Şarlo’nun hiç elinden düşürmediği bastonu, melon şapkası, ikonik bıyıkları ve penguen yürüyüşüyle akıllara kazınan Charlie Chaplin, günümüzde insanlığın varlığını tehdit eden iktidar ve tüketim hastalıklarına o dönemlerde karşı çıkıyordu.
Çocukluğunda yaşadığı yoksulluk ve travmaları dönemleri ileride sinemasına da yansıtan Charlie Chaplin’i ileride ‘komünist’ diye suçlayarak ABD’yi terk etmesine yol açanlar, sonrasında ödül vermek için geri gelmesini isteyeceklerdi.
Oyuncu kimliğinin yanı sıra yazar, yönetmen, kurgucu ve besteci olarak da tanınan Chaplin, sahneyle henüz çocuk yaşta tanıştı.
ZORLU, YOKSULLUK İÇİNDE BİR ÇOCUKLUK
16 Nisan 1889’da İngiltere’nin başkenti Londra’da Charlie Spencer Chaplin adıyla dünyaya gelen Chaplin, oldukça zor bir çocukluk geçirdi. Anne ve babası bir tiyatro, sirk ve müzikhollerde oyuncu olarak çalışan Charlie Chaplin, Londra’nın yoksul semtlerinde yaşamıştı. Chaplin’in henüz 5 yaşındayken annesi Lily Harley ile birlikte şarkı ve danslarıyla sahnede yerini aldığı biliniyor.
Anne ve babasının boşanması ardından annesinin de gördüğü tedaviler nedeniyle ona bakamaması ve babasının 1901’de ölmesi nedeniyle kendisinden 4 yaş büyük olan üvey abisi Sydney’le birlikte kimi zaman sokaklarda hayata tutunmaya çalışmıştı. Sokaklar, bakımevleri ve abisiyle kaldığı mekanlarda geçen hayatı ona sadece kısa bir süreliğine okula gitme fırsatı sunarken, anne babası gibi tiyatro ve müzikhollerde çalışarak yaşamını kazanmaya başladı.
İLK SAHNE DENEYİMİ VE ABD’YE UZANAN YOL
9 yaşındayken ‘The Eight Lancashire Lads’ adlı dans topluluğuyla ilk ciddi sahne deneyimini yaşayan Charlie Chaplin, 14 yaşında ise ‘Jim : A Romance of Cockayne’ adlı bir oyunda iki hafta kadar oynamıştı.
17 yaşına kadar ise Sherlock Holmes adlı bir başka toplulukla ülke çapında turnelere çıktı. Daha sonra Fred Karno gezici kumpanyasıyla Amerika’da 2 yıl turnelere katılan Chaplin, sonrasında ise kalıcı olarak bu ülkeye gitmişti. 1913’te ABD’li tanınmış yönetmen Marc Sennett ile tanışan Chaplin, 1914’te ise Henry Lehrman’ın yönettiği Making a Living (Yaşıyor Gibi Yapmak) adlı tek makaralık sinema filmiyle sinemaya da adımını atmıştı. Bu filmde işsiz olup, düzenbaz bir karaktere sahip bir kişiyi canlandıran Chaplin, daha sonradaki filmlerinde ise Şarlo karakterine hayat verecekti.
SERSERİ ŞARLO’YU TÜM DÜNYAYA SEVDİRDİ
Keystone’un yönettiği 35 kadar filmde rol alan Chaplin, 1918 yılında kendi film şirketini kurarak, birçok önemli yapıma imza attı. Şarlo karakterini ilk kez Henry Lehrman’ın Kid Auto Races at Venice filminde oynayan Chaplin, 1915’deki The Tramp (Serseri) filmiyle de daha geniş kitlelerce tanınır olmuştu.
1917’deki The Immigrant (Göçmen) filmiyle o dönemde Avrupa’dan Amerika’ya giden göçmenlerin dramlarını ise yine Şarlo’yla birlikte sessiz komediye dönüştürmüştü.
Şarlo karakterinin giydiği elbisenin seçimine ilişkin kendi otobiyografisinde yaptığı değerlendirmede, “Herşeyin tam bir zıtlık içinde olmasını istiyordum... Onun kişiliği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama elbiseleri giyer giymez, elbiseler ve makyaj bana onun kim olduğunu hissettirdi. Onu tanımaya başladım ve sahneye çıktığımda artık tümüyle doğmuştu” demişti.
YUMURCAK FİLMİ ASLINDA KENDİSİNİ ANLATIYORDU
1919’da Douglas Fairbanks, Mary Pickford, D. W. Griffith gibi oyuncularla United Artists isimli yapım şirketini kuran Charlie Chaplin, böylelikle kendilerinin çalışmalarıyla finanse ettikleri ve ‘tüm kontrolünü sağladıkları’ bir şirkete sahip olmuştu. Bunu yaparken daha önce çalıştığı sinema salonu sahiplerinin ortaklığı olan First National Pictures deneyiminden ders almıştı.
1921’de oynadığı The Kid (Yumurcak) adlı filmde ise annesi tarafından terk edilen ve tesadüf eseri Şarlo tarafından bulunan bir çocukla hikayesi anlatılıyordu. Hem o dönemde hem de günümüzde oldukça önemli bir yapıt olarak kabul edilen Yumurcak, aynı zamanda Chaplin’in çocukluğundaki hikayesine benzerliğiyle de dikkat çekiyor. Bu film sonradan dünyanın birçok ülkesinde örnek alınan terk edilmiş, haşarı çocuk tiplemelerinin de öncülü sayılıyor.
‘RAHATSIZ EDEN’ EN ÖNEMLİ FİLMİ: ALTINA HÜCUM
Charlie Chaplin’in sanatını icra ederken toplumsal sorunlara, yoksulluğa ve hırslara değindiği bilinirken, belli bir süre sonra onu ‘istenmeyen adam’ ilan ettirecek filmlerinin başında ise 1925 yapımı The Gold Rush (Altına Hücum’ geliyor. Alaska’ya altın aramaya giden Şarlo, burada yaşadığı zorluklar, düştüğü komik durumların yanı sıra hırsları insanlıklarının önüne geçmiş bireylerin zaaflarını işlemişti. Bu film 1950’de senatör Joseph McCarthy’nin adıyla anılan ‘McCarthycilik’ ya da ‘İkinci Kızıl Panik’ olarak da bilinen antikomünist kuşkuculuğun tavan yaptığı bir dönemde Chaplin’in komünizm propagandasıyla suçlandığı yapıtlardan olmuştu.
ENDÜSTRİYEL KAPİTALİZME KARŞI DURDU
Charlie Chaplin’in emeğe bakışını en iyi anlatan filmlerinin başında ise ‘The Modern Times (Modern Zamanlar)’ adlı 1930’lu yıllarda dünya ekonomik krizinin (Büyük Buhran) hüküm sürdüğü dönemleri anlatan filmi geliyor. Fabrika’da çalışan işçilerin ve halkın o dönemde yaşadıkları ağır şartları konu alan film, Chaplin’in devletlerin halkları ezen kötü politikalarına göndermeler yaptığı bir yapıtıydı.
Düzene ağır eleştiriler getirdiği ve endüstriyel kapitalizmi doğrudan hedeflediği bu film, aynı zamanda en iyi politik filmler arasında sayılıyor.
HENÜZ BARIŞ VARKEN NAZİLERİN YAPACAKLARINI ÖNGÖRDÜ
“Bir kişiyi öldürürsen katil, milyonlarca kişiyi öldürürsen kahramansın” sözüyle de bilinen Chaplin, Nazi Almanyası diktatörü Adolf Hitler’in henüz ABD’yle savaşa girmediği 1940 yılında yaptığı The Great Dictator (Büyük Diktatör) filminde, Nazizmin gelecekte yapacaklarını öngörmüştü. O dönem açısından sıradışı kabul edilen ve Nazilerin ‘beyinleri ve kalpleri makineden yapılma insanlar’ olarak tarif eden Chaplin’in bu filmin son sahnesindeki konuşması sinema tarihine geçmesine vesile oldu.
1997 yılında ABD Kongre Kütüphanesi tarafından ‘kültürel, tarihi ve estetik açıdan önemi göz önüne alınan filmin ABD Ulusal Film Arşivi’nde korunmasına karar verilmişti.
The Dictator filmi de, o dönemde Nazi Almanyası’yla barış halinde olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) içinde birçok haksız eleştiriye maruz kalmıştı. Dönemin sağcıları tarafından sert bir dille eleştirilen film, o dönemde sanki barışa zarar veriyormuş gibi hedefe oturtulmuştu.
Charlie Chaplin’in akıllarda kalan bir diğer yapıtı ise ilk kez Şarlo karakterinin olmadığı ilk uzun metrajlı filmi olan Monsieur Verdoux (Mösyö Verdoux) idi. 1947 yapımı filmde yine Büyük Buhran dönemini anlatan Chaplin, buhran sonrasında işini kaybeden eski bir bankacıyı canlandırmıştı. Ailesine bakmak için tanıştığı zengin kadınları kandırıp öldürerek tüm paralarına el koyan Henri Verdoux, normal zamanlarda ise hiç birşey olmamış iyi bir aile babası olarak yaşamaktadır. 1947 Oscar Ödülleri’ne aday gösterilen filmdeki karakterin Fransa’da işlediği seri cinayetler nedeniyle 1922’de idam edilen Henri Désiré Landru’nun hikayesinin anlatıldığı düşünülmektedir.
‘KIZIL PANİK’ ORTAMINDA EN ÇOK HEDEFTE OLANLARDANDI
1952’de antikomünist propagandaların hedefinde iken ömrünün geri kalan 25 yılını geçireceği İsviçre’ye göçmek zorunda kalmıştı. Doğduğu şehir olan Londra’da çekimleri yapılacak olan ve 1972’de Oscar Ödülü’nü kazandığı Sahne Işıkları (Limelight) filmi için yola çıkmıştı. O döneme kadar Amerikan vatandaşlığını almayı reddeden Chaplin’in ülkede kalmasına imkan veren vizesi, 18 Eylül 1952’de RMS Queen Elizabeth gemisiyle yola çıktıktan bir gün sonra ABD Genel Savcısı James McGranery tarafından iptal edilmişti. McGranery, Chaplin’in ABD’ye geri dönebilmesi için ‘politik görüşleri’ hakkında ifade vermesi gerektiğini duyurmuş, “Chaplin’e karşı oldukça sağlam bir dosyanın olduğunu” iddia etmişti.
Oysa 1980’li yıllarda açıklanan Federal Soruşturma Bürosu (FBI) belgelerinde aslında Charlie Chaplin’i suçlayacak pek bir kanıtın olmadığı da ortaya çımıştı. Hatta o dönemde gerçekten vize başvurusu yapmış olsa alabileceği yorumu dahi yapılmıştı.
‘DÖNÜP DÖNMEMEMİN HİÇBİR ÖNEMİ YOKTU’
ABD’ye dönmesine açıktan engel konulan Chaplin ise, 2003’te yeniden yayınlanan kendi otobiyografisinde, şu sözlerle neden bir daha dönmediğini açıklamıştı: “Bu acınaklı ülkeye dönüp dönmememin benim için bir önemi yoktu. Onlara ‘bu nefret dolu atmosferden ne kadar çabuk kurtulursam o kadar iyi olacağımı’ ve Amerikan moral kibirinden ve küfürlerinden yorulduğumu’ söylemek isterdim.”
Chaplin’in ABD’ye dönüşünün engellenmesi bütün dünyada yankı bulurken, ABD dışında filmleri tüm dünyada oldukça ilgi görmeye devam etti.
KOMÜNİZM KORKUSUNUN YERSİZLİĞİNİ ANLATTI
Hayatının geri kalan kısmını geçireceği İsviçre’nin Leman Gölü kıyısındaki Corsier-sur-Vevey’de yaşamaya başlayan Chaplin’in dördüncü ve 8 çocuğunun annesi de bir yıl sonra ABD vatandaşlığını geri verdi. Dünya Barış Konseyi tarafından kendisine verilen Uluslararası Barış Ödülü’nün yanı sıra Çin Halk Cumhuriyeti Başbakanı Zhou Enlai ve Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev’le buluşmaları nedeniyle de antikomünist propaganda devam etti.
1954’te çektiği A King in New York (New York’ta bir Kral)’ filminde ülkesinde yaşanan bir devrim sonrası New York’a kaçan Kral İgor Shahdov’u oynamıştı. Sürgünde Rupert adlı aslında hiçbir yönetim biçimine inanmayan, ancak komünist olmakla suçlanan bir gençle tanışan Shahdov, daha sonra bizzat kendisi komünist olmakla suçlanır.
Chaplin’in canlandırdığı karakter, kendisinin ABD’den kaçmasına yol açan McCarty’ci bir mahkemeye çıkmaya zorlanır ve burada hakkındaki suçlamalar düşer. Bu arada Rupert de ailesinin kurtulması için bildiği tüm isimleri vermiştir ve bundan utanç duyuyordur. Kral Shahdov ise Rupert’e ‘komünizm korkusunun yersiz olduğunu’ anlatır ve ailesiyle birlikte Avrupa’ya yerleşmeyi teklif eder.
TÜKETİCİLİK HASTALIĞINA KARŞI
Kimi yorumcular bu filmde hem ABD’deki antikomünist havaya gönderme yapılırken, aynı zamanda ününün zirvesinde olan Chaplin’in bizzat yaşadığı sürgün anlatılıyor. New York’ta Bir Kral, 1950’li yıllarda Amerika’da giderek yayılan tüketicilik hastalığına değindiği bir film de olmuştu.
1964’te 1957’den beri anılarını kaleme aldığı Hayatımın Tarihi adlı otobiyografisini yayınlayan Chaplin, 1967’de ise Marlon Brando ve Sophia Loren’in başrollerini paylaştığı Hong-Kong Kontesi adlı filmde yardımcı rol aldı. 1930’larda kendi yazdığı bir senaryoya göre yapılan film, Chaplin’in uzun süre sonra ilk kez başrol oynamadığı ilk filmdi.
ABD’NİN ÖZRÜ: OSKAR ÖDÜLÜ
1950’li yıllardan itibaren sağlığı kötüşen Charlie Chaplin, her ne kadar çalışmalarında belirli bir duraksama yaşasa da, on yıllar boyunca emek verdiği yapıtlar, 1970’lerden itibaren ödüllendirilmeye başlandı. 1971 Cannes Film Festivali’nde Fransa Légion D’honneur ödülüne layık görülen Chaplin, ertesi yıl ise Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü aldı.
1972’de ABD’de Akademi Ödülü’ne layık görülürken, bu, o dönem ‘ABD’nin Chaplin’den özür dileme isteği’ olarak yorumlanmıştı. Yıllar sonra ilk kez ödülünü almak için gittiği ABD’deki Oskar töreninde 12 dakika ayakta alkışlanan Chaplin, ödülün tarihinde en uzun süre alkışlanan sanatçı olmuştu.
‘SİNEMANIN YARATTIĞI EN BÜYÜK SANATÇI’
1977 Noel’inde İsviçre’de gece uykusunda hayata gözlerini yuman Charlie Chaplin, çocukluğundan itibaren bizzat yaşadığı ve tanık olduğu toplumsal gerçekleri sessiz bir şekilde dünyaya anlatmayı başarmıştı. Kendisinden anne ve babasına kadar yaşadığı travmaları dahi sahnede ustaca anlatan Chaplin’i değerlendiren sinema eleştireni Andrew Sarris, onun ‘sinemanın yarattığı en büyük sanatçı’ olduğunu vurgulamıştı.
Sinema tarihçisi Christian Hansmeyer ise, Chaplin’in oynadığı Şarlo karakterinin kültürel tarihin önemli bir parçası olduğunu yazacaktı.
ONU EN İYİ ANLATAN SÖZLERİ
Hayatının son 25 yılını Avrupa’da geçirmesine yol açan filmlerden The Dictator’un son sahnesinde Adolf Hitler’in ağzından aslında, dünya görüşünü çok net bir şekilde tarif etmişti. Chaplin, birçok günümüz diktatörünü de tarif eden şu konuşmasını yapmıştı:
“Özür dilerim ben imparator olmak istemiyorum. bu beni ilgilendirmiyor. Hükmetmek veya işgal etmek istemiyorum. Herkese yardım etmek istiyorum. Yahudi, Katolik , Siyahi, beyaz. Hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz. Diğerinin mutluluğu hepimizi mutlu ediyor, hiç kimseden nefret etmiyoruz. Hiç kimseyi aşağılamıyoruz. Bu dünyada herkese yer var. Dünyada herkesi doyuracak kadar zenginlik var; hayat hür ve güzel olmalı.
Biz doğru yoldan çıktık. İktidar hırsı insan ruhunu zehirledi, nefret duvarları ördü, bizi mutsuzluğa ve insan kıyımına mahkum etti. Hızı keşfettik ama yerimizde sayıyoruz. Makineleşme bolluk yerine yokluk getirdi. Bilgimiz bizi saygısız ve yobaz yaptı. Çok düşünüp az hissediyoruz.
Makineden çok insanlığa ihtiyacımız var. Beceriden çok iyiliğe ihtiyaç duyuyoruz. Aksi takdirde şiddet galip gelecek ve hayat yok olacak.
Uçak ve radyo bizi birbirimize yaklaştırdı. Bu icatların temelinde iyilik kardeşilik ve beraberlik var. Şu anda sesimi milyonlarca insan duyuyor. Umutsuz kadın, erkek ve çocuklar... masum insanlara işkence yapan , hapse atan bir sistemin kurbanları onlar. Beni duyanlara sesleniyorum: umutsuzluğa kapılmayın!!!
Mutsuzluğumuzun sebebi hırslı kişilerin insanlığın ilerlemesinden korkmasıdır. Nefret geçer, dikatatörler ölür. Halktan aldıkları iktidar halka geri döner... İnsanlar ölür, hürriyet ölmez!
Askerler! Zorbalara itaat etmeyin. onlar sizi eziyor... Düşünce ve hareketlerinizi planlıyor... sizi koyun yerine koyuyorlar! İnsanlıktan çıkmış beyni ve kalbi makineleşmiş kişilere teslim olmayın. Siz ne makine ne de koyunsunuz! Sizler insansınız!
Kalbinizde insanlara aşk besliyorsunuz, sizde nefret yok. Sevilmeyen insan kin besler.
Askerler! Esirlik için değil, hürriyet için savaşın. Aziz Luka’nın dediği gibi cennetin kapıları insana açıktır. Bir kişiye, bir gruba değil herkese açıktır.
Güç sizin, halkın elindedir. Makine ve mutluluk yaratma gücü... Bu güçle yaşamı hür ve güzel yapın! Harika bir maceraya dönüştürün! Demokrasinin verdiği bu gücü kullanalım. Birlik olup harika bir dünya yaratalım: Herkese iş sağlayan, gençlere umut, yaşlılara garanti veren bir dünya. Yobazlar bunları vaat ederek iktidarı aldılar. Yalan söylediler. Zaten asla sözlerini tutamazlar.
Diktatörler, kendi hırsları için halkı köleleştirir. Biz bu vaatleri yerine getirmek için savaşalım. Dünyayı kurtaralım. Milli engelleri yok edelim. Hırs, kin ve yobazlığı ortadan kaldıralım. Aklın idare ettiği bir dünya için savaşalım. Bilim ve ilerleme herkese mutluluk getirsin.
Askerler! Demokrasi uğruna birlik olalım!”
‘KONUŞURSAM SADECE İNGİLİZCE BİLENLER ANLAYACAK’
Dünyaca tanınmaya başladığı dönemden bir asır geçmesine rağmen akıllarda kalan yegane sinema sanatçılarından olan Charlie Chaplin, belirli dönemlerde sarfettiği bazı sözlerle de kendisini tanımaya yardımcı olmuştu. Sessiz filmleri için “Konuşursam beni sadece İngilizce bilenler anlayacak ama sessiz bir filmi herkes anlayabilir ve dünya Amerika’dan ibaret değil” demişti.
Nobel ödüllü fizikçi Albert Einstein’a söylediği bilinen bir sözü ise şöyle: “Beni anladıkları için, seni anlamadıkları için alkışlıyorlar.”
Yaşanmış dramları komik bir tarzla anlatımına ilişkin ise, “Gülüşlerim, acılarımı örtmeye çalışan ağır işçilerdir” demişti.
Yine yıllarca komünist olduğu için hedefte olduğunu bilen Chaplin, “Benim geçmişteki ve halen sürmekte olan en müthiş günahım, geçerli görüşlere uymayan bir kişi olmamdır” diye ifade etmişti.