Ahmet Tulgar'ın okurla buluşan son kitabı "Trajik Nüans", özellikle 60 ve 70 yılların Türkiyesi’nde sıradan insanların hayatlarını anlatıyor. Seven, sevilen, aldatan, aldatılan, cesur, korkak, düşler kuran ya da intihar eden, insanın her halini, gündelik hayatın dertleri ve sevinçleri ile okura sunuyor. Yazarın derdi; insanı anlamak ve anlatmak.
Ahmet Tulgar, oldukça çalışkan ve yetenekli bir yazar. Çok sayıda gazete ve dergide çalıştı, televizyon programları yaptı. Makalelerini topladığı kitapların yanı sıra öykü kitapları Evsiz Ülke, Birbirimize, Duygusal Anatomi ile romanları Volkan’ın Romanı, Çocuklar ve Canavarlar’ı edebiyatseverlerle buluşturdu.
Yeni bir öykü kitabına hazırlanan yazar, İshak Karakaş ile birlikte “Halkın Nabzı” adında haftalık yerel gazete de çıkartıyor.
Tulgar, gazete bürosunda Trajik Nüans’tan siyasete sorularımıza yanıt verdi.
Trajik Nüans'ın tüm kahramanları sıradan insanlar. Fonda ise 60-70'li yıllar. Bu karakterler nerede, nasıl oluştu?
60-70'li yıllar; çocukluk yıllarım. Hikayelerde, çocukluğumdan hatırladığım insanlar da var. Biraz gözlemci bir çocuktum. Hatta ilk romanım olan "Volkan'ın Romanı"nda Volkan bekardır, evli arkadaşları pişirdikleri yemeği Volkan'a da getirir. Örneğin; kabak tatlısı. Volkan, bekarlığının yüzüne vurulduğunu düşünerek tatlıları ezerek çöpe atar. Küçük çocukken çok mutlu çocuktum ama çok çabuk içlenirdim, kırılırdım. Alıngan fakat mutlu bir çocuktum. Aileler bir araya geldiğinde, bir şeye kırılır, kendimi koltuk ile duvarın arasına sıkıştırır, oradan tüm konuşmaları dinler, gözlemlerdim. Kabak tatlısı verirlerdi, iştahlı bir çocuk olmamam rağmen tabakta ezer, yemezdim. Hep gözlemlerim. Sıklıkla bir kafede tek başıma otururum, mutlaka ve mutlaka çevremdeki insanlara hayat hikayeleri yazarım. Sokakta insanlara baktığımda çok fazla mutluluk saptayamıyorum, daha çok acı ve trajedi var. İnsanların sırları, gizemleri ne acaba? Neyin acısını çekiyorlar. Önceki akşam evin yanındaki kafeye girdim. Süslü ve sarışın bir kadın sevgilisi ile kafedeydi. Kadın servis elemanı ile konuşuyor ve inanılmaz derecede yüksek sesle kahkaha atıyor. Çok mutlu görünüyor. Ama ben o kahkahanın arkasında gizli olan şeyi merak ediyorum. Çocukken yılbaşlarını özellikle gözlemlerdim. Edebiyat zaten böyle bir şey. Hikayenin kurgusunun içine girdiğinde zaman o kişiyi gerçekten tanıyor muyum yoksa tasarladım mı, bir önemi kalmıyor. Ancak gözlem olmadan olmuyor. Ayrıca insan hayatlarını çok merak ediyorum.
Hepsi sıradan insanlar. Günlük hayatının dertleri ile meşguller. Sınıfsal olarak da büyük bir kısmı orta sınıf alışkanlıkları olan insanlar.
Ben de tam bir orta sınıf ortamında büyüdüm. Eğitime önem verilen, çok da büyük zenginlikleri olmayan ortamlardı. Yazın yazlığa değil de 15 gün Marmara Adası'na gidilirdi. Ama gazetecilik nedeniyle çok farklı ortamlara da gittim. Bundan önceki kitabım olan "Duygusal Anatomi"de dört-beş hikayede dağdakilerden bahsediyorum. Oysa hiç gitmedim dağa.
Hiç dağa gitmeden nasıl yazdın o zaman?
Nasıl yaşadıkları üzerine kuruyorum. Tasarlayabiliyorum. Oradaki hayatı seslerine kadar tasarlayabiliyorum. Otun fısıltısını da, silah sesini de, kuş sesini de. Onlar nasıl eğlenirler, bunları anlamaya çalışıyorum. İnsanları anlamayı, 'Şunun için şöyle davrandı' demeyi seviyorum. Gazetecilik nedeniyle zenginlerin ortamlarında da oldum, çok yoksul mahallelerde de oldum. Bu insan zenginliğini onlar sağlıyor.
Kitapta herkes iyi. Bu garip değil mi?
Ben öyle düşünüyorum. Çünkü ben diyorum ki; siyaseten düşman olduklarımı edebiyatta affettim. İlk ve ikinci romanımda da kahramanlar polis. Hayat çok kalabalık. O hayatın içinde düşmanlarımız, sevdiğimiz, sevmediğimiz insanlar var. Çünkü onları aslında yüzeysel ve o kalabalığın içinde görüyoruz. Ama edebiyatçı gözüyle baktığımızda fazlalıklar atılıyor ve nedensellikler kuruluyor. Bir kişi korucu olduysa, neden oldu? Açıkçası insanın aslında iyi olmaya meyilli olduğunu düşünüyorum. "Volkan'ın Romanı"nda kahramanlar ağırlıklı olarak polis ve koruculardı. Devrimciler de vardı ancak mağdur olarak. Fazlalıkları attığımız zaman o polis ya da korucu neden polis ya da korucu oldu? İnsan bunları anlayabiliyor. Siyasi mücadele ile edebiyat üretimi elbette farklı. O yüzden de edebiyatın dünyayı daha barışçı bir yer haline getirebileceğine inanıyorum. Siyaset öyle değil. Siyaset nihayetinde bir savaş biçimi.
Edebiyat ile ilgili söylediklerine katılıyorum ama bir itirazım da var. Sonuçta o karakterleri sen yaratıyorsun. Herkes iyidir, diye bir kabulle mi başlıyorsun?
Hayır... "Herkes iyidir" şeklinde değil. Sadece anladığım insanları yazıyorum. "Kopuk Gerdanlık" hikayesindeki o adama nasıl kızabilirim ki! "Erkeklik durumu" diye bir şey var. Ona çocukluğundan beri öyle bir hayat model olarak sunuluyor. Hayatlarını hiçbir zaman değiştiremeyen, mutsuzluklarını zekaları ve zarafetleri ile taşıyan kadınlar var. O kadınlara nasıl kızabilirim ki! Hayat onlara bunu sunmuş. Tabi ki insanların kendi iradesi, bilinci var. Fakat bir kere olmuş ve onu kendisine meşruiyet kazandırmak istiyor. Belki de inanmadığı şeylere inanmak istiyor. İnsan olmak zaten zor bir durum. Herkes insan olmanın zorluğu ile mücadele ediyor. Kitapta "Voleybol" hikayesinde savcı ile tutuklunun camdan bakarken, Tuğçe voleybol oynuyor. Hem göğüs kılları çıkmış, hem de memeleri var. Savcı, "İnsan işte" diyor. Tutuklu da "Zor ama güzel bir durum" cevabını veriyor.
Gazeteciliğin de gözlem yapmana avantaj sunuyor olmalı. Karşına çok çeşitli hikayeler de çıkıyor olmalı. O hikayeleri, yazılabilir kılan ne?
Eğer konuya soğuk kalabiliyorsam -tabi ki çok soğuk kalamam- haber olarak kalıyor zaten. Ama ben de konuya ya da kişilere sıcaklık duymuşsam hikayeye dönüşebiliyor. 2009'da yayınlanan "Birbirimize" hikaye kitabımda "Doktor Hanım" diye bir hikaye var. Olayı yaşadım gerçekten. Kızı intihar eden bir kadın hakimdi. Habere konu olan olayın ardında bir şey olduğunu hissettim. Oradan bir hikaye kurdum. Kimseyi suçlamadım, orada da nefret edemedim. Aslında kızın annesine ve kocasına öfkelenmiştim. Sezinlediklerim beni üzmüştü. Bir Orta Anadolu şehrinde okumuş, münevver bir kadın olmanın nasıl bir sıkışmış olabildiğini anlamaya çalışmıştım. O haberi kısa yazmıştım. Ama yıllar sonra o olay bende hikayeye dönüştü. Ama bu türden haberden aldığım hikayeler çok çok azdım.
Gözlem derken sadece gazeteciliğin sunduğu avantajı kast etmedim. Hayatı gözlemeye başladığında her insanın varlığı bir hikaye haline gelebilir. Buradaki ayırt edicilik nedir?
Derdimi anlatabileceğimi düşünüyorsam yazıyorum. Çünkü o hikayelerle aslında derdimi döküyorum. Derdimi anlatabileceğim, bana da deva olacaksa bunu yazmak, yazıyorum. Çok fazla hikaye tasarlarım. Çalışmadığım zamanlarda genellikle yalnız kalırım evde.
Derdin ne?
O kadar çok ki... Hayattaki derdim... Mesela mutluluk niye sürekli değildir? Dünya niye daha iyi bir yer değil? Niye bunu yapmayı başaramıyoruz? O kadar çok ki. Mesela annem hasta, 88 yaşında. Çok severim, o da beni çok sever. İyi geçinen bir ana-oğul da değiliz ama çok derdimi çekmiştir. Onsuz bir dünya nasıl olacak, onu düşünürüm. Siyaseti çok düşünüyorum. Niye bu kadar acımasız bu ülke burası? Niye hep bizi mutsuz etti devlet? Neden kendimizi burada güvensiz hissediyoruz? Avusturya'ya, Almanya'ya gidiyorum ancak çok güvende hissediyorum kendimi.
Niye geri dönüyorsun?
Çok garip... Geri dönüyorum çünkü bir kere buraya çok emek verdiğimi düşünüyorum. İkincisi; çok sevdiğim insanlar var burada. Kalanlara da hakaret olarak söylemiyorum; hep onlarda hep bir tamamlanmamışlık hali var. Biz burada kalanlar daha olgunuz. Bir toprak sadece yaşanan bir yer değil, bizi yoğuran şey aynı zamanda. Birdenbire yeni bir yerde yoğrulmak zor olmalı.
Edebiyatta ne yapmak istedin ve ne kadarını yapabildin?
Gözümün yukarıda olduğu tek yer edebiyat. Bu konuda başarılı olduğumu düşünüyorum. Çünkü samimiyim, gerçeğim. Hiçbir zaman, tek bir gün bile "İnsanların okuyacağı şeyler yazayım" diye düşünmedim. Ne istiyorsam ve kalıcı olduğuna inanıyorsam, onu yazarım. Son derece samimi, son derece dürüst ve son derece cesur. Normalde çok cesur bir insan değilim. Ayrıca gerçek cesaretin, cesur olmayan insanlar tarafından inşa edilen cesaret olduğuna inanıyorum. Cesaretini inşa etmeli insan. Siyasette, gazetecilik de hiç yukarılarda gözüm olmadı. Milliyet gazetesinde çalışırken, Doğan ailesinin fertleri beni Milliyet'in geleceği olarak görüyorlardı. Öylesi bir dönemde, bir yazımı sansür ettikleri için Milliyet'ten ayrıldım. O günlerde Cezayir sokağının ismi Fransız Sokağı olarak değiştirilmişti. Benim de sıkça gittiğim bir yerdi. Sokağın girişine de x-ray cihazı koymuşlardı. Bir gün kendimi aratmadığım için tartaklamışlardı. Susurlukçulara yakın bir adam oranın güvenliğini yapıyormuş. Bununla ilgili yazılar yazıyordum. Son yazı konulmayınca, ayrıldım. Akşam gazetesinde çok yüksek maaşla çalışıyordum, haftada beş gün köşe yazıyordum. Cezaevleri ile ilgili bir yazımı sansür ettiler. İstifa ettim. Gazetecilikle gözüm yükseklerde olmadı. Edebiyatta ise gözüm yukarılarda. Hırslı değil de kararlıyım, iddialıyım.
Siyasete dair tek soru soracağım. Çıkış yolu olarak ne görüyorsun?
Çok kısa vadede bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyorum. Neden böyle düşündüğümü de bu kitabımda "Oyundan Sonra" adlı hikayede anlatıyorum. Tam toplum olamamış bir yerdi burası ve şimdi çok daha fazla kutuplaştı. Ama bir kısım insan -örneğin ulusalcılar- bu kadar devletten kopuk olmaya alışkın değiller. Onlar daha güçlü bir biçimde bu yaşam biçimine entegre olacak. Kemal Kılıçdaroğlu ya da CHP'nin bugünkü tavrı sadece politik seçenek değil. Tabanı da çok fazla devletten kopuk olmaya alışık değil. Devlet baba ile yaşamaya alışkın oldukları için bugün kendileri çok yalnız ve çok mutsuz hissedecekler. Dış faktörler çok önemli. Aslında iç faktörünün dışta yaptıkları ve yapacaklarını kastediyorum. Kürt hareketi ve Kürt özgürleşmesi çok etkili olacak. Türkiye solunun, demokratlarının, daha kitlesel biçimde Kürtlerin mücadelesini anlamak, duygudaşlık kurmak, HDP ya da daha geniş projeler ile bir araya gelmek gibi bir sorumluluğu var. Diğer tarafından insanların, siyasetçilerin yapabileceklerinin sınırları var. Bir şekilde bir sınıra geleceğini düşünüyorum. O durdukları noktada bir şeyler değişecek. Hiç ummadığımız bir anda tekrar çözüm masası da kurulabilir. Çünkü Türkiye içte ve dışta çok sıkışmış durumda. Ekonomide de öyle. Burada kimin inisiyatif alacağı önemli. Çok kısa vedada bir şeylerin değişeceğini düşünmüyorum ama bir çıkış gerekiyor. Çünkü bu kadar fazla mutsuzluğu, bu kadar çok acıyı hiçbir ülke kaldıramaz. Birçok insan artık bir ülkesi kalmadığını düşünüyor. 7 Haziran ya da çözüm süreci öyle ya da böyle yaşandı. Bunların anıları, etkileri bu toplumda kaldı.
Bugünlerde neler yapıyorsun?
Edebi olarak bir roman projem vardı. Ancak "Duygusal Anatomi"nin ardından "Trajik Nüans" geldi. Seneye üçüncü bir öykü kitabı yazacağım. Üçleme gibi olacak. Sonra da bir roman projem var. İlk defa kitabımı ithaf ettim; İshak Karakaş'a. Çünkü çok yoğun bir üretimimiz ve iletişimimiz var. Aramızda çok güçlü bir güven tesis etmişiz, bunu fark ediyorum. Arkadaşlığın eskiden beri hep önemli olduğunu düşünürüm. Kitabı yazdığım günlerde işe geç ve yorgun geliyordu. İshak bunları hiç sorun etmedi. Özetle bu kitaptan çok memnunum. İnsanlar, "Duygusal Anatomi" için "Olgunluk dönemi kitaplarını yazıyorsun" dediler. Şimdi bu değerlendirmenin üstüne "Trajik Nüans" için "Çok iyi" demeleri hoşuma gidiyor.