“Anam Gevher ile üç erkek ve bir kız kardeşim ve bunların çocuklarından mürekkep 15 nüfustan ibaret efradı ailem iş ve güçleriyle meşguller iken 938 yılı Ağustos ayında bir yüzbaşı kumandasında köye gelen 60 atlıdan ibaret bir müfreze asker, 40 erkek ve 60 kadın ve 70 çocuktan ibaret köy halkını elleri, kollarını bağlayarak makineli tüfek ateşiyle öldürmüşler ve cesetlerini de buğday saplarıyla yakmışlardır.”
Hozat Ağzunikli Haydar Kang, TBMM Başkanlığı’na gönderdiği 26.9.1949 tarihli dilekçesinde Dersim katliamının ardından böyle sesleniyordu. Bu feryat devlet erkanı tarafından duyulmasa da bazı açıklamalar doğruluyordu yaşananları. 1953’te Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut raporunda, Dersim’le ilgili “Harp hükümleri cariydi…” demesi gibi.
Araştırmacı yazar Nevzat Onaran 1920 ile 1940 arasında yaşanan Koçgiri, Dersim, Trakya, Pontus ve Sasun katliamlarını anlattığı “Devletin Dahili Harbi” adlı kitabında Cumhuriyet’in Osmanlı ile olan kesintisiz bağını ortaya koyuyor. Mülksüzleştirilen ve toprakla bağı koparılan Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Yahudiler “Türk ve Sünni” kimliği altında ya sürülüyor ya da katlediliyordu. Onaran, devlet arşivlerine hala girilemediğini vurgulasa da birçok arşiv belgesi, katliamlara ışık tutuyor. Onaran, Nuri Yamut’un raporunda Haydar Kang’ın bu feryadına devletin “yalan” diyemediğinin altını çizmesi gibi...
Araştırmacı yazar Nevzat Onaran ile “Devletin Dahili Harbi” kitabını konuştuk.
Bundan bir önceki kitabınız olan “Türk Nüfus Mühendisliği”nde yine Rumlar, Kürtler ve Ermeniler üzerinden bir araştırmanız vardı. Siz de belirtiyorsunuz ki bir tarihçi değilsiniz ama uzun yıllara dayanan bir arşiv taramanız var. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Özellikle sizin de bazı evraklar konusunda değindiğiniz noktalar üzerinde düşünürsek ve Türkiye’de politik olarak bakış açısının değişmediğini göz önünde bulundurursak, arşiv taramasının koşulları neler?
Bugün internet üzeri Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerinde araştırma yapmak mümkündür; “Devletin belgeleri açıktır” resmi söylemi şehir efsanesi. Arşiv belgelerinde temizlik yapıldığı İttihat ve Terakki’den beri gündemde. İttihat ve Terakki’nin basılı tek sayfa evrakının olmaması tesadüf mü? Elbette değil. 1908-1918’in iktidar partisi İttihat ve Terakki’yi araştıranlar, onun parti arşivinden bilgilenemiyor. Çünkü devletin elinde İttihat ve Terakki’nin kaydı-kuydu yok. Peki ne oldu belgelere? Temizlendiğine dair fikir birliği var. Bugün devletin tüm kurumlarının evraklarını incelemek de mümkün değil. Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarıyla Emniyet Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nin kapsamı dışında. Bu da kurumların Cumhuriyet Arşivi kapsamında olmaması, ilgili evraklarını inceleme imkanının olmadığı anlamına gelir.
Cumhuriyet Arşivi’nde Dersim’le ilgili Başbakanlığın gizli olmayan ve “Gizliliği Kaldırıldı” kaşesinin, basılan evrakın inceleniyor duruma gelmesine de “Başbakanlık’ın tüm arşivi açıktır” denilemez. Osmanlı ve Cumhuriyet arşivleri dışında Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi ya da kısaca ATASE Arşivi’ne değil internetten girmek, kapısına gitmen bile şüphelidir, istenen koşullar nedeniyle. ATASE’nin sitesine girip baktığınızda 1922 sonrası evrakların katalog kaydının yapılmadığını göreceksiniz. Neden? 100 yıllık belgeler hala kasada kilitli. Bu mu şeffaflık? 1921 Koçgiri, 1921-1922 Pontos, 1930 Ağrı, 1937-1938 Dersim’le ilgili Genelkurmay evrakını niye inceleyemiyoruz? Neden çekiniliyor?
“Devletin Dahili Harbi” adlı kitabınızda 1920’ler ile 40 arasındaki bir dönemi ele alıyorsunuz. Burada ele aldığınız Koçgiri, Dersim, Pontus, Trakya, Sasun’un inşa sürecinde bu bölgelerin ‘arındırılması’, Türkiye Cumhuriyet’i kuruluşu bakımından nasıl ortak bir özellik taşıyor?
Türk milli devletinin temellendirildiği yıllar, 1910’lardır; 1920’ler de inşasının tamamlandığı yıllardır. Her iki süreç de kanlı. 1910’lardan 1940’lara bütün olarak analiz ettiğimizde Türk milli devletinin iki kurucu ögesi var; milleten Türk ve dinen Sünni İslam’dır. 1910’ardan itibaren Türk ve Sünni İslam olmayanların demografik yapıdan tasfiyesinde Anadolu, kırımlar yurdudur. Devletin planlı harekatıyla 1915’te Ermenilerin ve 1921 Nisan-Mayıs’ta Koçgirili Kürt Alevi-Kızılbaşların, 1921-1922’de Pontos’ta (Karadeniz’de) Rumların, 1937-1938’de Sasun’da Kürtlerle kırda yaşayan 200-300 Ermeni’nin ve 1938’de Dersim’de Kürt/Zaza, Alevi-Kızılbaşların can ve mal güvenliğini imha eden fiiller, Soykırım Sözleşmesinin 2’nci maddesi kapsamındaydı. Her ne kadar resmen “isyan vardı” dense de çalışmamda netleştirdim ki, isyan söylemi askeri harekatın bahanesiydi. Vardığım sonuç, harekat planlaması ve kapsamı itibarıyla harptı, ama iki cephesi yoktu. Devletin hedef unsura karşı askeriyesini seferber ettiği; tek cepheli, dahili harbiydi.
Kitapta “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kesinti yok devamlılık var” diyorsunuz. Bu devamlılığı oluşturan unsurların sizce en keskin olanları nelerdir?
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devamlılığın iki temel unsuru var. Birincisi, Osmanlı’nın son yıllarında temellendirilen Türk milli devletinin ideolojik-siyasi programı. İkincisi de, politik ve bürokratik kadrosu. Hatta İzmir işgalden kurtarılmadan ve Lozan’da görüşmelere başlamadan önce 1922’nin Kasım ayı başında TBMM’de Türkiye’nin Osmanlı’nın devamı ve mirasçısı olduğu kararlaştırıldı. 1910’ların İttihatçıları, 1920’lerin Kemalistleridir. Dersim özelinde hazırlanan Osmanlı’da 18 ve Cumhuriyet’te 15 rapor dikkate alındığında, zihniyet bütünlüğünü görmek mümkün. Eşkıyalık ve asayiş vesaire sorunlar sıralanırsa da çakışan en temel bakış, Dersim’in Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaş kimliğidir. Bu, Türk milli devleti nazarında risktir. Çünkü devletin resmi kimliği, Türk Sünni İslam’dır. Osmanlı’da da millet-i hakime Türk ve Sünni İslam’dı.
Örneğin Sasun’da dikkat çektiğiniz bir nokta var; Ermenilerin kırda da olsa yaşama haklarının kısıtlanması, 1930’da, yani 1915’te Ermeni Soykırımı’ndan yaklaşık 15 yıl sonra alınmış bir karar. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'nın “soykırımını” kabul etmezken yeni cumhuriyetin bu kararı, devamlılığın ve soykırımın kanıtı mıdır?
İttihat ve Terakki, 1908 sonrasında Türk, Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt, Bulgar ve Arap mebusların oluşturduğu Meclis’in denetiminde Osmanlı’nın çoğulcu yapısına uygun sistemi kuramadı. Kurmaya niyetli miydi? Tereddütsüz evet demek zor. Aslında ideolojik-siyasi tutumuyla çoğulcu sistemi kurmaya yönelik istekli girişimi olmayan İttihat ve Terakki’nin Ermeni Devrimci Federasyonu’yla, yani Taşnaklarla Ermeni meselesi müzakeresi de sonuçsuz kaldı. İttihat ve Terakki tarihinde iktidara darbeyle tamamen hakim olduğu 1913 Ocak önemliydi. Bundan sonra İttihat ve Terakki, programını ve icrasını Türk milli devleti hedefinde netleştirdi. Birinci Paylaşım Savaşı’nda Ermeni soykırımı böylesi hedefe yürüyüşün ilk kanlı icrasıdır.
1920’ye gelindiğinde Anadolu’da Ermeniler temizlenmiş ve sonrasında TBMM hükümetinin hakim olduğu sahada Rumları kovalamıştı. Böylece 1914-1923 itibarıyla Anadolu Hristiyanlardan temizlendi.
Bu arada şunu hatırlatırım ki, 1920’lerde Türk milli devleti nazariyesinde risk unsuru, gayri Türk İslam milletlerinden; yani Türk Kurtuluş Savaşı’nın müttefik milleti Kürtlerdi. Aslında Koçgiri’deki imha, Kürt meselesinde ne yapılacağının ilk resmi icrasıdır. O günlerden bugüne imha ve asimilasyon harekatına devam edile geldi. 1930’larda kararnameyle, halen kırda tek tük kalan Ermenilerin yaşaması yasaklandı. Bunun gereği Sasun ve Dersim’de, kırda varlığı tespit edilen Ermenilerin toprağıyla ilişkisi koparıldı, sürüldü. Bu, elbette toprak sahibi Ermeni’nin yaşam hakkına müdahaledir. 1915’te Ermeni’nin millet olarak hayat damarının kesilmesine rağmen kararnameye göre, 1930’larda tek tük de olsa toprağında kök salması risktir. Düşmanlık bu boyuttadır!
“Pontus Meselesi”, 1927’de ele alınan raporda, 25 bin kişilik bir ordu ile Amerikan ve İngiliz desteğiyle gerçekleştirdiği bilgileri yer alıyor. Sizin ulaştıklarınız neydi bu rapor dışında?
Osmanlı yıkıldığında Anadolu’nun her milleti, Türkler gibi Pontos (Karadeniz) Rumları da arayış derdindeydi. Birinci Paylaşım Savaşı’nın verdiği güvensizlik ortamında her şeye rağmen bir ara Karadeniz’de Türk-Rum Federasyon fikri gündeme gelse de derinleşemedi ve umut 1920 başında söndü. Yerelde Türk-İslam ve Pontos silahlı çetelerinin vuruşması vardı. Hatta Mustafa Kemal’in Samsun’a müfettiş olarak gönderilmesinin resmi gerekçesi, Türk-İslam çetelerinin Rumlara saldırısıdır. Anadolu Rumları kovalandı-sürüldü ve Karadeniz Rumları için de Merkez Ordusu görevlendirildi.
12 Ocak 1921’de Merkez Ordusu Komutanı Nurettin, yayımladığı genelgesinde ilgili komutanlıklara, Karadeniz Rumlarının sürüleceğini, gençlerinin askere alınacağını ve askerde silah verilmeden Amele Taburlarında yol vs. işlerde çalıştırılacağını bildirdi. Komutan Nurettin, altı ay sonra Karadeniz’e ayak bastı ve genelgenin gereğini yaptı: Rumlar kovalandı/sürüldü, can ve mal güvenliği imha edildi. Gerek raporlarda gerekse TBMM zaptında, önce 4 bin olan Rum çetelerin 25 bine çıktığı iddia edilir ama 10 bin neferlik Merkez Ordusu ve birkaç binlik Topal Osman çetesinin, Rumların can ve mal güvenliğini nasıl imha ettiği açıklanmaz!
Hatırlatırım ki, Ocak 1922’de bir kanunla 45-50 asker öldüren Katil İlyas Çetesi de Rumları vurması karşılığında affedildi. Karadeniz’den 30 Ocak 1923’te imzalanan Türkiye-Yunanistan Mübadele Antlaşması gereği giden 20 bin Rum’dur. Peki, Osmanlı’nın 1914 nüfus sayımına göre Karadeniz’de 400 bin Rum varken geriye kalan 380 bin Rum’a ne oldu?
Trakya’daki durumun Anadolu’dakinden farklı yönleri var. Şiddetin sahneye çıkmamış olması gibi ya da devletin diliyle “isyan etmemiş” olmaları işi kolaylaştırıyor. Fakat Dersim’de, Koçgiri’de durum böyle değil. Öte yandan politik olarak Müslüman ya da Gayri Müslim ayrımı Osmanlı’da daha net varken, bu yıllar arasında bu tür bir ayrım var mı?
Hristiyan Ermeni ve Rum milletler, Anadolu’dan ve ardından Trakya’dan temizlenirken, nüfusu az olan ve görünür olmayan Yahudiler de kitlesel olarak 1934’te hedefti. Zaten Osmanlı 1914 nüfus verisine göre, Yahudilerin toplamı yaklaşık 190 bindir. Trakya Yahudileri, 1934 Haziran sonu ve Temmuz’un ilk haftasında Çanakkale, Edirne ve Kırklareli’nde iki-üç haftalık saldırıyla evinden-barkından kovalandı. Diğer vilayetlerdeki gibi saldırı olmadı ama Tekirdağ Yahudileri de “Gitmiyorum” demedi. Trakya’da can derdine düşen Yahudiler, malını-mülkünü bırakıp İstanbul’a kaçmaya başladı. Trakya Yahudileri, Koçgiri’de, Pontos’ta, Sasun’da ve Dersim’de olduğu gibi devletin dahili harp icrasıyla değil, evine-dükkanına saldırının ve yağmanın ardından yola düştü. İlk planda 13 bin Yahudi’den 3 bini kaçtı ve ardı geldi. Yahudileri kovalamanın eylem planını, İkinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören hazırladı ve icra etti. Müfettiş raporunda Yahudiler, Trakya’dan temizlenmesi gereken milletti. Trakya, öncesinde de Bulgarlardan, Rumlardan ve Ermenilerden temizlenmişti. Yahudilerin de kovalanmasıyla Trakya da Anadolu gibi gayri İslam milletlerden arındırıldı. Sırada İstanbul vardı ve 6-7 Eylül imhasıyla düğmeye basıldı, ardından 1964’te Rumların kovalanmasıyla devam edildi.
Önceki kitabınızdan da hareketle “mülksüzleştirmeyi” hareket noktası olarak ele alıyorsunuz. Bu da İttihat ve Terakki'ye dayanıyor. Mülk kavramını tüm bu nüfus değişiminde devlet nasıl ele alıyor?
1915’te öldürülen Ermeni mebuslardan Krikor Zohrab’ın 1913’te basılan kitabında, Osmanlı iktidar ilişkisinde kendi milleti özelindeki değerlendirmesi çok önemli ve dikkat çekicidir: “Katliamlar arızi hadise değil, iktisadi hadisedir.” 1913-1914’te Ege’yle Marmara Rumlarını kovalamanın ve 1915’te Ermenileri sürmenin bir sonucu demografik yapının değiştirilmesi ve diğeri de bunların mülküne el koymaktır. Anadolu Rumları 1920-1922’de, Trakya Yahudileri 1934’te, İstanbul Hristiyan milletleri ve Yahudiler 1960’larda kitlesel mülksüzleştirildi. 1910’lardan 1960’lara beş kitlesel mülksüzleştirmeden anlıyoruz ki, mülkiyetin Türk’e transferi sürekli ve yapısal politikaydı. Mülkiyetin Türk’e transferi ve tapulama sistemi 1920’lerde çıkarılan kanunlarla oluşturuldu. Bu yapısal politikanın analizine göre Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği, milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesidir.
Haydar Kang’ın dilekçesini incelerken şöyle diyorsunuz: “20 Mart 1953’te Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut itiraf etti… “Harp hükümleri cari” olduğu için çocukları ve aileleri ayırmak imkansızdı…” Bu Dersim’e dair bir itiraf mıdır? Gazete Duvar’daki röportajınızda da “Dersim isyan etti sözü, laf-ı güzaftır” diyorsunuz. Bununla kastınız nedir tam olarak?
Dersim’de üç-dört ilçeyi kapsayan 1 no’lu, 2 no’lu ve 3 no’lu yasak bölgesindeki ahaliye uçaktan atılan bildiride ve yereldeki ilişkiyle gönderilen haberde denildi ki; “Burası yasak bölge, hadi boşaltın…” Dersimliler emre uymadı, dağa-taşa kaçtı, saklandı. Resmen isyan denilen budur. Dersimlilerin çoğunluğu ayağıyla gidip teslim olmadığı için “isyan etti” denildi. Bunun içindir ki resmi rapora göre, Dersim’de 1938’de, Ağustos’la Eylül’deki askeri harekatta ve devamında 13 bin 160 Dersimli ve 122 asker-milis öldü. 13 bin insan taş atsa daha fazla asker-milis ölmez miydi?
Arşivdeki Haydar Kang dosyası, Hozat-Ağzunik özelinde ne yapıldığının veya neler olduğunun bilgisini içeriyor. Haydar Kang’ın TBMM Başkanlığına yazdığı dilekçeden öğreniyoruz ki, askeri birlik 12’si ailesinden olmak üzere 70’i çocuk 170 Ağzunikliyi öldürdü ve yaktı. Dosyadaki Başbakan, Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın evraklarında okuyoruz ki, hiçbiri Haydar Kang’a “yazdığın yalan” diyemedi. Devlet-i ali, Haydar Kang’ın çığlığını duymadı. Hatta Mart 1953’te Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut raporunda, Dersim’le ilgili “Harp hükümleri cariydi…” diye yazdı. Ağzunik’te askeri birlik 170 kişiyi öldürüyor ve buna da harp deniyor. Ağzunik, Dersim’de ne olduğunun mikro vakasıdır; yani Ağzunik’te ne olduysa Dersim’de de o oldu. On binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü. Devlet hedef belirlediği Dersimliye karşı askeri gücünü planladı, seferber etti, kitlesel can ve mal güvenliğini imha etti. İşte devletin dahili harbi buydu!