Ceylan Özgün Özçelik, ilk uzun metraj filmi Kaygı’da ailesini trafik kazasında kaybetmiş, bir TV kanalında belgesel kurgusu yapan Hasret’in hikâyesini anlatıyor. Geçmişe dair gördüğü rüyalar ve sanrılarla kendini kurgulanmış bir hayatın içinde bulan Hasret’in yaşadıkları; kişisel bellekten toplumsal hafızaya doğru uzanan ve iktidarların bu geçmiş üzerinde yaptığı tahribatın da öyküsü aynı zamanda. Kendi kişisel hafızasızlığından yola çıktığını söyleyen Özçelik, sistemin bize nereye kadar unutturabileceğinin cevabını arıyor. Dünya prömiyerini Berlinale’de yapan Kaygı, bu hafta Türkiye’de de gösterime girdi. Ceylan Özgün Özçelik, ANF’nin sorularını yanıtladı.
* Bu röportaj film hakkında sürpriz gelişmeleri içermektedir.
Kaygı’nın hikâyesi nasıl başladı?
En başından beri bir gerilim filmi çekeceğimi biliyordum. Bir kadın olacaktı ve medyada çalışacaktı. Ben de yıllarca medyada çalıştım ve ilk filmlerde genelde bildiğin bir şey anlatmak daha iyidir. Filmde hafızayı anlatma durumu ise sonradan işin içine girdi, diyebilirim. Bu film hafızasızlıkla ilgili olmalı, dedim ama nasıl olmalı? Tamam devlet bize unutturuyor, peki nereye kadar unutabiliriz? Misal 1993’te Sivas’ta yaşanan o katliamı unutabilir miyiz? Öncelikle ben medyada çıkan en eski neyi hatırladığımı sorguladım ve bunun Sivas Katliamı olduğunu fark ettim. Küçük küçük çok net değil ama o simgeleşen görüntüler geldi aklıma. O yüzden de özellikle bu hikâyeyi anlatmak istedim. Hatta katliam sonrasında yaşananları da hatırlıyorum. Sting konseri olmuştu ve hınca hınç dolduğunu anımsıyorum. Katliamdan hemen sonra!
Roboskî’ye de benziyor bir yanıyla, hemen sonrasında sokaklarda yılbaşı kutlamaları olmuştu...
Kesinlikle. Hem de hemen ertesinde!
Hem kişisel hem de toplumsal belleği anlatan bir film Kaygı. Türkiye’de toplumsal bellek senin için ne anlama geliyor ve Kaygı bunun neresinde duruyor?
Benim için şu anda Türkiye’de toplumsal bellek, boşluk demek. Kaygı, bu anlamda hem kendi kişisel hafızasızlığımdan hem de ülke tarihini araştırmaya başladığımda belirginleşen boşluklardan ortaya çıktı. Yani verilere ve tarihe ulaşmak artık eskisi kadar kolay değil. Her yeni gelen iktidarla örneğin okul kitaplarının yeniden dizaynı, medyanın değişmesiyle birlikte yeniden yazılan ve kurgulanan bir geçmiş, tarih oluşmaya başladı. Bu bir yandan da hafızasızlığa neden oluyor. O kadar çok travma yaşıyoruz ki beynimiz artık bunları kaldıramıyor ve depolayamıyor. Şu geçtiğimiz bir-iki güne bile baktığımızda; iki çocuğun uykusunda, ardından 18 yaşında bir kadının da evinde öldürülmesi, tutuklananlar, şunlar bunlar... Bu olanlar birkaç yılda bile yaşanabileceklerden daha fazla. Dolayısıyla unutuyoruz. Belki kendimiz de biraz hazırız unutmaya, çünkü ne kadar tutabiliriz kafamızda, kalbimizde bu kadar travmayı? Bir yerden sonra normalleşme aramaya başlıyorsun. Birazcık normal olmak istiyorsun. Ama ülke sana o fırsatı bir türlü vermiyor ve unutturma dediğimiz çok güçlü bir efekt devreye giriyor. Bunun birtakım araçları var. Kaygı, üzerinden konuşacak olursam bunu daha çok medya ve kentsel dönüşüm olarak görüyoruz filmde. Dönüştürme, yok etme; kültürü, sanatı ve her şeyi ama her şeyi köküne kadar kurutma...
Kaygı’da tek dilli ve tek sesli bir medya anlatıyorsun ki, Türkiye’de mevcut medya farklı bir konumda değil. Medyanın bu hafızasızlıkta rolü nedir tam olarak?
Yaklaşık 14 yıl medyada çalıştım. Haber kanallarında daha çok. Kendim haber yapmadım ama hep oranın içindeydim. Gördüklerimiz gerçekten aklımızın alamayacağı şeylerdi. 2002’de ben girdiğimde böyle değildi medya. Sonra yavaş yavaş bir şeyler değişmeye başladı. En son vardığı noktada inanamıyordum artık, biz buraya nasıl geldik diye! İşini iyi yapan herkesin gönderildiğini ve onların yerine nereden geldikleri belli olmayan, bilmem kimin amcasının oğlu, TV programcılığı ya da gazetecilikle hiçbir alakası olmayan kimselerin getirildiğini gördük. Bu kişiler gelip sana emirler veriyor ama kendisinin de ne dediği hakkında fikri yok. Çünkü onlar da yukarıdan verilen emirleri uyguluyor. Çalıştığım yerlerden bir tanesinde programda bale gösterimi varken yayın kesildi. Meğer bale yasakmış! Ben bunu canlı yayında öğrendim! Canlı yayın sırasında, yayının kesildiğini öğrendim. Ama biz çekmeye devam ettik, konuklara ayıp olmasın diye. Öte yandan çektiğimiz de devlet opera ve balesiydi! Böyle kabus şeyler yaşadık, filmde gördüğümüz ne ki, hiçbir şey değil... Filmde de Hasret’in kurguda başına gelen bu; haberi saklama ki her şey ortada aslında çekilmiş ve bir sürü gerçek görüntü varken bunları kullanmamayı tercih etme durumu var. Bu elbette iktidar eliyle olan bir durum. Bütün kanallara sanki tek bir yerden haber gidiyormuş gibi hepsinin alt bant metinleri aynı. 10 tane kanal açıyoruz ve hepsinde aynı alt bant.
Ya da gazetelerin aynı başlıkla çıkması gibi hatta filmde de var...
Evet ya da gazeteler. Bakıyoruz, hepsi aynı manşetle çıkmış. Bu durum, doğal olarak unutturmaya sebep oluyor, çünkü onların tercih ettiği haberi, yine onların istediği şekilde izliyoruz. Manipüle edilmiş şeyleri görüyoruz. ‘Bu terörist!’ diyorlar. Biz de ona inanmaya başlıyoruz. Birçok insan, apolitik gençlik dediğimiz, lise çağındaki siyasetle çok da ilgilenmeyen kişiler aslında bu olayı Gezi’de fark etti. 1 Haziran’da gittik ve Gezi Parkı’na girdik. Ama bu televizyonlarda ya hiç yoktu ya da olmaya başladığı andan itibaren bizler ‘çapulcu’ olarak kodlanmıştık. O zaman bir uyanış başlamıştı.
Baskı ya da kurgunun bu hali hafızayı da tetikleyen bir şey olmuyor mu? Hasret’in belgeselden haber kurgusuna alınması da onda bir şeyleri uyandırmıştı...
Evet, kesinlikle öyle. Zaten Hasret, belgesel yaparken kendisini güvende zannediyor, doğru bilgi aktardığını düşünüyor ama öyle değil. Öyle olmadığını da haber kurgusuna geçtiğinde anlıyor. Çünkü orada önünde gerçekte ne olduğu var. O görüntüleri kullanamıyor ve kendisine tamamen başka bir şey kullanması söyleniyor. Orada perfore edilen, cımbızlanan birtakım laflar birleştirilip kurgulanıyor haber olarak. Misal çok basit bir şey; insanlar bir örgütlenmeye ihtiyaç duymadan dışarı çıktı bu ülkede, Gezi’de. Ama bu hep ‘sokağa çıktılar, şunlar örgütledi, yaktılar yıktılar’ şeklinde lanse edildi. Mesela Melih Gökçek, Gezi zamanı ‘Bu panoları, fıskiyeleri kıranlar insan olamaz vs.’ tarzında bir tweet atmıştı. Kaçıncı yılı olduğunu hatırlamıyorum ama yine Ankara’da Sivas anmalarının birinde, yürüyüş sırasında yine panolar kırılıyor, çünkü polis saldırıyor. Melih Gökçek o zaman da aynı tweet’i atmış ‘Bu panoları kıranlar insan olmaz’ diye! Kaygı’nın da refere ettiği, 1993 Sivas Katliamı olduğu için bu sözü filme bilerek koydum. Bu gerçekten çok acayipti benim için.
Bu arada Hasret de apolitik bir karakter. Onu yaratırken nasıl bir bakışın vardı?
Evet, özellikle apolitik bir karakter yaptım. Hasret’i politik bir karakter yaptığım noktada film başka bir yere gidebilir diye düşündüm. Çünkü sol görüşlü bir kahramanın slogan atarak, büyük cümleler söyleyerek ya da hayat dersleri vererek bir şeyler yapmaya çalışması gibi bir şey hiç yoktu kafamda. Sıradan bir kadın ama tabii medya içinde çalışan, kendisi de kurgu yapan ve aslında gerçekle oynayan bir karakterin; kurgulanmış bir dünya içinde gerçeğe ulaşması fikri beni cezbetti.
Milan Kundera, “İnsanın iktidara karşı savaşı, hafızanın unutmaya karşı savaşıdır” diyor. Kaygı’nın sonunda Hasret, başlarından geçen katliamı hatırlıyor ama sen daha çok bu hatırlama sürecine odaklanıyorsun. Biraz da Hasret’in buradaki savaşını anlatır mısın?
Bütün bu belleğin ve travma olarak geri gönderdiğimiz her şeyin canlanması ve geri gelmesi ile ilgili kaygıyı filmin ikinci bloğundaki Hasret’in kendisini eve kapatmasında işledim. Belki senin de örneğini verdiğin Milan Kundera’nın, “İnsanın iktidara karşı savaşı, hafızanın unutmaya karşı savaşıdır” sözüyle örtüşüyor burası. Çünkü bizden saklanan bir geçmiş var. Hasret eve kapandığında, “bir dakika gerçek burada, yanı başımızda” diyor. Bizim ittiğimiz ya da toplumsal olarak hafızasızlığımıza neden olmuş her şey aslında dibimizde duruyor. Sadece onları eşeleyip çıkarmamız gerekiyor. İkinci yarıda kurmaya çalıştığım biraz da buydu. Dolayısıyla filmin refere ettiği katliamın dokusunu da eve yerleştirmeye çalıştım. Nedir bunlar? İşte çıtırtılar, duvarların ve ahşabın sıcaklaması ya da o sesler. Mesela iktidarın sesi aslında hep var filmde. TV’den geliyor bu ses ya da yan odadaki kurgu monitöründen. Sürekli o sesleri duyuyorsun. Öte yandan o seslerin tamamı bu dava sürecinde gerçekten ağızdan çıkmış cümleler. Onlar da bir hatırlatma efekti olarak duruyor filmde. Çünkü iktidardakiler de sürekli aynı şeyi tekrarlıyor. 20 yıl önce söylenmiş sözler, bugün Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in bir tweet’i olarak da bize geri dönebiliyor. Ya da o zamanki içişleri bakanının lafı bugün de yine bir içişleri bakanı tarafından söylenebiliyor. Sürekli aynı cümleleri duyuyoruz. Sürekli tekrar eden o tarihin içinde yaşıyoruz bu yüzden.
Bu sanki tarihin tekerrüründen çok, iktidarların yöntemlerinin aynılığını gösteriyor gibi...
Yöntemin aynılığı ama onların eliyle yapılan katliamlar da tarihin tekerrür etmesine neden oluyor. Çünkü hiçbir katliam yok ki iktidarın eliyle yapılmamış olsun. Yok. Bütün bir tarihe baktığımızda sadece film özelinde söylemiyorum, hepsi öyle.
Kaygı, distopik bir Türkiye ya da başka bir Türkiye. Aslında sadece isimler farklı, tam da şimdiki ülke. Atmosferinde ise seyirciyi yabancılaştıran bir yan var; sesler, görüntüler... Bu atmosferi nasıl sağladın?
Ben de şehirde yürürken o etraftaki seslerden çok korkuyordum. Tek başıma yürüyorum ve sürekli her yandan gelen inşaat seslerini duyuyorum ama baktığımda hiçbir şey göremiyorum. O anlar, benim için çok garipti. Her yandan gümbürtüler, çatırtılar geliyor ve o makinelerin sesleri ama ortada inşaat yok! Ya da evlerden gelen TV seslerinde devletimizin büyüklerini duyuyorum... Bu sesler üst üste binince bir hayli korkutucu bir efekt halini alıyor bence. Hasret de sokakta yalnız yürüyor, her yer harabe, her yerde bir inşaat ve sesler duyuluyor. Bunu direkt olarak böyle kurmak istedim.
Bir de misal filmin başında duyduğumuz TweetTürk meselesi var. Kaygı, evet yarı distopik bir film. Burası kapalı bir Türkiye, yurt dışına çıkmak yasak. Bununla ilgili başka sahnelerimiz de vardı ama çıkarttık. Kendine has bir sosyal medyası var, o da başta dediğim TweetTürk. Zaten şimdi de Twitter hesapları kontrol edilmiyor mu, insanlar yazdıkları yüzünden hapse girmiyor mu? Bütün bunlar kafamdaydı ve böyle kapalı bir Türkiye yaratmak istedim; kendi sosyal medyası, TEK TV’si olan...
Kaygı bir 'tür' filmi aynı zamanda. Psikolojik bir gerilim hikayesi. Tür olarak baktığımızda gerilim-korku filmlerinin temelleri de toplumsal düzleme oturur diyebilir miyiz?
Gerilim filmlerini çok kolay yapılabilir ve basit algılanabilirmiş gibi sanıyoruz ama psikolojik ve politik gerilim filmlerine (ki politik gerilim, gücünü gerçekten alıyor) damga vuran yapımlar aslında bizde çok büyük etki uyandırıyor. Kubrick’in Shining’ine ya da Polanski’nin Kiracı’sına baktığımızda, politik olarak hepsinin inanılmaz bir alt metni var. Shining’deki kızılderili kanı ya da yine Polanski’nin filminde, o göçmeni kendilerine benzetmeleri gibi... Bunların hepsi müthiş bir korku efekti yaratıyor. Biz de kendimizi şu an hiç güvende hissetmiyoruz ve sanki her an evimizden alınabilirmişiz gibi; sen, ben, Ayşe Fatma, Hasan hiç fark etmez. Attığımız bir tweet’ten dolayı ya da açtığımız bir pankarttan veya sırf dışarı çıkıp yürüdüğümüz için ve hatta sadece biz olduğumuz için! Dolayısıyla bu bir paranoya hissiymiş gibi geliyor ama aslında değil. Ben bu yüzden filmi tam da buna yönelik kurmaya çalıştım. Paranoya-gerçek, gerçek-paranoya arasında ‘git-gel’lerde, bende aradaki şey koptu filmi yazarken. Başta sanrısal sahneler kuruyordum kafamda ama sonra dedim ki ‘bir dakika ben bunları sanrısal yazıyorum ama bunlar bayağı gerçek.’ Bunlar sürekli oluyor. Düz bir anlatım zaten istemiyordum. Çünkü çok fazla handikabı var. Seyirciyi içinize alabilmeniz için yeni bir şey deniyor olmanız gerekli. Çünkü politik sinemanın belki de en büyük tuzaklarından biri, kafaya kakarak anlatmaya çalışmak ve mesaj verme kaygısı. Hiç mesaj vermeden kendi hafızasızlığımızla yüzleşebilmek için ne yapabilirimi çalıştım.
Filmde Pir Sultan geleneğine de küçük küçük saygı duruşları var...
Evet. Misal filmde Hasret bir köpek görüyor. Köpeğin o filmde sembolize ettiği şey sadece Kangal değil. Bir söylenceye göre Pir Sultan Abdal’ın asıldığında orada onun değil de köpeklerinin cesetleri durduğu dillendiriliyor. Tabii sayısız söylence var bunun hakkında. Öte yandan bir de Sivas Katliamı'nın olduğu gün, orada bir heykel parçalandı o da Pir Sultan Abdal ve köpeklerinin heykeliydi. O köpeklerin simgelediği çok fazla şey var. Belki de Alevilerin daha yakından anlayabileceği şeyler ama seyirciye de onlar birtakım muğlak semboller gibi gelsin istemiyorum. Çünkü en çok korktuğum şey, belki de filmin hiçbir sembolünün karşılığını sonunda somut olarak verememesi. Çünkü hiçbir şey havada kalmasın istiyorum. Umarım o izleri takip edip en azından bir yerlere oturtmaya çalışırlar…