“PKK’ye neden katıldın, diye soruyorlar. Ben de onlara soruyorum; 7 yaşındaki bir çocuk, kış ortasında insanın yüreğini tir tir titreten incecik tişörtüyle eteğinize yapışıp ekmek parası isteseydi siz ne yapardınız? Böylesine adaletsiz bir sistem karşısında ben PKK’ye katıldım, siz ne yapıyorsunuz?” Bu sorgulamalarla yola çıkmıştı Hatice Kaya; ya da PKK’deki adıyla Nûjiyan İsyan.
Hayatın bir yol olduğu söyleniyor. Eğer öyleyse varılmak istenen yer neresidir ya da yol nereye gidiyor? En az bir kere hepimiz yol boyunca sormuşuzdur bu soruyu kendimize. En çok da hayaller ve gerçekler arasındaki makas açıldığında, çelişkilerimiz yoğunlaştığında, çıkmaza girdiğimizde çoğaltmışızdır bu soruları. Nasıl yaşamalı, neye göre, kimin için, ne için yaşamalı? Nûjiyan bu soruları kendisine sormaya başladığında bir tekstil atölyesinin rutubetli, ağır havasını soluyordu. Gençti, enerjikti, yaşam doluydu. Ailesine destek olması gerekiyordu. Çünkü Kürt olmak gençliğini tekstil makinelerinin arasında tüketmek anlamına geliyordu sömürgeciliğin dayattığı göç gerçekliğiyle tanışan her Kürt için. Böylesi anlarda yolun uzun ve istenilen yere varmanın ise imkansız olduğu duygusu gelip Nûjiyan’ın yüreğine yerleşiyordu.
Doktor, mühendis olmak için koşuşturan gençlere baktığında aralarında hiçbir farkın olmadığını ise hemen seziyordu. Neticede gençlik bir yarış atına dönüştürülmüş oradan oraya koşturuluyordu. Yaşamı üzerinde hiçbir iradesi olmayan bir gençlik yaratılmıştı. Düşünmeyen, tartışmayan, çelişkilerini, isyanlarını doğru kanalize edemediği için mafyalaşan, uyuşturucu, alkol ve fuhuş batağına saplanan bir gençlik vardı. Nûjiyan, zeki ve duygusal bir gençti. Düşünüyor, hissediyordu. Düşündüklerini, hissettiklerini eyleme geçirecek kadar da cesur ve atılgandı. Bunlar onun temel karakteri olarak kişiliğine de yansıyordu. Ve korkmadan soruyordu; ‘Bu yol nereye gidiyor?’
GERÇEĞİ ANLIYORDU ARTIK
Yol hakkındaki ilk sorularını cevaplayanlar başta Kurdistan coğrafyası olmak üzere Türkiye’yi örümcek ağı gibi saran cemaatlerdi. Bu cemaatlerin önü o dönemde AKP iktidarı tarafından sonuna kadar açılmış, sistemin insan yüreğinde açtığı gedikler dini istismar üzerinden kapatılmaya çalışılıyordu. “Kindar ve dindar” gençlik söylemleri ilk kez Nûjiyan’ın kulağına çalındığında henüz on beşlerindeydi. 1990’lı yıllarda Hizbul-kontra yapılanmasıyla başarılmak istenen, bu kez cemaatler ve DAİŞ örgütlenmeleriyle başarılmak isteniyordu. Okullar, atölyeler, dershaneler, hastaneler hizmet sektörünün tamamı bu cemaatlerin insafına bırakılmıştı. Henüz gençliğinin baharında olan körpecik gençlerin boynuna “cennetin anahtarı” diye idam urganları geçiriliyordu. Genç beyinler karga misali eşeleniyor, çağın en korkunç savaşında yem olarak kullanılıyorlardı. Böylesi bir ortamda kimliğini tanımlamaya çalışan, yolunu bulmaya çalışan Nûjiyan ‘Hak yolu’nu esas almıştı.
Nûjiyan kendisinden çalınan gençliğinin farkındaydı bu yüzden umutları tükenmiş, tam da bu nedenle başka bir yol olmadığına kendisini inandırarak “ilahi gücün” adaletine sığınmıştı. Yani kısacası “Allah’a havale etmişti.” Yanından birer ikişer arkadaşları eksilmeye başlayınca din adı altında nasıl bir oyunun tezgahlandığını henüz yeni fark ediyordu. TC’nin faşist şefi Erdoğan meydanlarda, düştü, düşecek diye inliyor, Kobanê din örtüsü altında saklanmış karanlık güruhların kuşatması altındaydı. Nûjiyan ilk kez din denen olgu üzerinde derin derin düşünmeye, dini çözümleme arayışlarına girdi. Gerçek İslam nedir, sorusunu sordu kendisine.
Nûjiyan gerçek İslam ile kendilerine inandırılmaya çalışılan siyasal İslam arasındaki farkı işte tam o zamanlarda anladı. Kobanê ‘Allah, Allah’ nidaları altında kuşatmaya alındığında, faşist Erdoğan bir oy için meydanlarda Kûr’an sallandığında Nûjıyan için yeni bir süreç başladı artık. Bu Nûjiyan için ilk adımın, ilk çıkışın, ilk eylemin, yeniden doğuşun zemini oldu. Gerçek bir dindarın zulme asla tahammül gösteremeyeceğini evvelden biliyordu. Zulüm karşısında susanların en az zulüm yapanlar kadar günahkar olduğunu biliyordu. Ailesinden gelen dindarlık damarının nasıl kirli oyunlara alet edildiğini, sırf din üzerinden ailesinin kandırılmasının Kurdistan’ın yüz yıllık kaderi olduğunu bilince çıkarıyordu yavaş yavaş. Ve gerçek kopuşu o muhteşem devrimin şafağında gerçekleşti.
ROJAVA DEVRİMİ KADINLARA VERİLEN EN BÜYÜK HEDİYEDİR
Rojava Kadın Devrimi’nin ayak seslerinde yüreğindeki heyecanların yeniden yükseldiğine tanık oldu. Umutları gün gibi aydınlanıyordu. Işık saçıyordu gözleri. Çünkü kendi gerçekliğine en yakın olduğu o anlardaydı. Rojava Kadın Devrimi bunu O’na hediye etmişti. Fakat katılım kararı için henüz erkendi. Daha fazla tanımak, daha fazla bilgi sahibi olmak istiyordu. Etraftan duydukları üzerinden değil de kendi tanıklıkları çerçevesinde bilinçlenmek istiyordu. İçinde büyüdüğü yurtseverlikten uzak aile koşulları, dini dogmalar, özel savaşın kara propagandaları tüm bunlar Nûjiyan’ın kafasını karıştırıyordu. Gerçek bilgiye ulaşmak, kendi gerçek özüyle buluşmak için can atsa da adımlarını yavaş yavaş atıyordu. Eğer PKK’ye katılım kararı verecekse bunu hemen yapmamalıydı, iyice tanımalı ve öyle atmalıydı adımlarını.
Bu yüzden gençlik hareketleriyle ilişkiye geçti. Sömürgeleştirilmiş ülkesinin insanlarıyla buluşmaya başladı. Önce mitinglere sonra sokak eylemlerine katıldı. “İşte şimdi yaşamaya başladım” diyordu. Çünkü o arkadaşların yanında kendisiydi, kendi diliyle konuştuğu için suçlanmıyor, annesinin taktığı beyaz tülbentten onur duyuyordu artık. Etrafında O’nu şivesinden, elindeki nasırlardan dolayı küçük görecek kimse kalmamıştı. Bunlar O’nun insanlarıydı. Ama hala yeterli değildi Nûjiyan için. Çünkü o hiçbir zaman kolay cevaplarla tatmin olan biri olmamıştı. Güçlü olanın söz söyleme hakkını ele geçirdiği bir dünyada yaşamak istemiyordu. Sınıf çelişkilerine, sömürge gerçeğine şimdi kadın olmak gerçeği ekleniyordu. Fiziki olsa bile gücün kadın erkek arasında derin ayrımcılıklar yaratmasına katlanamıyordu. Tüm bu sorular, çelişkilerle boğuşurken o günlerde bulduğu “Savunmalar” Nûjiyan için gerçek bir yol gösterici oldu.
“Önderliği okuduğumda aradığımı bulmuştum” diyordu bir konuşmasında. “Bu güce tutunabilir ve buradan yeni bir yaşam yaratabilirim, bunun için de savaşmam lazım, dedim” diye de ekliyordu aynı konuşmada. Fakat Kurdistan’daki sömürgecilik gerçeği öylesine yakıcıydı ki Nûjiyan’ı da kendi ateşine çekiyordu. Yanmadan olmazdı, bu ateşle bütünleşmeden olmazdı. Şimdi sırada iki seçenek vardı. Ya birey olarak kazanımlarıyla sınırlı kalacaktı, ya da eyleme geçip bireyciliğin tüm dayatmalarını yerle bir edecekti. Şöyle demişti sonraları; “Bireycilik insanda korku yaratır ama insan ne zaman toplumsallaşırsa, toplumsal amaçlar uğruna savaşırsa o zaman hiçbir şey onu korkutamaz ve her şeyi göze alabilir. Bireycilik insanda kaybetme korkusu yaratır, toplumsallık insanda başarma tutkusu yaratır.”
PKK HESAP SORMAK İÇİN VAR
Belki o zamanlar bu kadar bilincinde değildi sonradan söylediği bu sözlerin. Fakat O’nu harekete geçiren toplumsal sorumlulukları olmuştu. Ne zaman bir yerlerde yardıma muhtaç birine tanık olsa en derinlerinde yoksulluğunu hisseder ve yardıma koşan ilk kişi olurdu. Böylesi bir kişiliğin üzerine inşa etmişti Apocu felsefeyi. Bundan olsa gerek ilk kez Kürt gerçekliğiyle tanıştığında; “Toplumumla tanıştığımda kendimden utandım” demişti. Geç kalmamıştı ama yine de geç kalma duygusunu derinlerinde taşıyordu. “Daha erken tanımalıydım PKK’yi” derken aslında bir gerçeğe işaret ediyordu. PKK’yi tanımak, kendini tanımaktı, Kürtlüğünü, kadınlığını, insanlığını tanımaktı. Cizre bodrumları bu anlamda tanıklığının en yalın hali oluyordu. Henüz tanıştığı arkadaşları 2016 yılında Cizre’de yakılırken, Sur’da katledilirken Nûjiyan da katılım kararı alıyordu. Tanımak için geç kaldığını düşündüğü, yabancılaştığı gerçekliğini bulmak için dağlara çıkıyordu.
“Avaşin’de doğdum” diye başlıyordu eylem öncesi verdiği röportajında. Ehmed Rubar Devrimci Hamlesi’nin sömürgeci TC ve işgal ordusunu yerle bir eden eylemine YJA Star’lı Nûjiyan öncülük ediyordu. “Xakûrkê ise benim büyüdüğüm yerdir” diye de devam ediyordu. Doğuş, varoluş ve varış evrelerini Apocu bir bilinçle yaşamsallaştırmıştı. Doğuşunu gerçekleştirdiği Avaşîn’den Xakurkê’ye olan yolculuğunda bir Amazon kadını misali savaşçı kılmıştı kendisini. Çünkü O artık bu yolun nereye gideceğinin oldukça bilincindeydi. Yol ‘Varoluş’a varıyordu. Bu felsefeyi öylesine derinden yaşıyordu ki yine aynı eylemden önce arkadaşlarına şunları söylemişti; “Öleceğim diye devrime katılmamak çok anlamsızdır. Zaten yaşam mutlaka ölümle sonuçlanacaktır. Ölümün de şekli vardır. Eğer ülken, halkın özgür değilken sıradan bir şekilde ölürsen o zaman gerçekten ölmüş olursun. Ama eğer ölümün onları özgürleştirmek uğruna gerçekleşiyorsa o zaman sen sonsuza kadar yaşamış oluyorsun. Er ya da geç insan ölüyorsa neden onursuzca olsun ki bu ölüm, ben onurlu bir ölümü seçerek sonsuza dek yaşamanın yolunu bulmuş oldum.”
Xakûrkê’de gerçekleşen her eylemde mutlaka dayatarak da olsa yer almayı bilen Nûjiyan, yaşama kattığı coşku ve moralle herkesin vazgeçilmeziydi. Etkilendiği PKK yoldaşlık gerçeğini kendisinde somutlaştırarak şimdi kendisi etkileyici bir yoldaştı artık. Halaylarda başı çeker, türküler O’nun dilinde isyan çığlığına dönerdi. Şarkı söylemeyi çok seviyordu, özgürlüğe sevdalı, her anı serhildan olan saçlarını savurarak başlardı türkülerine. Yoldaşlarının hayran bakışları altında bir türküden bir türküye, bir kilamdan diğerine avazlarıyla yaşamın moral ve ruh gücüydü. En büyük hayaliydi Xakûrkê’nin zirvelerinde at koşturmak. Dörtnala dağ zirvelerinde at koşturan savaşçı Kürt kadınlarının tüm özellikleriyle buluşması savaş alanlarında olmuştu. Eylemci, cesur, yaratıcı ve girişkendi. Bu savaşta yaşam var, diyordu. Yaşamak için, özgürleşmek için savaşmak gerekiyordu. Köle kadından nefret ediyordu Nûjiyan. Bu yüzden kadın kölelik tarihini açığa çıkarmada büyük bir emek sahibiydi.
KENDİSİNİ TANIDIKÇA DOĞAYA DAHA DA YAKINLAŞTI
Kadınlar üzerine yazılmış en küçük bilgiler bile dikkatini çekiyor, peşine düşüyor, kadın özgürlüğü konusu fazlasıyla ilgisini çekiyordu. Ve insanı çokça düşündüren şu sözleriyle ifade ediyordu ulaştığı düzeyi: “Köle kadın olmak istemiyorum. Kadının kölelik tarihi açığa çıktıkça savaşma istemim büyüyor. Savaşmayı seviyorum.” Böylesine sade, böylesine özlü bir düzeyi PKK içinde geçirdiği bir kaç yılda kazanmıştı. Kişiliği oldukça olgunlaşan Nûjiyan sadece ata binmeyi hayal etmemişti. Aynı zamanda Kurdistan’ın her yanının ağaçlandırılmasını da hayal ediyordu. Mevsim başlangıçlarını çok severdi. Özellikle de sonbahar ve ilkbahar başlangıçları Nûjiyan için bambaşka anlamlarla yüklüydü. Çünkü ikisinde de yaşamın sırrına ilişkin hakikatlerin saklı olduğuna inanıyordu. Bir doğa filozofu misali doğayı gözlemliyor, doğayla bağları kopartılan insanların ne kadar acımasız olabileceğine dair bilmelerini çoğaltıyordu.
Kurdistan doğasının yakılıp yıkılması, ağaçlarının kesilmesi, ormanlarının yakılması Nûjiyan’da büyük bir öfkeye neden oluyordu. Kurdistan doğasına yaklaşımla insanına yaklaşım arasında hiçbir farkın olmadığına gözlerinin hatta ruhunun tanıklığında görüyordu. Israrla ağaç dikmesi bu yüzdendi, tüm zorluklarına rağmen arazi timlerinde kalmak için dayatması bu yüzdendi. Kadın olarak kendisini tanıdıkça doğaya daha da yakınlaşmıştı. Ve en sonunda kopmaz bağlarla doğaya bağlanmıştı. Doğayı korursan o da seni korur inancı çok derindi Nûjiyan’da. Doğaya, insana, evrene büyük bir saygı duyar, her şeyin ruhu olduğuna inanır ve karşılarında saygı ile eğilirdi.
Böylesine güzel, böylesine kadim bilgeliklerle dolu bir Mêrdîn kadınıydı Nûjiyan. Doğduğu coğrafyanın tüm kadim bilgilerini dağlara taşımış, dağ bilgeliğiyle buluşturarak hafızasında, ruhunda ve yaşamında yeniden canlandırmıştı. Ve tekrar doğaya dönerken bir an olsun öldüğünü düşünmemişti. Çünkü O sadece başarılı bir YJA Star eylemcisi değil aynı zamanda tüm zamanları aşmayı bilen bir bilgeydi. Şimdi sadece anısı değil, ruhu şekillendiriyor yaşamı çünkü o bu gerçeğe sonuna kadar sadık kaldı, bu yüzden de gerçek kıldı kendisini Nûjiyan İsyan…