Berwar Dêrsim’in yolu

Berwar Dêrsim, 1999’dan 2024’e kadar süren 25 yıllık mücadelesinde, dağlarda verdiği savaşla, aşkı ve sözü özümseyerek tarihe adını yazdırdı.

Rivayet edilir ki, yürek nefesi köprü yaptığında tüm kâinat saygı duruşuna geçer ve söze şahitlik edermiş. O yüzden, söze ihanet eden iflah olmazmış bir daha. Ne yer ne gök kabul etmezmiş sözünden döneni. Bundanmış dağı taşı kendisine şahit edenlerin, ölümüne söze sahip çıkışları. Çünkü bilirlermiş, dağın şahitliğinde verilen sözden asla dönülmezmiş.

Kavli söz olup dudaklarına sökün ettiğinde yüreğini avuç içlerinde hissediyordu. Haykırmaktaydı: “Li ser al û çeka xwe, li şeref û rumeta xwe mirovahiyê...” Yüreğindeki kan yanaklarından fışkıracak gibiydi. Alnında elmas misali parlayan ter damlaları, cahile bile açık ediyordu, nasıl da büyük bir yükün altına girdiğini. Yükü ağırdı. Ezelden ebede koşması gerekiyordu elindeki meşaleyle. Durmaksızın, nefes nefese. Ezelden ebede tüm karanlıkları aydınlatacak, kötülük tohumlarını söküp alacaktı zamanın ve mekânın bağrından.

İlk kez yola düştüğünde, göz gözü görmüyordu. Yürek yüreğe değmiyordu. Ses boşlukta kırılıyor, söz tüm anlamını uçurumların belirsiz derinliğinde yitiriyordu. Umut, kirli bir suyun girdabında nefessiz bırakılıyordu. İnancı ise ara ki bulasın. Kayıplara karışmış, çoktan faili meçhul olmuştu bile.

Yıl 1999’du.

Umut esaret altına alınmıştı. Ve Seyran, öfkesini kuşanmış, yola düşüyordu. Çağın umuduna karşı açılan savaşta şimdilik elinden gelen en iyi şey baştan aşağı öfke bilenmekti. İntikam yeminleri ederek adımlarını sıklaştırdı. Xinêre’nin zozanlarında bir gerilla ile karşılaşmayı umuyordu; bir süre arandı. Gerillayı öyle ulu orta bulamayacağını anlayınca da kuytuluklara yöneldi. Karşısına çıkan hiçbir patika ise onu çağırmıyordu. Karanlık bastırıyordu ve gittikçe zorlaşıyordu her şey. Ama o, pes etmemeye kararlıydı. Biliyordu çünkü kadersel anlarda hayat bir kez daha insanı denerdi. Her şey zorlaşırdı o zaman. Yollar ırak olurdu. Bilinen, sır olurdu. Karanlık çöker, korkular arz-ı endam ederdi. Ama cesaretini yitirmedi. Serhed’in asiliklerinde şekillenmiş kişiliği ona dağ kanunlarını hatırlattı. Daha yolun başında pes edenlerin yeri değildi dağlar. Pes etmeyecekti. Sezgilerine güvenecek, hislerine göre hareket edecek ve kendisine doğru geldiğine inandığı ilk patikadan ilerleyecekti. Sonunda, üst üste dizilmiş taşların olduğu, yön tayin eden bir patikada karar kıldı. Birden yüreğinin hızlandığını hissetse de üzerine çöken yorgunluktan dolayı bu heyecanı fazla önemsemedi. Ve sonunda, hislerinin onu haklı çıkardığını anladı. Karşısına, Agirî’yi andıran bir gerilla çıkmıştı. Daha sonra öğreneceği ki kendisi de Wanlı olan bu kadın gerilla Leyla Agirî’den başkası değildi. Şahin bakışlarının ardında gizlenen gülümsemesiyle daha ilk anda yüreğine akmıştı Leyla Agirî. Tanrıçalar diyarına varmıştı. Kavmine kavuşmuş kayıp misali huzurluydu. Coşkusu, heyecanı, sevinci görülmeye değerdi. Kök salacağı toprağı bulmuştu. Ve gıdası sevgi, yoldaşlık, aşk olacaktı büyürken bu toprakta. Agirî’nin heybetli kızı Leyla’nın ellerinden tuttu. Omuzunu omuzlarına dayadı ve yürüdü. Tam yirmi beş yıl. Xinêre’den Dersim’e, Qendîl ve Glîdax’a...

Ama öncesi söz vardı: “Sond dixwim, sond dixwim, sond dixwim.” Kürtler’de söz verilmez, içilir. Tıpkı ekmek ve tuz gibi, kutsal su gibi ete, kana, ruha işlenir. Tam üç kez tekrarladı. Üç kez sözünü kana kana içti. Damarlarında akan kana sözünü kattı. Söz artık onun dışında değil, içindeydi. O artık sözün kendisiydi. O artık söze anlamını yeniden hediye eden APO klanının en yeni üyesiydi. Yeni bir adla doğuşu kutsanacaktı birazdan. Adı Berwar olacaktı. Seyran, bu anlarda çoğaldığını duyumsadı. Birkaç düzlemli evrenin ötesine taşındığını hisseder gibi oldu. Az önce verdiği sözün üzerine düşünmeye başladı. Bir söze bağlı kalmak için ne gerekirdi? Sonsuza dek, ölümüne dek bağlılık yemini ettiği değerleri bir kez daha, bir kez daha düşündü. Önderliğe söz vermişti. Şehitlere, zindanda direnen yoldaşlarına, halkına ve yoldaşlarına söz vermişti. İbadet edercesine üç kez tekrarlamıştı. Bunları düşünürken, yüreğinin bir anda büyüdüğünü hissetti. Yüreğine henüz akın eden aşkı tüm keskinliğiyle duyumsamaya başladı. Aşktı sözü anlamlı kılan. Bunu hemen o anda anladı. Evet, her şey sözle başlamıştı. Ama sözü taşlara kazıtan, şiir yapıp ruhun deryasına salan da aşkın ta kendisi değil miydi?

Hani üzerine çok konuşulan, şiirlere ilham olan, romanlara konu edilen aşk... Her seferinde kendi gerçekliğini yaratan, ilmek ilmek örülmüş mısraların satır aralarında saklanan... Her şey ve herkes gittiğinde bile hiç gitmeyen, zamanla sınanan, sadakatle anlam bulan... Hem, içinde aşkın olmadığı bir yaşam mümkün müydü? Ya da aşkla verilmemiş söz tutulabilir miydi? Öyleyse Zîn û Mem, Leyla ile Mecnun, Mevlâna ile Şems ya da Derwêş ile Adulê nasıl destanlaşmıştı? Hangi acılara göğüs germişlerdi? Hangi kör kuyularda kaybolmuş ve yeniden nasıl vuslata ermişlerdi? Elbette aşk ile. Ve aşk bedel isterdi. Zorluklar aşılmadan, kendin olmaktan çıkmadan ve yine kendine dönmeden aşk uğramazdı sözün yanına. Aşk; söz olmaz, destanlaşmaz, dilden dile dolaşmazdı. Yani sözü söz yapan aşkın ta kendisiydi. Aşk, sözün özüydü.

Aşka kardı sözünü ve yüreğine sevgilinin yüzünü nakşeyleyip yola düştü. Dêrsim’e vardığında artık yetkin bir aşk savaşçısı olmuştu. Suya usulca inen pezkovîlerin sabahında bir taş ardına saklanır, uzun uzun pezkovîleri izlerdi. Her hareketlerini en ince ayrıntısına kadar takip eder, her “rojbaş”ta yeni bilinçlere uyanırdı. Kürtler’in dağlı bir kavim olduğunu biliyordu. Ama kadınların pezkovî kavminden olduğuna dair düşünceleri ilk kez duyuyordu. Hele ki Dêrsim halkı için pezkovîlerin öldürülmesinin günah sayılması onu derinden etkilemişti. Rivayet edilirdi ki, pezkovîlerin intizarı tutardı. Bundan dolayı canı alınan her pezkovî, kendisiyle birlikte bir canı da götürürdü. Rivayetlere hemen inanmaz ama içindeki hakikati de göz ardı etmezdi. Bulduğu her bilgi kırıntısında kadın ve doğa arasındaki bağı çözümlemeye girişir, toplumsal hafızanın devasa olanaklarından sonuna kadar faydalanırdı. Özellikle Dêrsimli bilge anaların anlatımlarını kaçırmıyordu. Pezkovî kehaneti gerçekleşmişti. O da buna tanık olmuştu pek çok kez. Animist düşünceye dayalı bu tür düşüncelerin ana kültürüyle bağı dikkatini çekmeye başlamıştı. Çobanları, çiftçileri, köylüleri herkesi ama herkesi dinliyordu artık. Toplum iyi bir öğretmen olmuştu kendisi için. Öğrendikçe, zihniyet kalıpları kırılıyor, özgür yaşamı yaratan aşkın anlamına daha fazla kavrıyordu. Dağ kavminin sırrı pezkovî hikayelerinde saklıydı. Ana toplumsallık, önce usulca su içen pezkovîlerin kanîlerinde avlanmıştı. Bunu anlamıştı. Ve artık biliyordu: “Sömürgenin gölgesinde aşk imkânsızdı.”

Sömürgeciliğe böylesine görkemli vuruşu da buradan geliyordu. Wan’ın Elbak ilçesinde yaşama açılmıştı gözleri. Feodal kültürün en derin yaşandığı böylesi bir toplumsallıkta sınırları aşıp dağlara gelmişti. Söz vermiş ve sözüne sadık bir aşık olarak da sözün gereklerini her yerde yerine getirmişti. Dervişane yaşamıyla, sömürgeciliği darbelemedeki ustalığıyla kadınların aşkı nasıl kazanacağının emsalsiz bir örneğine dönüşmüştü. Ve artık herkes onu “Berwar Dersim” olarak tanıyordu. Dersim onu yaratmıştı. Direngen, zeki, güçlü bir gerilla komutanı olarak dönmüştü Medya Savunma Alanlarına. Ve aşk ilkesi Zîlan’ın mekanına.

Zîlan’ın mekanı, yeniden yaratımın durağı olmuştu onun için. Düşmana vurdukça keskinleşen zekâsı, askeri dehası burada Zîlan’ca çıkışların kaynağına dönüşecekti. Zîlan’ın nasıl olup da aşk ilkesine dönüştüğüne bir kez daha şahitlik edecekti. Zîlanlaşma yolunda olan fedailerin komutanı Axin’i tanıdı burada. Herkesin yüreğinde bir parçaya dönüşen Aryena’yı tanıdı. Heybetli komutan Şervan’ı tanıdı. Direnişlerin komutanı Cumali’yi tanıdı. Özel kuvvet çalışmalarında yer almanın sorumluluğu ile yeni dönem gerillacılığının geliştirilmesi için onlarla birlikte canla başla emek verdi. Onlarca fedai yetiştirerek sömürgeciliğin beynini paramparça etti, sömürgeciliğin korkulu rüyasına dönüştü. Her an gelişim halinde olan demokratik modernite gerillacılığının temellerinin atılmasında önemli bir misyon sahibi oldu. Ve ardından Serhed’e yolculuğu başladı. O, Serhed tarihinin en eylemci komutanı olacaktı. Tarihe adını böyle yazdıracaktı. Yola çıktığında elbette bunları bilmiyordu. Tek tek yoldaşları ile vedalaştı. Kimisi ona iplerden yaptığı ‘bazinları’ hediye etti. Kimisi onu koruması için günlerce uğraşıp, deldiği taşlardan yaptığı nuskaları. Usulca okşadı avuçlarına bırakılan hediyeleri. Zaman daralıyordu. Bir saniye daha kalamazdı. 2016 yılıydı. Sur’dan, Cizre’ye Kuzey Halkı ateş altındaydı. İşgalciliğin pervasızlaşan saldırıları, silahsız, sivil halka karşı orantısız güç kullanımı karşısında bir tavır sahibi olmak gerekiyordu. Ve elbette yılların komutanı en sert tavrı koymak için yola çıkmıştı.

Çünkü o bir aşıktı. O, bir sevgi deryasıydı. Aşkın anlamına en uygun şekilde nasıl yaşanacağını daha sözünü verdiği o ilk günde belli etmişti zaten. Sözünü aşkla vermişti. 25 yıllık yürüyüşünde bu ilkeden bir an olsun taviz vermemişti. Heyecanı, yoldaşlarıyla kurduğu bağları öylesine derindi ki bu ancak aşk kavramıyla tanımlanabilirdi. Ve yine en güzel kendisi tanımlamıştı kendisini. Glidax’ın komutanı şöyle demişti bir keresinde: “Toplumsallığı, yaşamı kadınca sevmek büyük hedeftir. Karşılığı büyük sorumluluk duygusu, bilinç gücü ister. Yorulmaksızın tüm geriliklerle mücadele edip savaşmaktan geçer. Her zaman yenisini yaratma uğraşı ister. Pes etmeden, yılmadan, seçici olmadan ve bencillik göstermeden... Sevmek, her şeye sevgiyle bakmak, doyasıya yaşamak, sevgi seli olabilmek, bütün ırmak ve derelere akabilmek… Nasıl ki suyun akışı karşısında hiçbir bent duramıyorsa, sevginin önünde de duramaz. Sevginin sınırı yoktur. Su bir yatak bulduğunda durur ama sevgi sonsuz, aşk gibi sonsuz akar. Bitmeyen doğasal bir güç ve enerjidir. Bu enerjinin her zaman yürekten yüreğe aktığına inanırım. En zor anlardan tutalım en birbirini anlamayan anlara kadar hep vardır ve hep olacaktır. Benim Önderliğe, Şehitlerimize, halkımıza, yoldaşlarıma, ezilen ve direnen kadınlara karşı sevgim sonsuzdur.”

Çağın umuduna karşı açılan savaşta taraf olmanın gereğini hissederek çıkmıştı dağlara. Ardından kadın varoluşunun gereklerini duyumsamıştı. Kadınca direnişi Önderlikle bağdaştırma derinliğine ulaşmıştı. Böylesi bir fikrin felsefesi ile uzmanlaşmış, savaşkan bir kadın olmuştu. Hep hatırlatmıştı kendisine: İbrahim’i yakan kara cehaletti ve O, bir tutam aydınlık uğruna girişmişti en imkânsız savaşlara. Başarmıştı da. Attığı her adımda ilkenin komutanı olmuştu. Sözü özü bir, fikir, zikir, eylem birlikteliğinin Apocu ifadesine dönüşmüştü dağlarda. Hiç unutulmayacak ve hep anılacak olan Berwar Dêrsim’di. Kadınların umudu, halkının kahramanıydı. Çünkü O, söze sonuna kadar aşkla bağlı kalmayı bilmişti. Bu yüzdendi böylesine sevgi seli oluşu, böylesine tevazuyla sevilmesi.