Son aylarda Kürdistan’da, özel savaş ve tasfiye eksenli, politikalar “toplum kırım” altında hız kazandı. Son olarak bir insanlık mirası olan Hasankeyf’in dinamitlerle patlatılması bu kırımın korkunç boyutlarını göstermeye yetti. Dersim, Şemdinli Şapatan, Kulp ve Lice yangınları yakın tarihli ekolojik yıkımlardır. Güncel duruma gelen konulardan biri de Kürtçe müziğinin talan edilişi ve çalınmasıdır. Elbette sadece ekolojik veya müzik değil, tüm alanlarda “yıkım” var. Eğitimden toplumsal dokuya, ekonomiden siyasete, kadından gençliğe ve daha birçok alanda Kürdistan’daki yıkım, asimilasyon ve kırım politikaları güncellenmiş bir şekilde hızla devam ediyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “tarih tekerrür eder, doğrudur ama her dönemin özelliklerini de kendine ekleyerek eder” perspektifinden hareketle yeni dönem konseptinin geçmiş yılların bir devamı ve çok daha fazlası olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni konseptin; yıkım ve kırımın, fundamentalist faşizmin kavramsal karşılığı “kültürel soykırım”dır. Kürtlerin durumunun kültürel soykırımın en çarpıcı ve trajik örneğini temsil ettiği açıktır. Öcalan’ın belirttiği üzere Kürt halkı hâkim ulus-devletlerce tüm maddi ve manevi kültürel değerleri üzerine kurulu çarmıh mekanizmasında inim inim inletilirken, başta emek değerleri olmak üzere tüm toplumsal birikimleri, yeraltı ve yerüstü kaynakları açık bir talana uğratılır; geri kalanı da imhaya terk edilir, işsiz ve işlevsiz bırakılır, çürütülür; çirkin kılınarak yaşanmaz, yüzüne bakılmaz duruma getirilir. Kürt insanının önünde artık tek yol bırakılmış gibidir: Hâkim ulus-devlet içinde erimek, tümüyle temel değerlerinden vazgeçmek! Bundan başka yaşam yolu yoktur. Zaman zaman fiziki soykırımlara da varan Kürt kültürel soykırımı belki de kapitalist modernitenin gerçekliğini tüm çıplaklığıyla gösteren en çarpıcı ve trajik örneklerin başında gelmektedir.
SOYKIRIM NEDİR?
Öncelikle bilince çıkması gereken soykırımın ne olduğu, nasıl anlaşılması gerektiği ve üreme şartlarıdır. Soykırım anlaşılmadan “Kültürel soykırım” anlaşılmaz. Öcalan, Demokratik Ulus Çözümü bağlamında kaleme aldığı savunmalarının son cildinde (5. Cilt) ‘soykırım’ kavramını tartışmaktadır. Öncelikle bunun bir aşama olduğu ve diğer ideolojik aygıtların yetmediği ortamda devreye girdiğini belirtmektedir. Şöyle diyor: “Asimilasyon olgusunun devamı niteliğindeki soykırım, asimilasyon yöntemiyle üstesinden gelinemeyen halkların, azınlıkların, her türden dinsel, mezhepsel ve etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar. Duruma göre bu her iki yöntemden biri tercih edilir. Fiziki soykırım yöntemi genellikle hâkim elit kültürüne, yani ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır.”
KÜLTÜREL ANTROPOLİJİ AÇISINDAN
Kavram olarak yakın tarihlerde kullanılmaya başlanmış olsa da soykırımın tarihi ilk emperyalist devlet olan Akadlara ve ilk defa etnik soykırım uygulamış olan Asur İmparatorluğu’na kadar uzanmaktadır. (Etnik yapıların temizlenmesinde ilk soykırım denemeleri Asur belgelerinde iftiharla anlatılmaktadır.)
Soykırım, Kültürel Antropoloji açısından ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda, bir plan çerçevesinde ve özel bir kastla yok edilmeleri anlamına gelse de, tanımı konusunda çalışanlar arasında değişim gösteriyor.
BM'NİN HUKUKSAL TARİFİ
1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) hukuksal bir tanımı bulunmaktadır. Sözleşme'nin 2. maddesinde soykırım, u çerçeveyle tanımlanıyor: "Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının, bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; ve çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”
ETİMOLOJİK TANIMI
Etimolojik açıdan tanım ise şöyle: "Soykırım ya da Jenosit (ing. Genocide) kavramı 1944’te Polonya Yahudisi bir hukukçu olan Raphael Lemkin tarafından Yunanca 'ırk', 'soy' anlamına gelen génos ile Fransızcaya, Latince “katletmek” anlamına gelen cidium kökünden geçmiş ‘cide’ sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
ROMA STATÜSÜ'NE GÖRE
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Roma Statüsü'ne göre soykırımın tanımı ise 6. maddede yapılmaktadır. Bu maddeye göre soykırım, bir milletin, etnik, dini bir grubun veya bir ırkın tamamını veya bir bölümünü yok etmek amaçlı yapılan davranışlardır. Bu davranışları özetle şöyle belirtmek mümkün:
* Grup üyelerini öldürmek,
* Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek,
* Grup üyelerini bilerek tamamen ya da kısmen fiziksel yok oluşa götürecek yaşam şartlarına tabi tutmak,
* Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek,
* Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek.
BARIŞ ORTAMINDA DA
Rafael Lemkin, soykırımı açımlarken sadece savaş süreçlerinde değil, barış ortamında da soykırımın uygulanabileceğini; ayrıca soykırımın belli bir hazırlıkla ve sürece yayılarak uygulandığını ifade etmiştir: “Soykırım, sadece bir milletin aniden yok edilmesi anlamına gelmiyor. Tabii eğer bir milletin hızlı bir biçimde topyekûn yok edilmesi durumu varsa bu zaten soykırımdır. Ancak soykırım daha çok, yaşamın esasına kasteden çeşitli aksiyonların koordineli bir biçimde ulusal bir gruba uygulanarak, bu grubun yok edilmesinin hedeflenmesi anlamına geliyor. Bu politikanın hedefleri, grubun siyasi ve sosyal örgütlerinin, kültürlerinin, dillerinin, ulusal bilinçlerinin, dinlerinin, ekonomik varlıklarının, güvenliklerinin, sağlıklarının, özgürlüklerinin, insanlık onurunun ve hatta yaşamlarının yok edilmesi anlamına geliyor. Soykırım, bir gruba karşı yapılır, o gruptaki kişinin şahsına karşı olarak değil, o gruba ait olduğu için gerçekleştirilir. Soykırım iki aşamadan oluşur:
* Ezilen gruba has özelliklerin ve niteliklerin ortadan kaldırılarak yok edilmesi,
* Ezen güçlünün ulusal niteliklerinin ezilen gruba zorla kabul ettirilmesi.
Bu durum yaşamasına müsaade edilen ezilen gruba uygulanır; ya da bu grubun yaşadığı bölge tamamen boşaltılarak, ezen gruba ait kişiler buralara yerleştirilerek kolonileştirme başlatılır.” (Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi’nin ‘soykırım’ çalışmasından)
SOYKIRIM KATEGORİLERİ
Lemkin’in tarif ettiği soykırım kategorileri sekiz başlıkta toplanmıştır:
I- Siyasi Soykırım: Bölgedeki sokaklar, caddeler, yerleşim yerleri, ilçeler ve illere kadar adlarının değiştirilmesini öngören politikaların uygulanması.
II- Sosyal Soykırım: Özellikle entelektüeller ve grubun aydınları hedeflenir; çünkü onlar grubun önderleri olarak direnişin fikrî örgütçüleridir.
III- Kültürel Soykırım: Yerel halkın dilini okullarda konuşması ve kendi dilinde yayıncılık yapması yasaklanır.
IV- Ekonomik Soykırım: Grubun ekonomik gücünü elinden alınca, sadece hayatta kalabilmek için yaşama hedeflenir, böylelikle ulusal grubun kültürel gelişmesi önlenir, düşünme kapasitesi azaltılır ve ulusal problemlerle ilgilenmeleri engellenir.
V- Biyolojik Soykırım: Hedef, grubun nüfusunu azaltmak, doğumları engellemektir; diğer taraftan aileleri yetersiz beslenmeye zorlamak, gıdasız bırakmak da hem doğumların azalmasına yol açar hem de yetersiz beslenen ailelerden doğan çocukların hayatta kalma şansları ciddi olarak azalır.
VI- Fiziki Soykırım: Fiziki güçsüzlüğe yol açmak, hatta grubu ortadan kaldırmak için üç yöntem uygulanır;
a) Beslenme kısıtlanması ile ırkçı ayrımcılık: Örneğin grubun üyelerine hiç et verilmez ve protein kısıtlaması uygulanır.
b) Sağlığın ciddi tehdit altında olması: İlaç vermemek, grubun üyelerini insanlık dışı koşullarda telef olmaları amacıyla bir yerden bir yere nakletmek.
c) Sistematik yok etme (öldürme): Gruba ait üyelerin sistematik olarak öldürülmeleri. Entelektüellerin ortadan kaldırılmaları öncelikli uygulamadır; böylelikle direnişin örgütlenmesi kırılacaktır.
VII- Dinsel Soykırım: Toplumda etkin olduğuna inanıldığı için dini yasaklama, kiliselerin sistematik tahribatı.
VIII- Ahlaki (moral) Soykırım: Ulusal bir proje peşinde koşmak yerine, grubu çok daha kolay alanlara çekmek, alkolizme alıştırarak pasifize etmek gibi.
STANTON'UN 8 AŞAMASI
Başka çok önemli bir ‘soykırım’ çalışması da 1996’da Genocide Watch (Soykırım Gözlem Örgütü) Başkanı Gregory Stanton tarafından yayınlanan “Soykırımın 8 Aşaması” isimli rapordur. Burada soykırımların “öngörülebilen fakat engellenemez olmayan” 8 aşamada gerçekleştiğini söylüyor Stanton. Bunların ne olduğuna bakalım. Bu 8 aşama anlaşılmadan ‘Kültürel Soykırım” anlaşılmaz:
1. Aşama: Sınıflandırma; İnsanlar "bizler ve onlar" diye bölünür.
2. Aşama: Simgeleme; Nefretle birleştiği zaman simgeler dışlanan grubun gönülsüz üyelerine dayatılabilir.
3. Aşama: Dehümanizasyon; Bir grubun üyeleri diğer grubun insanlığını inkâr eder. Grubun üyeleri hayvanlar, parazitler, böcekler ya da hastalıklarla özdeşleştirilir.
4. Aşama: Örgütlenme; Soykırım her zaman örgütlüdür... Özel ordu birlikleri ya da milisler genellikle eğitilir ve silahlandırılır.
5. Aşama: Kutuplaşma; Nefret grupları kutuplaştırıcı propaganda yayınlar.
6. Aşama: Hazırlık; Kurbanlar etnik ya da dinsel kimlikleri nedeniyle belirlenip ortaya çıkarılırlar.
7. Aşama: İmha; Bu katillerin gözünde "imha"dır çünkü kurbanlarının insan olduğuna inanmazlar.
8. Aşama: İnkâr; Failler, herhangi bir suç işlediklerini inkâr eder.
ÖCALAN'IN SOMUTA İNDİRGEMESİ
Öcalan, bu tanım ve kategorilendirmeyle ilgili genel bir değerlendirme yapar. Bu değerlendirmeyi Kürt gerçekliği şahsında somuta indirgeyip “Hiçbir soykırım aniden gerçekleştirilmez. Bir hazırlık aşaması vardır ki sonraki uygulama aşamaları için belirleyici olmaktadır. Soykırım için yapılan hazırlıklar anlaşılmadan soykırımın da anlaşılamayacağı, tecrübelerden çıkarılan sonuçlarla genel kabul gören bir kanıdır” der. Soykırım için yapılan hazırlıklar soykırımın niteliğini de belirler. En eski soykırım uygulamalarından beri işletilen bir kural vardır: Soykırıma uğratılacak olanları tehdit olarak göstermek!
İLK KURBAN KÜRTLERİN ATALARI
Tarihte ilk planlı insan katletme ve emperyalist yayılmayı gerçekleştiren Akadlar, Zagros dağlarında yaşayan Gutileri tehdit olarak göstermişlerdir. Bunun için dağlarda yaşayan Kürtleri çekirge sürülerine benzetmişler; günümüzde 'terörist' dedikleri gibi o dönemde de ‘dağların cinleri’, ‘dağların ejderhaları’ biçiminde adlandırmalara tabi tutmuşlardır. Böylece saldırı ve katliamlarına zemin hazırlamışlardır.
Tarihin tekerleği istedikleri gibi dönmemiş, Akad saldırılarından bıkan Gutiler, varlıklarını sürdürebilmek için Akad üzerine yürümüş ve egemenliklerine son vermişlerdir.
AKADLAR'DAN SONRA ASURLAR
Asur İmparatorluğu ticari ve askeri egemenliğini katliamlar eşliğinde asimilasyon yöntemini ve etnik soykırımı devreye koyarak sağlamaya çalışmıştır. Dağlarda yaşayan Kürtleri en büyük tehdit olarak görmüş ve her fırsatta katliam seferleri düzenlemişlerdir. 150 bin Kürt’ü dağlardan ovalara indirip asimile etme yoluna gitmişler; buna rağmen sonuç alamayınca soykırıma yönelmişler. Dağlar direniş mekânı olurken ovalar-kentler Kürtlerin boğdurulduğu alanlar olarak kullanılmıştır. Dağdaki Kürt tehdit olarak gösterilmiş ve hedef haline getirilmiştir.
ÖCALAN'IN SARSICI TESPİTİ
Öcalan, bir çözümlemesinde “Keşke biz de Yahudilerinkine benzer bir soykırımla karşı karşıya gelseydik, keşke Kürdistan’ın bütün vadileri Kürt insanının cesetleriyle dolsaydı da bugünkü duruma benzer bir durumla karşılaşmasaydık” der. Bu her açıdan ilginç bir tespittir. Sarsıcıdır. Kendi toplumu ile ilgili böyle bir isteği neden talep edecek duruma gelmiştir Öcalan? Cevabı: Kültürel soykırımdır. Bahsettiği ve tasvir ettiği korkunç tablo başımıza gelseydi de kültürel soykırıma maruz kalmasaydık, diyor. Bu derece zor bir durumdan bahsediyoruz. Dolayısıyla bur kavramı, çok dikkatli ve doğru ele almak lazım.
SAVUNMALAR'DA TARTIŞIYOR
Öcalan, savunmalarının 5. cildinde bu kavramı genişçe tartışıyor. Şöyle diyor: “Kültürel soykırım fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir; bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini, toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir. Burada soykırıma yatırılmış kültürel değerleri için yaşamaktan değil, ancak inim inim inlemekten bahsedilebilir. Kültürel soykırım daha çok hâkim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halklar, etnik topluluklar ve inanç grupları üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olan kültürel soykırımla bu halkların, etnik ve dinsel grupların hâkim elit ve ulus devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye edilmesi amaçlanır; başta eğitim kurumları olmak üzere her türlü toplumsal kurumun cenderesi içine alınarak varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Kapitalist modernitenin azami kârını gerçekleştirirken tüm halklara, ezilen ve işsiz bırakılan sınıflara çektirdiği asıl acı sadece maddi olarak sömürülmelerinden değil, diğer tüm kültürel değerlerinin çarmıha gerilmesinden duyulan acıdır. Ulus devletin resmi kültürü dışındaki tüm maddi ve manevi kültürel değerlerin yaşadığı gerçeklik, çarmıhta can vermedir. Zaten başka türlü insanlığın ve ekolojik çevrenin sömürü kaynağı durumuna dönüştürülerek tüketilmesi mümkün değildir.”
A. HAYDAR KAYTAN'IN DEĞERLENDİRMESİ
Katkı sunan bir bakış açısını da A.Haydar Kaytan’ın bir değerlendirmesinden aktaralım: “Kültürel soykırım demek bir toplumun kültürünün tümden dağıtılması demektir. O toplumun kendi özüne yabancılaşması, ona ait cevherin boşaltılması ve geriye bir maddenin kalmasıdır. Özün gidip kabuğun kalmasıdır. Bu sürüleşmenin de ötesi bir şeydir”
SÖMÜRGECİLİĞİN ŞEDDETLE GÜNCELLENMESİ
Öcalan'ın bu tespitini tam olarak nasıl algılamak gerek?
Bunun cevabını 2015-2017 arasında pek çok veri üzerinden rahatlıkla okumak ve ne kadar haklı olduğunu teyit etmek açısından mümkün. Kürdistan; şehirleri, köyleri, insanları sil baştan kırım altına alındı. Sömürgecilik, kendini şiddet üzerinden yeniden üretime soktu. Weber‘in “şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran yapı” olarak tanımladığı devlet denen organizasyon, bu şiddeti hukuku örtbas etmeye gerek duymadan, aleni olarak yaptı, yapıyor. Şiddet günlük bir ritüel olarak işlev görüyor. Bu ideolojik üretim tüm sosyolojik parametrelerle beslenerek piyasaya sokuluyor. Bu durumu kültürel soykırım ve sömürgecilik bağlamında somutlaştırmaya çalışalım. Bunun için de Kürtlere yönelik ablukanın boyutlarını madde madde giderek, 5 temel başlıkta özetlersek iyi olacaktır:
I- SİYASİ AÇIDAN
Kürtlere kültürel siyasi soykırım uygulanmaktadır. Kürdistan’da son 200 yıllık modern tarihi ele aldığımızda nelerin yaşandığı ortadadır. En yakın ve en etkili örneklerinden biri olarak Şêx Said ve dava arkadaşlarının Amed Dağkapı Meydanı'nda asılma sürecinden başlayarak bugüne getirebiliriz. Kürtler varlık olarak kabul edilmemekte, inkâr ve tasfiye ile yeraltına gönderilmektedir. 1930’lar öncesi gelen Agirî, Zilan katliamları ve sonrasındaki Dersim Katliamı ile oluşan kıyımın etkileri halen devam ediyor. 49’lar davası ile deşifre olan kin ve korkunun, 27 Mayıs darbesi sonrası ayyuka çıkması ve 1970’ler ile gelen “kart kurt sesinden çıkan Kürt”, “kuyruklu Kürt” mitleri, devlet açısından temel motivasyonun sürekli baskılama, inkâr, yok etme üzerine olduğunu belgeliyor. 1980 süreci ile beraber en büyük fatura yine Kürtlere kesilmiştir. Yükselişe geçen Konya-Kayseri merkezli yeşil faşizm hattı, yükselmek için basılacak basamak olarak yine Kürdistan ve Kürt halkına savaşı seçmiştir. Kürt’ten Türk doğurma projesine girişmiştir Diyarbakır Zindanı'nda.
İLK KURŞUNDAN MECLİS'E
Tarih ve siyasete bir müdahale olarak ortaya çıkan Kürt Özgürlük Hareketi ile zamanın ibresi bambaşka alanlara kaymaya başlar. İdeolojik savaş yerini aktif savaşa bırakarak, dağları harekete geçirir. İk kurşun, köleliğe sıkılır. Bu alanda artık tüm savaş çeşitleri iç içedir. Etkileri çok geçmeden kentleri sarmalar ve 1990’ın başında “halk” kendini yeniden bulur. Cizre-Nusaybin hattında, devrimci halk hamlesinin belki de ilk tohumlarını eker. Kitleselleşen ve mobilize alanı genişleyen hareketin yansımaları çok geçmeden Meclis'e de yansır. Yerel ve genel bir siyaset olarak Türkiye siyasetinde özne olarak dahil olma çabaları, değişim ve dönüştürme adına girişimlerde bulunur. 1999'dan itibaren bu alandaki adımlar atılır. Yine bu tarih Kürt siyaseti açısından yepyeni bir dönüm noktasıdır. Dil yasakları, parti kapatmaları başlar. Baş döndürücü bir komplo ile Öcalan şahsında bir halk mahkûm edilmeye çalışılır. Soykırım planları yepyeni bir iştahla devrededir. Sonraki süreç yerel yönetimler açısından yeni bir devirdir ve halk kendi karar mekanizması kurmuş gibidir.
1 HAZİRAN HAMLESİ İVMESİ
Kurumsallaşma, 1 Haziran 2004 Hamlesi ile hız kazanır. Demokratik Modernite tezi sahaya iner ve alternatif yaşam taslağı olarak, büyük bir siyasi program niteliğindeki KCK Manifestosu yayınlanır. Bu süreçler olurken savaş ve yıkım devam etmekte, tutuklamalar gırla gitmektedir. Çünkü bir taraftan da nefes alınabilecek tüm alanlar kapatılmalıdır. Yoğun siyasi gündemler, gelişmeler arasında yolunu bulmaya çalışan halk ve parti gerçekliği, iktidar yapılanmalarının içindeki “kırılmalar” ile beliren savaşların kurbanı edilir yine. Hegomonik iktidar kavgalarının faturası yine Kürtlere kesilir ve KCK operasyonları, parti kapatmalar, siyasi cezalar ve başka şeyler gelmeye devam eder.
ÖCALAN'IN ANADİL MERKEZLİ UYARISI
Öcalan, 2014 sonrası bir İmralı görüşme notunda şöyle bir uyarı ve değerlendirmede bulunur: “Daha önce de söyledim, bu soykırım sadece fiziksel soykırımla sınırlı değildir. Kültürel, ekonomik, her alanda soykırım zaten uygulanıyor. Düşünsenize bir anadilimizi bile özgürce öğrenip kullanamıyoruz. Bu en doğal haktır. Birleşmiş Milletler'in sözleşmelerinde de anadilin yasaklanması, baskı altına alınması, serbestçe kullanılmaması kültürel soykırım olarak nitelendiriliyor. Türkiye'nin taraf olduğu Avrupa Sözleşmeleri de bu hakları güvence altına almaktadır. Var olan yasaklara da çok takılmamak, aşmak için çaba göstermek gerekir. Buna annemle olan ilişkim iyi bir örnektir. Ben daha 7 yaşında okula başladığımda baktım ki kendi anadilimden farklı bir dili öğrenmek zorunda bırakılıyorum. Bir çocuk olarak korktum, yabancı bir dili nasıl öğreneceğim diye düşündüm. Bu benim çok zoruma gitti. Bu konu yüzünden anneme kin besledim, onunla tartıştım ve o çocuk zihniyetimle annemin beni bu kültürel soykırımdan kurtarmasını bekledim ve bunu yapamadığı için -ne yapabilirdi ki zaten- onunla çok tartıştım ve tepki gösterdim. Ve düşünebiliyor musunuz evden çıktıktan sonra ve annem ölünceye kadar bir kez bile telefondan onunla konuşmadım. O kadar buna isyanım büyüktü ki, ölüm döşeğindeyken bile annemi aramadım. Bunun acısını hala yaşıyorum. Tartışmalarımda anneme 'tavuklar bile kendi yavrularıyla kendi anlayacağı dilden konuşuyor, anlaşıyor, yavrularını tehlikelere karşı koruyor, sen bunu neden yapamıyorsun' diyordum. İşte benim meselem, Apo'yu ortaya çıkaran gerçeklik budur. Bu anadil meselesi, ekmek kadar su kadar önemlidir.”
DEMOKRATİK ULUS VE ÖZERKLİK
Savunmada belirtildiği üzere demokratik ulus inşasının politik boyutunu demokratik özerklik olarak kavramlaştırmak mümkündür. Öz yönetimsiz demokratik ulus düşünülemez. Genelde tüm ulus biçimleri, özelde demokratik uluslar kendi öz yönetimleri olan toplumsal varoluşlardır. Bir toplum kendi öz yönetiminden mahrum olursa ulus olmaktan da çıkar. Çağdaş toplumsal gerçekliklerde yönetimsiz ulus düşünülemez. Hatta sömürge ulusların bile yabancı kökenden de gelseler, bir yönetimleri mevcuttur. Ancak dağılma sürecine giren toplumların yönetiminden bahsedilemez. Olsa olsa dağıtan gücün kontrollü dağıtması veya sürece yayılmış tasfiye yönetimi söz konusudur. Öz örgütsüz oldukları dönemde Kürtlerin konumu böyleydi. Sadece ulus olmaktan alıkonulmuyor, toplum olmaktan da çıkarılıyordu. PKK öncülüğü ve KCK politikası sadece bu süreci durdurmakla kalmadı, politik toplumdan demokratik ulus olmaya doğru bir süreç başlattı. Gelinen aşamada Kürtler yoğun politikleşen toplum olmak kadar, bu politik gerçekliği demokratik ulus olma doğrultusunda örgütleyen bir konumu da yoğunca yaşamaktadır. Çağımızda politik toplum olma ana hatlarıyla iki doğrultuda ulusallaşmaya götürür: Geleneksel kapitalist yol ulus devlete götüren yoldur. Kapitalist modernite koşullarında bir toplum devletsizse, devleti yıkılmışsa veya çözülme durumundaysa, milliyetçi ve dinci politikalar o toplumu yeni bir devlete, ulus devlete götürür. Eğer o toplumun geleneksel bir devleti varsa ve güçsüzse, o devleti daha güçlü olan ulus devletle ikame eder. İkinci uluslaşma yolu demokratik uluslaşma yoludur. Özellikle ulus-devletlerin sorun doğuran karakteri günümüzde politik toplumları ve onların yönetim güçlerini demokratik ulus olma doğrultusunda hareketlendirmekte; ya reformla ya da devrimle demokratik ulus olmaya zorlamaktadır.
DEMOKRATİK ULUSUN ÖRGÜTENMESİ
Demokratik Özerk Kürdistan'ın siyasi iradesi, gücünü demokratik örgütlenmiş toplumdan, toplum da özgür yurttaşın bireysel haklarıyla kolektif haklarının birlikte kullanmasından alacaktır. Bu gücü, toplum yararına demokratik siyasetle yerine getirir. Bunun için ulus devletin katı merkeziyetçi, bürokratik yönetim ve idare anlayışına karşılık demokratik örgütlenmeyi esas alır. Demokratik siyasetle toplumun tüm kesimleri siyasal sürece katılır, işlevli olur. Böylelikle açık, şeffaf yüz yüze politik topluluklar değişimin ve demokratikleşmenin gücü olur. Demokratik özerklikte siyasi yönetim; tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte Toplum Kongresi'nde temsiliyetini bulur.
YENİ IRKÇI SÖMÜRGECİLİK HALİ
2015 ile başlayan yepyeni bir "ırkçılık-sömürgecilik” halini HDP ve DBP’ye yönelim politikasından okumak-görmek mümkün. Binlerce saldırı; ilk defa vekillerin bu sayıda tutuklanması, tüm çalışanların alınması, siyasetin her açıdan terörize edilmesi, örgütlemeye izin verilmemesi, partiye gönül verenlerin katledilmesi, on binlerce çalışanın tutuklanması da siyasi soykırımın şuan ne aşamada sürdürüldüğünü göstermektedir. Tüm belediyelere el konularak yerel yönetim deneyimlerinin işgal edilmesi ve daha başka onlarca operasyon ve aleni şiddet gösterisi, katliam pratiği kültürel soykırımın devam ettiğini göstermektedir.
Gelinen noktada, ibretlik olması açısından bir örnek daha verelim: TBMM’de Başkanlık teklifini de içeren Anayasa değişiklik paketinin 16 Nisan’da kabul edilmesinin ardından, AKP ve MHP uzlaşısı ile Meclis İç Tüzüğü’nde yapılması planlanan değişiklik ile yemin etmeyen milletvekilleri bu sıfatından doğan haklarından yararlanamayacak. ‘Ermeni soykırımı’, ‘Kürdistan’, ‘Kürt illeri’ gibi ifadeler kullanan milletvekillerine idari para cezası uygulanabilecek… Yani Meclis'te artık Kürt ve Kürdistan demek para cezası demek.
II- SOSYAL AÇIDAN
Demokratik uluslaşma sürecinde sosyal yaşamda önemli dönüşümler gerçekleşir. Kapitalist modernitede geleneksel yaşam büyük değişikliklere uğrar. Eski toplum radikal dönüşümler yaşar. Modernite kendini en çok sosyal yaşam değişikliklerinde hissettirir. Değişikliklerin büyük kısmı modaya ilişkindir, biçimseldir. Uygarlığın temel kategorileri varlığını sürdürür. Kentin, sınıfın ve devletin gelişimi ve dönüşümü öze ilişkin değildir. Her üç kategoride de büyük şişkinlik ortaya çıkar. Toplumun kentli, sınıflı ve devletli yapısı kapitalist birikim sistemiyle kanser türü büyümeye uğrar. Eski uygarlık sistemi öz itibariyle çelişkilerin sık sık bunalımlara yol açtığı bir yapıda olmakla birlikte, bu çelişkiler toplumun gelişmesini bütünüyle tehlikeye atacak, çözdürecek ve kanser türü doku büyümelerine yol açacak nitelikte değildir.
KAPİTALİST MODERNİTE CANAVARI
Kapitalizmin birikim tarzı, doğası gereği işleyebilmek için toplumsal büyümeyi kanser tarzına dönüştürür. Eğer günümüzde nüfusu 20 milyonu aşan megapollerde toplumun kılcal damarlarına kadar sızmış ulus devlet iktidarına, tekdüze homojen toplum peşindeki sınıfsallaşmaya tanık olmakla kalmıyor, bunu sosyal yaşamın hâkim eğilimi olarak normal karşılıyorsak, bunun adı toplumsal kansere yakalanmaktır. Bütün bilimsel göstergeler gezegenimizin, çevrenin ve toplumun bu hızdaki büyümeyi kaldıramayacağını kanıtlamaktadır. Bu durumda yaşayan bir toplumdan değil, önüne çıkan her şeyi tüketen bir canavardan bahsetmek gerekir. Eski toplumda Leviathan sadece devlet iktidarını nitelerken, kapitalist modernitenin kendisi günümüzde gezegendeki tüm canlı yaşamı tüketen bir canavara dönüşmüştür. Kapitalist modernitenin kendisi bir canavar, bir modern Leviathan’dır.
METANIN KRALİÇESİ PAYESİ
Hâkim modern yaşam en eski köle olan kadın etrafında tam bir tuzağa dönüşmüştür. Kapitalizmde kadın öyle bir hale getirilmiştir ki, ‘metanın kraliçesi’ demek yerinde bir deyim olacaktır. Sadece ‘ev kadını’ statüsü altında ücretsiz çalıştırılan değildir, evin dışında en az ücretlidir ve ücretleri düşürmenin temel aracıdır. Esnek çalıştırmanın önde gelen unsurudur. Sisteme sürekli yeni nesil üreten bir endüstriyel doğurgan makinedir. Reklam endüstrisinin baş aracıdır. Cinsiyetçi iktidarın gerçekleştirilme aracıdır. Küresel imparatordan aile içindeki küçük imparatora kadar bütün egemen erkeklerin sınırsız haz ve iktidar aracıdır. Hiç iktidarı olmayanların iktidarını doğuran nesnedir. Kadın, tarihin hiçbir döneminde kapitalist modernitede olduğu kadar istismar edilmemiştir. Diğer kölelikler -çocuk ve erkek kölelikleri- kadın köleliğinin izinde geliştiği için, kapitalizmin dayattığı sosyal yaşamda efendiler dışında herkes çocuklaştırıldığı kadar köleleştirilmiştir de.
AİLEYİ ÇÖZEN BİRİKİM TARZIDIR
Günümüz toplumunun sosyal yaşamı hem bir yaşlının çocuklaştırılması gibi çocuklaştırılmış hem de kadınsılaştırılmıştır. Hitler’in meşhur 'Halklar ve toplumlar bir kadın gibi yönetilmeyi sever‛ sözü bu gerçeği ifade eder. Kadın etrafında oluşan ve toplumun en eski kurumu olan aile, yine kadın etrafında ama bu sefer tam bir çözülmeyi yaşıyor. Aileyi çözen kapitalizmin birikim tarzıdır. Bu tarz toplumu tükettikçe gerçekleştiği gibi, ancak toplumun temel hücresi olan aileyi çözdüğü ölçüde toplumu tüketebileceği ve atomlaştırabileceği de beklenen bir sonuçtur.
HASTALIKLARI BOCA EDİYOR
Tıp ne kadar geliştirilirse geliştirilsin, toplumdaki hastalıkların çığ gibi büyümesini durduramamaktadır. Tıptaki gelişmenin kendisi, diyalektik olarak hastalıkların ne kadar geliştiğinin de kanıtıdır. Kendisi nevrotik ve kanserolojik olan kapitalist sistemin toplum bireylerini bu tür hastalıklara boğması da beklenen diğer önemli bir sonuçtur. Milliyetçilik, dincilik, iktidarcılık ve cinsiyetçilik hem kurumsal hem de bireysel olarak sürekli hastalık üreten kapitalizmin zihinsellik ve duygusallık genleridir. Artan bünyesel hastalıklar zihinsel ve psikolojik hastalıkların göstergesi olup bu hastalıkların tümü kapitalizmin çözdüğü ve dağıttığı toplumun yol açtığı doğal sonuçlardır.
EĞİTİM, ENDÜSTRİYEL SEKTÖRDÜR
Modern sosyal yaşamda eğitim sistemi anti-toplumsal bireyci tipi yetiştirmekle yükümlüdür. Gerek liberal bireyci yaşam gerekse ulus devletçi yurttaş yaşamı, kapitalizmin ihtiyacına göre programlanarak gerçekleştirilir. Bu amaçla eğitim sektörü denilen muazzam bir endüstri oluşturulmuştur. Bu sektörde birey 24 saat zihnen ve ruhen bombardımana tabi tutularak anti toplumsal bir varlık haline getirilir. Bu birey, ahlâki ve politik olmaktan çıkarılmıştır. Günlük tüketim peşinde koşan, paracı, seksist, şoven ve iktidar yalakası haline getirilmiş bireylerle toplum doğası kökünden tahrip edilir. Eğitim toplumun sağlıklı işleyişi için değil, yıkımı için kullanılmaktadır. Sosyal yaşama ilişkin daha da geliştirilebilecek çözümlemelerin kanıtladığı gerçeklik ‘ya toplum ya hiçlik’ sınırına çoktan dayanıldığıdır. [5.Cilt]
HEPSİ KÜRTLER ÜZERİNDE UYGULANIYOR
Kürt toplumu asimilasyonla toplumsal değerlerine, tarihine, kültürüne yabancılaşması, zorla göçertilerek, işsiz ve yoksul bırakılarak Kürdistan'ın boşaltılması hedeflendiği gibi toplumsal dokusu, demografik yapısının değişime uğraması hedeflenmiş ve fiziki-kültürel soykırım uygulanarak varlığı ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bunun yanı sıra özel savaş politikası olarak kadın ve gençlik kesimleri spor, sanat, sosyal etkinlikler adı altında toplumsal mücadeleden uzaklaştırılmak ve fuhuş, uyuşturucu yaygınlaştırılıp ahlaki çöküşe sürüklenmesi amaçlanmıştır. Kürt halkını, iradesiz, örgütsüz, mücadelesiz bir pozisyonda tutmak için her sosyal kesime yönelik ayrı bir siyaset izlenmektedir.
Gençlik üzerindeki bağımlılaştırma politikaları ilk hiyerarşik yapıdan günümüze kadar derinleşerek devam etmektedir. İdeolojik propagandalarla ezber, katı dogmalara boğmak, cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek ve düzeni sağlamakla bağlantılıdır. Başta Amed olmak üzere Kürdistan’ın tüm şehirlerinde uyuşturucu ve fuhuş devlet destekli bir politika olarak desteklenmekte, yaygınlaştırılmaktadır. Politik bilinçten uzaklaştırmak adına her türlü ajanlaştırma faaliyeti, sıklıkla sürdürülmektedir. Uyuşturucu kullanım yaşının bu kadar düşmesi anormaldir. Bunca yasak ve insanlık dışı işleri yapanlar tutuklanmamaktadır. Kurulan çetevari-mafyatik ağların içinde polis bulunmaktadır.
Bugün Kürdistan’da savaş ve yıkım politikalarının ilk yönelimi kadına olmaktadır. Nesnelleştirilmeye çalışılan, erkeğin zayıf noktası olarak kodlanan ve buna göre örgütlenmesi dağıtılan, hücrelerine kadar her türlü kirli politikanın yürütüldüğü alan kadın alanı olmaktadır. Siyasi açıdan yargılanmaları, emek açısından üretimlerinin darbelenmesi ve savaş ortamında kaçırılmaları; taciz, tecavüz gibi insanlık dışı yaptırımlara maruz kalmaları, düşman gerçekliği ve sistem açısından şaşmaz ritüellerdir.
III- EKONOMİK AÇIDAN
Devlet iktidarı ancak ulus devlet olarak düzenlendiğinde kapitalist modernite, özellikle onun ekonomi üzerinde gerçekleştirdiği azami kâr ve sermaye birikimi gerçekleştirilebilir. Bunun anlamı toplumun ekonomik yaşamı üzerindeki ulus devlet hükümranlığının tarih boyunca en çok artık-değer gasp eden devlet payesine erişmesi, bu tür bir devletin gerçekleştirilmiş olmasıdır. Milliyetçilik ve yurtseverlikle cilalanması, eğitimle tanrısallaştırılması ve toplumun en ince damarlarına kadar sızdırılması ekonomi üzerinde gerçekleştirdiği gasp sistemini meşrulaştırmak içindir. Hukuk, ekonomi-politik, diplomasi ve diğer tüm alanlarda geliştirilen kavram, kuram ve kurumlar aynı amaçla hep meşruiyet peşinde koşarlar. Ekonomik alan üzerinde amansız bir terörle azami kârın birlikte yürütülmesi, toplumu bir yandan karın tokluğuna ücretli işçiliğe mahkûm ederken, diğer yandan büyük kısmını işsizler ordusuna dönüştürür.
AZAMİ KÂR, ULUS DEVLET VE ENDÜSTRİYALİZM
Düşük ücret köleliği ve muazzam işsizler ordusu azami kârın, ulus devletin ve endüstriyalizmin doğal sonuçlarıdır. Kapitalist modernitenin bu üç ana unsurunun gerçekleştirilmesi ancak toplumun ekonomik yaşamı üzerindeki özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıyla, ücret köleliğine mahkûm edilmesinin yanı sıra büyük kısmının işsizler ordusu haline dönüştürülmesiyle, kadının ücretsiz veya az ücretli köleliğe mahkûm edilmesiyle gerçekleştirilir. Kapitalizmin genelde sosyal bilimleri özelde ekonomi-politik bilimi bu gerçekleri görünmez kılmak ve çarpıtmak için düzenlenmiş mitolojilerdir ki, bunlara asla inanmamak ve içyüzünü bilmek gerekir.
KÜRDİSTAN'DA TALAN SİSTEMİ
Kürdistan ve Kürt toplumu dünyada belki de kapitalist modernitenin üç ana unsurunun ekonomik yaşamı üzerinde kültürel soykırıma kadar varan bir talan sistemini kurma, asgari ücretli kadınlar ve erkekleri büyük işsizler ordusuna dönüştürme eylemine tanık olunan en nadir örneklerden biridir. Kürdistan egemen ulus devletlerin örtülü ve süreklilik kazandırılmış kültürel soykırımının tek taraflı özel savaşıyla ülke olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır. Son 200 yüz yıllık tarihi, aslında bu temelde ülke olmaktan çıkarılma ve üzerinde egemenlik kuran ulus devletlerin ‘tek vatan’ olgusu içinde eritilme tarihidir. Kürt toplumu içinse bu tarih asimilasyona ve katliamlara maruz bırakılması, işsizleştirilmesi ve en az ücretli kılınmasının, bunun için ekonomik yaşamı üzerindeki özgürlüğünün elinden alınması sonucunda dağılması, nesneleştirilmesi ve kendisi olmaktan çıkarılmasının tarihidir. Kürt toplumu uygarlık tarihi boyunca karşılaştığı fetih, işgal, istila, talan, sömürgecilik ve asimilasyon uygulamalarına kapitalist modernitenin üç ana unsurunun (azami kâr talanı, ulus-devlet zulmü, endüstriyalizmin teknoloji yoluyla tahribatı) eklenmesiyle birlikte, yaşadığı kültürel soykırım sonucunda kendine sahip çıkmaktan korkar hale getirilmiş bir toplumdur. Ekonomisi (tarihte ilk kurulan ve insanlığı besleyen ekonomi) üzerinde hâkimiyetini ve özgür tercihini kaybetmiş, tümüyle yabancı ve işbirlikçi unsurların üç ayaklı modern canavarının kontrolüne geçmiş bir toplumdur. Karın tokluğuna çalışması (oltaya takılan balık misali) bile soykırım amacına bağlanmış bir toplum olduğunu gösterir. Ekonomiyi inşa eden kadınlarının tümüyle işsiz ve en değersiz emek sahibi kılındığı bir toplumdur. Erkeklerinin sözde aileyi yaşatmak için dünyanın dört tarafına savrulmuş olduğu bir toplumdur. Bir tavuk ve bir karış tarla için insanların birbirini öldürdüğü bir toplumdur.
İŞGALLERİN EN TEHLİKELİSİ
Açık ki bu toplum, toplum olmaktan çıkmış, çökertilmiş ve çözülmüş bir toplumdur. Ekonomik işgal işgallerin en tehlikelisidir. Ekonomik işgal bir toplumu düşürme, çökertme ve çözmenin en barbar yöntemidir. Kürt toplumu üzerindeki ulus devlet baskısı ve zulmünden çok, ekonomik araçlarına el konularak, ekonomik yaşamı denetlenerek nefessiz hale getirilmiştir. Bir toplumun kendi üretim araçları ve pazarı üzerinde kontrolünü kaybettikten sonra yaşamını özgürce sürdürmesi mümkün değildir. Kürtler sadece üretim araçları ve ilişkileri üzerindeki kontrollerini büyük ölçüde kaybetmediler; üretim, tüketim ve ticaretin kontrolü de ellerinden alındı. Daha doğrusu, kendi kimliklerini inkâr etme temelinde egemen ulus devletlere bağlandıkları oranda mal varlıklarını kullanmaları, ticaret ve sanayide rol oynamaları mümkün oldu.
ÖLÜMCÜL DARBELERİN SONUNCUSU
Ekonomik tutsaklık, kimlik inkârcılığının ve özgürlükten yoksunluğun en etkili aracı kılındı. Özellikle akarsuları ve petrol yatakları üzerinde kurulan tek taraflı işletmeler tarihsel kültürel varlıkları olduğu kadar verimli arazileri de yok etti. Siyasi ve kültürel sömürgecilikten sonra daha da yoğunlaştırılan ekonomik sömürgecilik, ölümcül darbelerin sonuncusu oldu. Sonuçta gelinen nokta 'Ya toplum olmaktan çık, ya da öl!‛ oldu. Ekonomik soykırım, kuruluşundan günümüze kadar Türk devletinin değişmez devlet politikası olmakla birlikte, bu amaca yönelik özel konsept ve planlar da oluşturulmuştur. Şark Islahat Planı (24 Eylül 1925), Mecburi İskân Kanunu (14 Haziran 1934), Tunceli Kanunu (25 Aralık 1935) gibi proje ve kanunlarla Kürtlerin yaşadıkları topraklardan sürülmesi, ekonomik kaynaklarına el konulması, Türk kültürü içinde eritilerek Türkleştirilmesi ve kendi maddi ve manevi kültüründen uzaklaşmış insan toplulukları yaratılması hedeflenmiştir. Asimilasyon ve soykırım uygulamalarıyla Kürtler köleleştirilmek istenmiş; bu amaçla özellikle ekonomik alanda yoğun bir saldırı altına alınmışlardır. Sürgün ve göçertme konusunda Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan (4 Mart 1925) başlayarak 1938 yılına kadar bu amaca yönelik kanunlar çıkarılmıştır. 1925-1950 arası dönemde Kürtler büyük-küçük gruplar halinde zorla Türkiye’ye sürgün edilmiş; bu uygulamayla Kürdistan nüfusunun Türkiye nüfusuna ortalaması düşük tutulmaya çalışılmıştır.
KÖLE GİBİ ÇALIŞTIRILIYORLAR
Yine Kürdistan’da ekonominin çökertilmesine bağlı olarak özellikle son 25 yıl içerisinde Kürdistan’dan Türkiye’ye mevsimlik işçi göçü de oldukça yaygın hale gelmiştir. Her yıl bahar ve yaz mevsimlerinde milyonlarca Kürt emekçisi Marmara, Akdeniz, Karadeniz, Çukurova ve Ege bölgelerine inşaat veya geçici tarım işçisi olarak gitmekte, onur kırıcı düzeyde ağır koşullarda ve çok az ücretle köle gibi çalıştırılmaktadır. Bununla birlikte her yıl yüzlerce Kürt, mevsimlik işçi olarak çıktığı yollarda trafik kazalarında yaşamlarını yitirmektedir.
BEREKETLİ KÜRDİSTAN'IN KURUTULMASI
Son iki yıldır KHK ile ihraç kıyımı yaşanıyor. FETÖ adı altında Kürt halkı ve emekçilerine yöneldiler. Büyük bir ekonomik savaş ile on binlerce insanı aç bırakarak terbiye etmeye, teslimiyeti dayatmaya çalışıyorlar. Yoksulluk politikası üzerinden ehlileştirme, terbiye etme, irade kırma çabası tüm ahlaksız yöntemlerle devam ediyor. İlk toplumsallığın, neolitik tarım köy devriminin gerçekleştiği Kürdistan, bugün açlık ve yoksulluktan dünyanın dört bir tarafına savrulan insanların coğrafyası haline getirilmiştir. İnsanı ilk doyuran, kutsal kitaplarda her türlü bolluğun bulunduğu cennet vatan olarak tanımlanan Kürdistan bu hale dış güçlerin askeri işgali, siyasi ve ekonomik sömürgecilik politikalarının sonucu gelmiştir. Kürtler üzerinde siyasi egemenlik kuranlar, Kürtlerin ekonomik yaşamını ekonomik sömürgecilikten öte soykırım düzeyinde yok etmişlerdir. Bunun sonucu aç ve işsiz kalan toplum, muhtaç hale getirilerek kimi kırıntılarla kendilerine bağlı kılınmaktadır. Böylece iradesi kırılmış insanlar üzerinde egemenliklerini kolayca sürdürmektedirler
IV- EKOLOJİK AÇIDAN
Endüstriyalizm sorunu, hem ekolojik sorunun bir parçası hem de en temel nedenidir. Bu nedenle farklı bir başlık altında yorumlamak tekrar anlamına gelebilir. Fakat ekoloji, endüstriyalizmden daha fazla anlam ifade eden toplumsal ve sorunlu bir konudur. Kavram çevrebilim anlamını taşısa da esas olarak toplumsal gelişimle çevresi arasındaki sıkı ilişkiyi çözümleme bilimidir. Ağırlıklı olarak çevre sorunları felaket alarmı verdiğinde gündemleşti; sakıncalı anlamlar taşısa da ayrı bir inceleme dalı haline getirildi. Çünkü o da endüstriyalizm gibi toplumun yarattığı bir sorun olmayıp uygarlık tekellerinin son marifeti olan son derece kapsamlı bir sorun biçiminde tarih, dünya ve toplum gündemine oturmuştur. Belki de hiçbir sorun ekolojik olanlar kadar kâr-sermaye düzenlerinin (örgütlü şebekeler) gerçek yüzünü bütün insanlığın gündemine oturtacak önem ve ağırlıkta olmamıştır. Kâr ve sermayenin (tarih boyunca tüm askeri, ekonomik, ticari ve dinsel tekellerin toplamı olarak) uygarlık sisteminin bilânçosu sadece toplumun her yönden çözülüşü (ahlâksızlık, politikasızlık, işsizlik, enflasyon, fuhuş vb.) değil, tüm canlıların yaşamıyla birlikte çevrenin de tehlike altına girmesi olmuştur. Tekelciliğin toplum karşıtlığını bu gerçeklerden daha çarpıcı olarak neyle kanıtlayabiliriz ki?
KIRILIŞ REAKSİYONU BAŞLAMIŞTIR
Unutmamak gerekir ki, çevre halkaları milyonlarca yıllık evrimle oluşmuştur. Genelde son 5 bin yıllık, özelde son 200 yıllık tahribatlar, milyonlarca yılın evrim halkalarından binlercesini koparmayı, daha kısa sayılabilecek bu zaman diliminde gerçekleştirmişlerdir. Kırılış reaksiyonu başlamıştır. Nasıl durdurulacağı kestirilememektedir.[5.Cilt]
Yukarıdaki paragrafta da değinildiği üzere, ekoloji meselesi sadece “çevre” ile ilgili bir konu değil. Yaşamın tüm alanlarını içine alan toplumsal bir başlık. İnsanın doğa ile temas ettiği her anın dışında, kendisi ile ilgili kurduğu ilişki bağlamında dahi ekoloji devreye girer.
CENNET KÜRDİSTAN'IN CEHENNEME ÇEVRİLMESİ
Kutsal kitap Tevrat’ta “cennet” olarak tarif edilen bölgenin içine giriyor Kürdistan. Böyle bir hakikat ışığında bugün gelinen nokta, cenneti cehenneme çevirme girişimi olarak tanımlamak abes olmaz. Haziran 2017'deki Sur Çalıştayı raporunda tespit edildiği üzere Kürt kentlerinin ve tüm doğasının yıkımına ve talanına dönük yürütülen tüm yıkım ve kırım politikaları ve uygulamalarını, Osmanlı’dan günümüze kadar yürütülen inkar, imha ve asimilasyon politikalarının bir devamı olarak değerlendirmek gerek. Bütün bu politika ve uygulamaları, insanlığa, doğaya ve Kürdistan halklarının tarihi, kültürel vd. tüm ortak değerlerine karşı işlenen bir insanlık suçudur. Bu suç düzenli olarak işle(n)mektedir.
TALAN/YIKIM/SOYKIRIMCI GEN
Örneğin İttihat ve Terakki’den günümüze; Kürdistan’da yaşayan, Kürt, Ermeni, Süryani vb. halklar ve inançlara (ibadet mekanlarına) karşı geliştirilen soykırımcı politika ve uygulamalara paralel olarak demografik yapının değiştirilmesi Sur, Cizre, Nusaybin şahsında tavan yaptı. Bu durum, devletin talan/yıkım/soykırımcı geninin ne derece canlı durduğunu gösteriyor. Yakın dönemden bir başka örnek verelim.
“Dünya yavaş yavaş doğal ekosisteme zarar verdiği gerekçesiyle barajları kapatırken, bölgede her geçen gün ihaleye açılan barajlar gelecek açısından endişe veriyor. Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü, Diyarbakır havzasında 2003-2019 yılları arasında yapmayı planladığı 14 barajdan 1’inin yapımını tamamlarken, 5’i inşaat sürecinde, 8’i ise henüz proje ve ihale aşamasında. DSİ’nin ‘Diyarbakır barajlarla ihya olacak’ sözlerine karşılık bu projelerin tamamlanması halinde Diyarbakır havzasında bulunan birçok endemik bitki örtüsü ve canlı yaşam alanı yok olacak. Bölgedeki çoğu baraj üzerinde yapılması planlanan Hidroelektrik Santralleri de birçok tarihi ve kültürel yapının yok olmasına sebebiyet verecek.
DİCLE NEHRİ'Nİ BİLE KURUTACAK
Dicle Nehri havzasında planlanan bu barajların önümüzdeki 50 yıl içerisinde nehri kurutması işten bile değil. DSİ’nin bugüne kadar yapmayı planladığı barajların en büyüğü Silvan’da. İlçede yapılması planlanan Silvan Barajı bölgede Atatürk Barajı’ndan sonra en büyük baraj olma özelliğini taşırken, Ambar, Başlar ve Kuruçay barajları da Silvan bölgesinde inşa edilecek. Projelerin hayata geçmesi durumunda Diyarbakır havzasında ciddi bir nüfus yer değişimi yaşanacak, birçok insan göç etmek zorunda kalacak, birçok bitki ve hayvan faunası yok olacak, yüzlerce köy ve verimli tarım arazileri sular altında kalacak. Devasa su kütleleri taşıyan barajlar gerekli önlemler alınmazsa coğrafyada ‘rüya’ değil ‘kabus’ gibi bir talan ve yok oluş yaşatacak.
Bölgedeki birçok baraj (Kulp, Ergani, Çermik vs) üzerinde yapılması planlan Hidroelektrik Santralleri de bir çok tarihi ve kültürel yapının yok olmasına sebebiyet verecek” [Dihaber, Ağustos 2017]
Hasankeyf özelinde (taşlarının patlatılması) doğaya yapılmak istenen durumlar ortadadır. Kısa süre önce bir videoya yansıyan görüntülerde kanıtlandığı üzere, Türk askerler ormanları yaktıklarını belirtiyor. Tarih-kültür-doğa hep beraber cendereye alınarak hafızasızlaştırma çalışmaları yapılıyor.
V- KÜLTÜR - SANAT AÇISINDAN
Kültür, insanın kendisinden doğaya kattığı her şey olup insan emeğiyle yaratılandır. Kültür toplumun kimliğidir.
Öcalan, kavramları yeniden tanımlarken ilk ele aldığı kavram “kültür”dür. Bu bir tesadüf değildir. Önem ve hayati oluşuyla ilgilidir. Şu tanımı önerir: “Kültürü insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanıma kavuşturabiliriz. Yapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü, anlamlılıkları ise dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür. Bir benzetmeyle tanımlamayı güçlendirirsek, yapısallığı yapının maddi, somut çerçevesi; anlamı ise bu maddi, somut çerçevenin içeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası olarak belirlemek mümkündür.”
ANLAM, ZİHNİYET VE ESTETİK YİTİMİ
Bu alanın yitirilmesi tehlikelerle doludur. Hem zihniyet hem kurumsallık olarak kanserojen etkileri vardır. Çünkü “Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra, açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil, başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda ancak başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumu kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır. Bu konuda verebileceğimiz en yalın örnek, dramını yoğun yaşadığımız Kürt toplum gerçekliğidir. Hem kurumsal hem de anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için Kürt toplumu ancak bir ‘kültü- rel soykırım altındaki toplum’ olarak tanımlanabilir.”
Kürt kültürü ve sanatı kadar talan edilmiş, edilmeye devam edilen az kültür vardır. Bir insanlık suçu olan imha-inkâr en çok kültür-sanat alanında uygulandı diyebiliriz. Özellikle 1930’lu yıllarda, Kürdistan’daki asimilasyoncu politikalarını yürütmek ve denetlemek amaçlı, olağanüstü yetkilerle donatılmış “Umumi Müfettiş”ler atayan devlet, bu konu ile hep ilgili olmuştur. Her boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Örneğin bu tarihlerde müfettiş olarak atanan Abidin Özmen’in yaptıkları, yazılan anılarda, “Ülkede dolaşır ne kadar tarihi esere rastlarsa onu parçalar un ufak ederdi” denilir. Kendisinin öğrendiği bu saldırının bazılarını da anılarında yer veren Serdi, Abidin Özmen’ni “yeni bir politikanın ülkemize uyarlanmasının pratikçisi” olarak tanıtmaktadır. “Görüş Ve Anılarım” kitabında inkarcı, ırkçı A. Özmen’nin Kürt kültür ve sanat değerlerini yok etmesine birkaç çarpıcı örnekle yer verilmiş: “Diyarbekir surlarında Dostki Kürt Devleti’ne ait kazınmış bir taş eser vardı; o taşı yerinden çıkartarak götürüp kaybettirdi. Batman çayı üzerindeki köprünün güneyindeki ayağının en yüksek yerinde Kürtçe bir yazı vardı. Oraya varmak üzere yeni bir duvar örerek sonuçta o yazıya varılarak çekiçlerle oradan kırarak çıkardı. Dicle nehrinin kaynağında Biqlin mağarasında eski çağlara ait yazılar, mağaranın taşlarına kazınmış olarak duruyordu. Bir mağaranın kapısında da heykel vardı. Liceli Husoyê Perîşanê’ye 500 kâğıt vererek, beş sicim ipi de bir birine bağlayarak salındı ve o eserlere varıp tümünü yok ettirdi. Bazılarının üstündeki eski yazıları sildirip yerine yenilerini yazdırarak onları müzeye kaldırttı.” [Hışyar Serdi, Görüş ve Anılarım]
SİSTEMATİK SALDIRI VE İSİM GASPI
Dersim katliamı sonrası başlayan kısmı sessizlik yıllarında sadece kültür-sanata saldırı sistematikleştirilmedi, birçok değer gibi kişi adları ve Kürtçe isimli şehir, ilçe, bucak, köy, dağ, ova, ırmak, göl, dere, tepe özcesi birçok yerleşim birimi ve coğrafyasının da ismi değiştirildi.
MÜZİK DEĞERLERİNE EL KONULDU
Yine sinema sektörü üzerinden bir taraftan “Kürt ve kıroluk” ısrarla yaratılırken, müziksel değerleri de bir bir yok edilip form değişikliğine uğratılarak el konuldu. 1980 ve 90’ların yaratımı özellikle 2000’ler sonrası MGK tavsiyeleri ile “terörist” uzantısı üzerinden yürüdü. Bu bir halka da bakış açısını temsil ediyor.
“Kürtlük tarihte hep sabit duran bir gerçeklik değildir. Her toplumsal olgu gibi dönüşüm geçirerek varoluşunu geliştirir. Şimdiki haldeki dönüşüm çok daha kapsamlı ve hızlıdır. Günümüzde Kürt olgusu çok yönlü bir açıklanma süreci yaşamaktadır. Sanatsal ifade tarzı geleneksel olarak en çok başvurulan bir ifade tarzıdır. Kürtlük bu yönüyle kendisini biraz da müzik yoluyla tanıtlamaya çalışmaktadır. Müzik Kürt hakikatinin en önemli ifade tarzıdır.”
Bu ifade tarzının önemi bilindiğinden duruma çok erken el atıldı. Mesela Cumhuriyet kurulduktan çok kısa süre sonra müziğin talanı için “yurt gezileri” başlar:
* İlk yurt gezisi, 1926 yılında olur; Adana, Antep, Urfa dolaşılır. 250 kayıt alınır.
* İkinci gezi, Ankara Devlet Konservatuarı öğretmenleri tarafından 1938 yılında yapılır. Emir üzerine bu geziye ‘uzman’ edası ile çıkılmıştır. Amed ve Maraş arası yoklanır ve 500’e yakın kayıt alınır.
* Üçüncü gezi, 1967’de TRT tarafından yapılır. 2000’e yakın kayıt alınır ve işleme sokulur.
* 1980’e doğru yapılan gezi ve kayıt işlemlerinde ise talan edilen eser ayısı 4 bin civarındadır.
YAKIN DÖNEMİN ÖRNEKLERİ
Celal Güzelses, İzzet Altınmeşe ve İbrahim Tatlıses gibi isimler bu kültürel yağmaya öncülük etmektedir. Yakın dönemden birkaç örnek verelim:
* Seid Gabari, Lorî lorî - İbrahim Tatlıses "Ağam olasan Ömer" olur.
* Hasan Zirek ,Jwani jwani - Suzan Kardaş “Bir dalda iki kiraz” olur
* Ömer Dzayi, Çendi geram lê şaran, “İzmir marşı” olur.
* Erdewan Zaxoyi, Esmerê heta kengê - Müslüm Gürses “Mevla’m bir çok dert vermiş” olur.
* Aram Tigran, Newrozê - Burhan Çaçan “Mendilim yele yele” olur.
* Jamal Mufti, Zara gyan - İbrahim Tatlıses “Didem zara” olur
* Koma Wetan, Cahiltî - Serdar Ortaç “Cahil” olur.
* Marjan, Kevirê Dêl - Ajda Pekkan “Baksana tarihine” olur…
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunun gibi binlerce eser mevcut.
Kürtler için kolektif bir hafıza olan müzik; hiçleştirilerek, çarpıtılarak yok edilmek ve silinmek istenmiştir. Değiştirilmesi yetmemiş, sürekli yasaklanmıştır da. Bugün TRT-Kürdî denen kurum, tüm bu olanları farklı bir formatta, aynı bilinçle tekrar üretmekte ve de(zen)forme etmektedir.
EN TEHLİKELİ SÖMÜRGECİLİK ENSTRÜMANI
Bu yazının genelinde de ifade edildiği üzere kültürel soykırım, yani soykırımın kültürel (maddi manevi değerlerin bütününü kapsayacak şekilde) hali en tehlikelisidir. “Kürt toplumu fiziki katliamlardan çok kültür kırıma maruz kalmış bir toplumdur. Bir toplum açısından kültürel kırım demek, o toplumun kültürünün baskı altına alınması, başkalarınca asimile edilip kendisine mal edilmesi, o kültürün otantik öğelerinin yozlaştırılması demektir. Bir toplumun kültürel değerleri açısından bu üç muameleye bir anda tabi tutulabilecek alanların başında, o toplumun zihniyeti ve düşünce biçimi gelir. Bir toplumun zihniyet ve düşünce dünyası, o toplumun ideolojik alanlarının yeşerdiği mekanlardır. Kültür kırım, belirtilen bütün siyasal söylemleri topluma kabullendirmeye yol açacak maddi ve manevi zemini hazırlamaktır. Bir toplumu sömürge altına almak zor ve şiddetle gerçekleşeceği gibi kültürünü ele geçirerek de gerçekleşir. Kültürel ele geçirme en tehlikeli sömürgecilik biçimidir. Kültürel sömürgecilik, sömürgeciye meşruluk ve yasallık sağlar. Bir toplumu başkalaştırmak bu yolla olur. Bu ele geçiriliş bir toplumu veya halkı madden ve manen işgale hazır hale getirmektir.