor aslında. 'Biz buradayız. Düşmanın bizi esir aldığı zindanlardayız ama direniyoruz. Mücadeleyi sürdürüyoruz. Kavga ediyoruz. Teslimiyete, ihanete yer yoktur. O zaman hareketimiz de ülkeye dönüş yaparak mücadeleyi daha bir üst düzeyde sürdürmeli' diyorlar aslında. Bu anlamda Diyarbakır Cezaevindeki eylemler değerlendirilirken böyle dar anlamda, 'işkenceler ortadan kaldırırsın, sadece savunma hakkı bize verilsin' değildir. Böyle geniş kapsamlı, çok stratejik hedefi olan eylemler silsilesi olarak alıp değerlenmek daha doğru olur."

'CEZAEVİ BİR DİRENİŞ MANİFESTOSUNU OLUŞTURDU'

Kav, Diyarbakır Cezaevi'nin bir direniş manifestosunu da oluşturduğunu belirterek, şöyle devam etti:

"Kim ki zindana girerse -daha sonraki yıllar açısından ben söylüyorum-, bu manifestoya uygun olarak hareket edecektir. İşte Mazlum arkadaşın, Dörtler'in ve Kemal arkadaşların yaratmış olduğu direniş manifestosu bütün zindanlar için geçerli bir manifesto haline gelmiştir.

Bugün zindanlarda eğer bir direniş varsa, bu direnişte kavga çok derinse, teslim olunmuyorsa, TC'ye karşı kıran kırana bir mücadele sürüyorsa bunun esas perspektif,i demin anlatmaya çalıştığım cezaevindeki direniş perspektifinden geliyor. Oluşturan manifestodan geliyor yani. Bir manifesto oluşturursun, o manifesto yüz yıl da geçse, yüz yıl sonraki insanlar o manifestoya uygun olarak yaşarlar, düşünürler, konuşurlar, direnirler. Bu nedenle bugün on binlerce tutsağın zindanlarda dimdik ayakta olması, Önderlik hamlesi etrafında kendilerini eylemeye dönüştürmüş olmaları, bu manifestonun yaratmış olduğu ruhtur, zihniyettir.

Bu açıdan hamle de önemlidir. Yani artık mevcut durumda cezaevindeki arkadaşlar da dar yaklaşmıyorlar kendi eylemlerine. Koşullar biraz daha iyileşsin, sosyal imkânlar ortaya çıksın, değişik değişik olanaklar sunulsun amacıyla girilen eylemler değildir. Tamamen mücadeleyi besleyen, gerillayı bu anlamda besleyen eylem manifestosudur. Son bir yıldır Başkan Apo'nun özgürlüğü için başlatılan hamleye esas olarak cezaevleri öncülük yaptı. Yani Avrupa'daki dostların çağrısı oldu. Basın açıklamalarıyla böyle bir süreci başlattılar. Ama hemen bu süreçle birlikte on binlerce tutsak, Başkan Apo'nun fiziki özgürlüğü için eylem ve etkinliklerde bulundular.

En önemli eylemler ise açlık grevleri oldu. Bu açlık grevlerine bağlı olarak dışarıdaki aileler harekete geçtiler. Hâlâ sürdürülen bu açlık grevleri ve nöbet eylemleri hem cezaevindeki manifestonun ne kadar anlamlı, derin ve büyük olduğunu gösteriyor hem de Başkan Apo'nun etrafında kenetlenen bir halk gerçekliği, bir ulus gerçekliği olduğunu da göstermiş oluyor.
Bir diğer nokta tabii önemlidir. Yani zindanlar dedim ya, aslında direniş de bir silsiledir. Hep aynı mücadele türleri sürmez yani. 1982 yılında Mazlum arkadaşın fedai eylemiyle kendisini gösterdi. Daha sonra işte Dörter'in eylemi özellikle bunu takip etti. Ölüm oruçları gelişti. Zaman içerisinde eylem türleri de değişiyor."

'BAŞKAN APO EYLEM TÜRLERİNİ GELİŞTİRDİ, BÜYÜTTÜ'

İmralı direnişine dikkat çeken Fuat Kav, şunları da ifade etti:

"Mesela Başkan Apo'nun eylemi, direnişinin o direnişleri, 82-12 Eylül dönemindeki direnişleri çok çok aşan bir direniş olduğunun burada altını çizmek gerekiyor. Başka Apo şunu söylemişti. Demişti ki, ben de Hayri Durmuş Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Ferhat arkadaşlar gibi yapabilirim. Onların eylemleri kutsaldı ama o koşullar içerisinde bir anlam ifade ediyordu. O koşullar içerisinde bu tür eylemlere ihtiyaç vardı. PKK'nin diriltilmesi, PKK'nin tasfiye edilmemesi, 12 Eylül cuntasına karşı mücadele tarzı öyleydi. Ama benim yürüteceğim eylem biçimi ise çok daha farklı olacak. Çok daha değişik olacak. Benimki ne olacak? Benimki devleti belli bir çizgiye getirme tarzında bir direniş olacaktır. Yani Kürt sorununun çözümü konusunda kendimi ortaya koyarak, kendi şahsımda Kürt sorununun çözümünü getirebilirim. Zaten öyle de oldu. İşte o barış süreçleri, o uzlaşma süreçleri, yine Erdoğan hükümetiyle değişik türlerde yapılan uzlaşmalar, yapılan anlaşmalar, görüşmeler… Bunların hepsi Başkan'ın İmralı cezaevinde yapmış olduğu eylem biçimleridir. Ama en önemlisi de; paradigma da bir eylemdir aslında. Önderlik paradigması bir grubun, bir partinin de eylemi değil aslında. Evrenselleşen bir önderliğin ortaya koymuş olduğu dünya devriminin paradigmasıdır. O açıdan eski klasik devrim türleri, önderlik türleri, klasik parti türleri yerine yepyeni bir manifesto, yepyeni bir paradigma ve yepyeni bir sistem oluşturma noktasında orada büyük direndi. Yani bu savunmalar, yine bu paradigmanın özellikle izah edilmesi, kamuoyuna sunulması, kendi yapısını ikna etmesi, onu yazılı hale getirmesi, sistematize etmesi basit, sıradan bir olay değildir yani. Büyük direnerek ortaya konulmuştur bu.

Eğer Önder Apo direnmemiş olsaydı, ısrarla direnişini sürdürmemiş olsaydı, devletin o yapısıyla yapmış olduğu görüşmeler noktasında kendini bir önder olarak ortaya koymamış olsaydı, bugün ne bir manifesto olmuş olacaktı ne de mücadele bugünkü boyuta ulaşmış olacaktı. Bu nedenle orada fiziki işkence olmaması İmralı Cezaevinde işkencenin olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersi orada büyük bir manevi işkence var. Çünkü Başkan Apo bir devrimin önderidir. Bir halkın önderidir. O nedenle atmış olduğu her adımı ulus adına atıyor, halk adına atıyor. Şimdi ise aslında halklar adına konuşuyor. Manifestosunu tüm halklar adına ifade etti. Bütün dünyadaki devrim türlerinin artık değişmesine ihtiyaç olduğunu söyledi.

'BEKLEMEKLE HİÇBİR ŞEY ALINMAZ; DEVRİMCİ PERSPEKTİFLE, DİRENİŞLE ALINIR'

Mesela kadına ilişki yapmış olduğu analizler, değerlendirmeler, tezler; dünya devrim tarihine eklenmiş yeni yeni teorik açılımlardır. Bu nedenle İmralı denildiği zaman Diyarbakır Cezaevi ile eşitleştirmek zaten çok fazla gerekli değildir, anlamlı değildir. Ama İmralı denildiği zaman bir Halklar Önderi'nin orada olduğunu ve 25 yıl boyunca tek başına, tek hücrede direndiğini çok iyi biliyoruz ve bunu anlamamız gerekiyor. Başkan şunu diyor. Burada bir ulus direniyor, burada bir halk direniyor. Yani bize göre şimdi artık halklar direniyor, artık uluslar direniyor. Yani demokratik uluslar direniyor. Nasıl direniyor? Önder Apo'nun şahsında direniyor. Bu nedenle İmralı'yı iyi anlamak, doğru kavramak, İmralı'da Başkan Apo'nun direnişini daha bilimsel bir biçimde ele almak, değerlendirmek çok daha önemli oluyor.

Önemli bir noktayı daha vurgulamak isterim. Hamle, Önder Apo'nun fiziki olarak özgür olması gerektiğini ifade ediyor. Şimdi bu konuda da ikna olmak gerekiyor. Yani ikna olmayan varsa ikna olmaları gerekiyor. Niye ikna olmaları gerekiyor? Çünkü mücadele edersen Başkan Apo fiziki olarak özgür olur. Mücadele edilmeden, tutum geliştirmeden, tavır geliştirmeden, ona göre eylem, etkinliklerde bulunulmadan Başkan Apo'nun tahliyesini beklemek, özgürlüğünü beklemek gaflettir. Öyle bir şey yok. Bugünkü koşullarda Türkiye devleti sana bir lokma ekmek vermez yani. Direniş göstermeden, tavır almadan sana bir karış toprak vermez. Bu nedenle her şey mücadeleyle. Her şey devrimci zorla. Her şey devrimci bir perspektif ekseninde ancak mücadele edersen alabilirsin. Yoksa almak mümkün değildir."