Teslim bayrağı mı beyaz tülbent mi?

Türkiye halklarının önünde iki yol var; ya bu rezil “teslim barışına” boyun eğecek ya da “iktidarını koruma karşılığında” teslim olmaya çoktan razı olan bu rejimi tasfiye edip, “onurlu bir barışın” yolunu açacak.

Özetle bir “reform grubu” var. Son toplantısını Aralık 2015’te yapmıştı.

3 netameli yılın sonunda yeniden toplandı. Nazar boncuğu gibi, şu an içinde bocalanan krizin başlıca sorumlusu dört bakan basının karşısına “kaka bardakları” gibi dizildi: Dışişleri, Adalet, makamını yazmasak da olur, damat ve bir de Soylu.

Bunlar “yeniden AB’ye üyelik” yolunda “reform” yapacaklarını açıkladılar.

Hem de “adaletten, özgürlükten” söz ettiler.

İdamı yeniden getirmekten söz edip, savaşı daha da tırmandırdıktan, Cumartesi Annelerine “paçoz” diyerek alanları annelere kapattıktan, elde avuçta kalmış son bir iki DBP belediyesinin eşbaşkanını tutuklayıp, kayyım atadıktan sonra ve tam bu sırada “reform” lafı, artık kara mizah olmaktan da çıktı, pespaye bir “çabalamanın” ifadesi oldu.

Gerçi şu sıralarda Avrupa Birliği ülkelerinde de “kıpırdanmalar” var. Macron’un ABD’ye, onun küresel sistemi silkeleyen adımlarına karşı, “Türkiye ve Rusya ille ittifaktan” söz etmesi, İngiltere ve Almanya’nın Türkiye’ye “göz kırpması” Erdoğan rejimini heyecanlandırmışa benziyor. Damat İngiltere’ye, Kayınpeder Berlin’e gitmek üzere valizlerini hazırlamaya başladı bile.

Medyada “Türkiye yeniden AB’ye mi yüzünü döndü” türünden yazıların şu sıralarda haddi hesabı yok.

Ne oluyor? “Reis” AB’ye “ayar” mı verdi, yoksa ona mı “ayar” veriliyor, Erdoğan savaştan zaferle mi çıktı, yoksa “teslim bayrağını” kim onun iktidarına dokunmayacaksa onun önünde çekmeye mi çabalıyor? Hangisi?

Vaktiyle, bizim çocukluğumuzda “kamçılı topaç” vardı. Elindeki kamçıyı topaca şaklatıyorsun, topaç fırıl fırıl dönüyor. Türk devleti “kamçılı topaca” döndü. Havuz medyasına bakarsanız “dünya bir topaç, kamçı Erdoğan’ın elinde”. Bu manzara karikatür bile olamaz.

Kırbaç küresellerin elinde ve Erdoğan’ın Türkiyesi Kürt halkına karşı savaşın sonunda topaca döndü.

Trump kırbacı şaklattıkça, Erdoğan’ın topaca nakşedilmiş suratı kah Rusya’ya, kah Çin’e, Kah Katar’a, kah AB’ye bir görünüp bir kayboluyor. Dolar fırlıyor. Ekonomi hızla iflasa gidiyor ve topaçla birlikte Erdoğan’ın suratı renkten renge giriyor.

Bu arada kırbaç yalnız Trump’un elinde değil. Putin de topacı fır döndürüyor. Türkiye’ye İdlib’le ilgili kaş çatmaya başladı. İran devrede. Esad fena halde bastırıyor. Erdoğan’ın dizleri titriyor. Yüz bin DAİŞ’çi katiller sürüsünün orta yerine atılacak ilk bombayla birlikte bu sürü kapağı Türkiye’ye atacak. Çoğunluğu Kafkasya’dan, Rusya’dan, Çin’den, Afganistan’dan kopmuş İdlib'te sıkışmış bu katiller sürüsünün Türkiye’yi öngörülemez bir kaosa sürükleyeceği çok açık.

Ve topaç giderek artan bir hızla dönüyor. Sürtünmeden dolayı alev alıp, tutuşması artık an meselesi.

İşte sıralarda AB “reformları”ndan söz edilmesi, bu çaresiz dönüşün yine çaresiz sonucu.

Reform meform yok, Üçüncü Dünya Savaşında mağlubiyet ve kriz var.

AKP’nin “Bayrağı”, savaşın başlangıcında “ılımlı yeşil cihad bayrağıydı”. ÖSO yetmeyince DAİŞ'in "kara bayrağına" dönüştü. Sonrası malum: Rengi Kürdistan güneşinin yakıcı sıcağında yavaş yavaş soldu, silikleşti ve şimdi “beyaz çarşaf renginde” “teslim bayrağına” dönüştü.

Erdoğan "teslim olsam mı, olmasam mı?" ikileminde değil. "Beni kim teslim alacak?" sorusuyla bocalamakta.

AKP küresel güçler karşısında teslim bayrağını çoktan çekmiş olsa da, bu Küresel güçler kendi aralarında kimin Türkiye’yi teslim alacağı kavgasında bir sonuca varmış değiller.

Türkiye’yi ABD mi, AB mi, Rusya mı teslim alacak?... Bu aşamanın sorusu bu. AKP tabanı serseme çevrilmiş, Erdoğan’ın dünyayı teslim aldığını sanmakta.

İşte şimdi yaşanan ve nice insanın akıl sır erdiremediği bir oraya bir buraya savruluşun altında yatan gerçek budur. Hatta Erdoğan kendi iradesiyle “savrulmuyor”. Erdoğan’ı oradan oraya savuranlar Küresel güçler. Merkel bir koluna yapışmış çekiştiriyor, Öteki kolunu Putin neredeyse kopartacak, Trump gırtlağına yapışmış. Erdoğan’ı hepsi kendinden yana teslim almak için çekiştirip duruyor.

Şu “yedi düvelle boğuşuyoruz” palavralarına boş vermeliyiz, çünkü Ankara yedi düvelle çarpışmıyor. Takatten düşmüştür. Yedi düvel Ankara’yı “kim teslim alacak” kavgasını kendi arasında yapıyor. ABD Erdoğan’ın ensesine şaplak atıyor, Merkel yanağını okşuyor, Putin bir kaş çatıp, bir göz kırpıyor. Faşist rejimin bütün yaptığı ve yapacağı, onu kim teslim alırsa alsın iktidarını korumak ve Kürt halkına, onun devrimine verebildiği kadar zarar vermekten ibaret

Aklı yetmeyenler bu zavallı durumu “Erdoğan’ın pragmatizmiyle” açıklıyorlar, ama pragmatizmin de bir haddi hududu var. Bir devlet, dış politikasında pragmatik davranabilir. Bir ittifaktan diğerine sıçrayabilir. Ama bu sıçramalar “doğrusaldır.” Batıdaysan Doğu’ya, Doğu’daysan Batı’ya, Kuzeydeysen Güneye filan gidebilirsin. Ama hiçbir devlet, eğer Türk devleti gibi savaşta mağlup olup, iradesini kaybetmediyse, yörüngesi olmayan kör bir gezegen gibi, dünyanın bütün yönlerine doğru böylesine kısa süreler ve hatta aynı anlar içinde savrulup gitmez. Gidiyorsa, bilin ki, artık kendisi gitmiyor. Onu götürüyorlar.

O nedenle Türk dış politikasındaki gelişmeleri ciddiye almanın hiçbir anlamı kalmadı. Dört bakanın "reform" resmini matrak olsun diye duvarınıza asabilirsiniz.

Gözlerimizi Ankara’ya değil, Ankara hakkında karar alacak olan Washington’a, Berlin’e, Londra’ya ve Paris’e çevirmeliyiz. Sonunda bu başkentlerden biri ağır basacak ve Türkiye de işte “bu ağır basanların dünyasındaki yerini alacak.”

Eski Alman Dışişleri Bakanı Fisher geçtiğimiz gün boşuna “Türkiye Avrupa’nın hasta adamı" demiyor.

Erdoğan’ın “Kasımpaşalılığının” cılkı çoktan çıkmıştır.

Yarın 1 Eylül. Dünya barış günü.

Türkiye halklarının önünde iki yol var; ya bu rezil “teslim barışına” boyun eğecek ya da “iktidarını koruma karşılığında” teslim olmaya çoktan razı olan bu rejimi tasfiye edip, “onurlu bir barışın” yolunu açacak.

İlk adım 1 Eylül’de yapılacak olan HDP mitinglerinde ve Galatasaray’da, AKP’nin “kirli Ak- teslim bayrağına” karşı, annelerin “tertemiz beyaz tülbentleriyle” “onurlu barış” bayrağını yükseltmek.

Her ne pahasına olursa olsun miting alanlarına ve Galatasaray'a akalım.

Ve bu karanlık günlerde, bir kere daha şu gerçeği hatırlayalım: Türkiye ve Ortadoğu “Öcalansızlığın” acısını çekiyor; o zindanda olsa bile konuştuğu günlerde Türkiye için barış, çözüm, refah umudu vardı.

Şimdi Türkiye ve Ortadoğu onun tecrit altına alındığı 2015 yılından beri krizlerin, savaşların, savaşta mağlup olmanın ve faşist diktanın çok ağır sorunlarıyla yüzyüze.

Öcalan’a özgürlük, Türkiye ve Ortadoğu halklarına barış, esenlik, özgürlük ve refah!..