Engin: Kapitalizm çözümsüz kaldı

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, kapitalizmin tüm çözüm paketlerinin korona karşısında iflas ettiğini belirterek, bunalım ve kaos üreten devletçi sistemleri ciddi bir şekilde sorgulama anı yakalandığını söyledi.

Kapitalizm iflas ederken komünalizmin, insanlığın biricik yaşam umudu ve biçimi olarak yeniden insanlığın gündemine girdiğini savunan Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, yapılması gerekenin; sadece zorlu süreçlerde değil, her zaman ortaklaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı ve yardımlaşmayı daimi kılmasını bilmek olduğunu belirtti.

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, ANF’nin sorularını yanıtladı.

İçinden geçilen süreçte kapitalizmin kendini sürdürmek için izlediği politikaları ve yaşanan genel krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dikkat edersek son yıllarda sağcılar dünyanın her yerinde yükselişe geçmişti ve halen de bir şekilde geçiyorlar. Doğası gereği sağcılık; milliyetçilik, dincilik ve cinsiyetçilik üzerine yükselen değerlere dayanarak var oluyor. Milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik (dindarlık demiyoruz) dar ufuklu oluşu ifade ettiği için evrenselden uzaklaşmayı daha fazla tikelleşmeye yani yerelleşmeye kayış olduğu için önemli ölçüde hoşgörüsüzlüğü, erilliğe ve doğası gereği de başka olanlara karşı saldırganlığı ifade ediyor. Sağın en rafine halini zamanında Hitler, Franco, Mussolini gibi kişilikler sergileyerek, sağın ne olduğunu –milyonlarca insanın ölümüne yol açarak- çarpıcı bir şekilde insanlık dışı uygulamalarıyla göstermişlerdi.

Zamanında faşizmin gelişimi, kapitalist sistemin tıkanması sürecine denk gelmişti. Daha doğrusu kapitalist modernist sistem, 1929 buhranında kendisini faşizan iktidarlarla restore ederek güçlü bir şekilde geri dönmeyi planlamıştı. Biliyoruz ki, kapitalist sistem bir şekilde o yıllarda kendilerinin teşvik ettiği bu faşizan iktidarların sayesinde bir şekilde toparlamış ve yeniden etkili bir hale getirilebilmişti. Sağın yükselişe geçişini buna benzer bir sürecin yaşandığına işaret olarak almak yanlış olmayacaktır.

Kapitalist modernist sistem, ciddi bir biçimde tıkanmıştır. Yaşanan devasa sorunlara kapitalizmin en etkili gücü olan liberal ideoloji ya da liberalizm cevap olamamaktadır. Olamamanın da ötesinde liberalizm; var olan sorunları ötelemesi, üstünü örtmesi, uzlaştırması ise sorunları derinleştirmiştir. Kapitalizmin kendisini en etkili bir şekilde var edebilmesinin mucizevi silahı ‘ulus devlet’ti. Ulus devlet modeli ile kapitalizm kendisini neredeyse dünyanın tümüne yaydı. Elbette kapitalist modernist sistem, en fazla da bilimciliği ile endüstriyalizm ve sermayeyle kendisini ayakta tutmuştu.

Ne var ki; kapitalist modernist sistemin üç saç ayağı aynı zamanda onun çıkmazını da kendisiyle beraber getirmektedir. Ulus devlet, milliyetçilik ile insanlığın başına tam bir belaya, endüstriyalizm ile dünyamız yaşanamaz hale, paradan para kazanma yöntemi ile ise insanlığın tüm değerlerini çalan bir canavara dönüşmüştür. Bu ise ciddi bir toplumsal kriz demektir.

I. Dünya Savaşı, esasta var olan değerleri yeniden iktidar güçleri arasında bir paylaşım savaşıyken, II. Dünya Savaşı ise tıkanmış olan kapitalist modernist sistemi restore ederek etkin hale getirme savaşıydı. Resmen 1990’larda başlasa da daha geniş bir şekilde ise 2003’ten bu yana devreye girmiş olan III. Dünya Savaşı ise her ikisinden farklı olarak devletli sistemin ve onun son temsilcisi olan kapitalist modernist sistemin krizini aşma savaşıdır. Daha açık bir ifadeyle ulus devletin/devletli sistemin krizidir. Ancak biliniyor ki, yanlışlar doğru yaşanamayacağı gibi, bildik ve bilinen yollar ise bildik ve bilinen yerlere çıkar. Devletli sisteminin krizini yeni devletler kurarak aşmaya ya da devletli sistemi bir şekilde restore ederek varlığını sürdürme çabaları yeni bir şey getirmeyeceği gibi var olan krizi daha da derinleştirmektedir.

Hatırlayalım; 1990’larda Tarihin Sonu’nu büyük bir kibirle kapitalizmin yani liberalizmin zaferini dünyaya ilan edenler, şimdi tam bir şok yaşıyor. Şokun da ötesinde zihinleri kireçlenerek tam bir akıl tutulmasıyla travmalar yaşıyor.

Dikkat edersek, liberalizm ve onun mucizevi silahlarından olan ulus devlet çatırdarken, dünya kaotik durumları yaşamaktadır. Bu ise büyük hoşnutsuzlukları başta olmak üzere fakirleşmeleri, işsizleşmeleri, tedirginlikleri derken ileri düzeyde toplumsal sorunları hatta vahşet uygulayan birçok hareketi de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda dünyanın birçok yerinde krizler giderek daha derinleşmektedir. Bunca sistem karşıtı hareket bunun için mantar gibi dünya çapında boy vermektedir. Trump yeni seçildiğinde 5 milyon kadının birdenbire sokaklara inerek, seçilmiş bu kişiliğe karşı protestolar geliştirmesi bununla ilgiliydi. 8 Mart sürecinde dünya genelinde Kadınların Büyük İsyanı da öyle. Yine El Kaide, DAİŞ gibi terör estiren örgütler, böylesine bir zeminden doğuyor. Bilinsin ki, böyleleri kapitalizmin “gübreliğinden” yeşerdikleri için izledikleri yol ve yöntemler aynen kapitalist modernist güçlerin izledikleri yol ve yöntemlerdir. Kapitalist modernist güçler, yüzlerini en arı haliyle Latin Amerika halklarına karşı işledikleri kıyımlar başta olmak üzere katledilen 6 milyon Yahudi’nin kıyımında göstermişlerdi. DAİŞ’in yaptıkları, zamanın emperyalist güçlerinin aynısıdır. Fark; sadece coğrafya ve işleyenlerin dayandıkları inanç kültürleridir. Özcesi, dünya ciddi bir krizi yaşamaktadır.

Nedir tam olarak bu kriz, kaynağını nereden alıyor ve sizce nasıl aşılabilir?

Bu kriz, son 5000 yıllık devletçi yapının krizidir. Son 500 yıllık kapitalist modernite, bu devletli yapıyı daha derinlikli bir şekilde sürdürmenin ötesinden başka bir şey değildi. 21. yüzyılda bu kez kapitalist modernite daha derinlikli bir krize girmiştir. Kapitalist modernitenin kendisi kriz demektir. Krizle yürüyen bu sistemi, 150 yıldır bir şekilde kapitalizmin ‘mezhepleri’ olan sosyal demokratlar, ulusal kurtuluş hareketleri, reel sosyalist hareketleri ayakta tuttu.

Krizi aşmanın yolunu ise kapitalist modernist güçler; etkili, sert, tekçi uygulamalarda buldukları için -yaşanan krizlerle bağlantılı olarak halkların yaşadıkları hoşnutsuzlukları da kullanarak- sağcılar yükselişe geçmişlerdir. Sağcılığın da ötesinde tekçi, otoriter hatta faşizan bu yapılarla kendini yaşatmaya çalışmaktadır. Türkiye, ABD, Rusya, Macaristan, Çin, Filipinler, Venezüella, Brezilya ve benzeri birçok yerde yaşanan bu gerçekliktir.

Korkunun ecele faydası yoktur, özdeyişine denk olarak belirtelim ki bilinen yol ve yöntemler ile yanlış örülmüş yaşamların gidecekleri yerler, yeniden kriz ve bunalımlar olacağı için belki de ilk kez bunalım ve kaos üreten devletçi sistemleri ciddi bir şekilde sorgulama anı yakalanmıştır.

Bu bağlamda, kapitalist modernist sistem, kendisini sağ-muhafazakâr iktidar güçleriyle yeniden gözden geçirerek varlığını devam etmek istese de sağ-muhafazakâr güçlerinin, Erdoğan örneğinde görüldüğü gibi; Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da estirdikleri terör, faşizm ve soykırım her geçen gün halkların öfkelerini bileyecek, hırslarını körükleyerek daha fazla bir araya getirerek faşizan rejimlere karşı çıkarak direnişe geçmelerini sağlayacaktır. Kaldı ki koronavirüsü salgınında çok ilginçtir ki, sağcı, tekçi ve otoriter olarak tanımladıklarımız benzer özellikler göstererek, bu salgını kendilerine fırsat bilerek daha fazla saldırgan politikalar izleyerek, zenginleri daha zengin yapma peşinde, fakirleri ise ölüme terk ediyor.

Evet, dünya çapında sağın yükselişi kapitalist modernist sistemin iflasının ilanı olurken, devlet dışı yapıların, anti-milliyetçi, anti-dinci, anti-cinsiyetçi ve anti-bilimci (anti-bilim değil, bilimci) yapıların toplumculukları ve devlet dışı çözüm formasyonlarıyla ilk kez evrensel düzeyde kendilerini daha etkili bir şekilde hissettirecekleri bir süreç her zamankinden daha fazla mümkün hale gelmektedir.

Koronavirüsü birkaç aydır dünyada genel gündemi etkilemiş durumda. Gittikçe yayılıyor ve çok sayıda insan öldü. Koronavirüsün ve benzeri hastalıkların bu denli yayılmasında, insanlığı etkilemesinde kapitalizmin payı nedir?

Kapitalizm için en masumane tanımlama, toplumsallığı dağıtarak bireylerini atomize etme sistemidir. Dolasıyla insanlığı var eden en temel değerlerinden uzaklaştırarak, toplumsallığa yöneltilmiş en büyük saldırı ve tehlikedir.

İnsanlık toplumsallıkla var olmuştur. Toplumsallık ismi üzerinde toplum, yani ortaklaşarak var olma olayıdır. Fransızlar buna komün ya da komünal yaşam, diyor. Komünizm kelimesinin kökeni de ortakçı, toplu, birlikte yaşamı ifade ediyor. Ari ya da İrani dillerinde kom ortak ve topluluk demektir ki, muhtemelen Fransızların komünü ve komünalizmi de buradan kaynağını almaktadır. Kom olmadan insanlığın bugüne gelemeyeceği herkesin üzerinde anlaştığı ve uzlaştığı bir tespittir. Kom olarak insanlık var oldu ve bugünlere geldi. Kapitalizm ise anti komcudur. Kom varsa kapitalizm yoktur, kapitalizm var ise kom yoktur. Dolasıyla kom ve kapitalizm uzlaşmazdırlar.

Kapitalizmin koma yani topluma ve topluluğa müdahale edebilmesi için onu dağıtması gerekmektedir. Ne kadar komu dağıttırsa ve ne kadar komu birey haline getirebilir ise o kadar kapitalizm başarılı olmuş demektir. Bu ise toplumsallığın özüne bir saldırıyı ifade etmektedir.

Buna en iyi örnek GDO’lar gösterilebilir. Genetiği Değiştirilmiş Organizma gerçekliği doğal olana müdahale ederek organizma ile oynama esasında tabiat ile oynamadır ki, tabiatla oynamanın tarihte insanlığın başına neleri getirdiği az çok biliniyor. Tabiatla oynandığında insanlığın büyük tehlikelerle yüz yüze kaldığı herkesin ortak tecrübesidir. Her tabiat ile oynama, tabiatın kendisini savunma mekanizmasıyla sert geri dönüş ya da geri vuruş olarak yaşayarak öğreniyoruz.

Hiç şüphe yok ki, kapitalizm sadece genetikle oynamıyor, kimi zaman tabiatta var olmayan Frankensteinlar da yaratabiliyor. Var olmayan bir geni suni olarak var ederek insanlığın başına neler getirdiğini az çok biliyoruz.

Özcesi, tabiatla ile oynamanın bedeli her zaman ağır olmuş ve olmaya da devam ediyor. Kapitalizmin kendisi de özü itibariyle toplumsallıkla dolasıyla tabiatla oynama olduğu için öngörülemez korkunç hastalıklar üretmiş ve halen de üretmeye devam ediyor.

AİDS’ten koronaya kadar tümü kaynağını kapitalizmin kar elde etmek için yeniden yeniden tabiata ve topluma biçim vermek için müdahale etme eylemlerinden almaktadır. Bu eylem biçimi ve biçimleri özü itibarıyla hastalık üretiyor ki, Kürt Halk Önderliği bu hastalıklara kanserleşme demektedir. Kanserleşme sadece bildiğimiz kanser değildir. Kanser adım adım vücuda yayılan ve bünyeyi içten fethederek zayıf düşürerek zapt eden bir işleyişe sahiptir. Dolasıyla kapitalizm başta sona kanservari tarzda topluma ve tabiata karşı işleyen bir saldırıdı. Kapitalizmin kar mantığıdır.

Daha rafine bir anlatımla: “Sadece en sorunlu toplumu yaşamıyoruz, bireyine de hiçbir şey vermeyen toplumda yaşıyoruz. Yaşadığımız toplumlar sadece ahlaki ve politik dokularını kaybetmiş değiller, varlıkları da tehdit altındadır. Eğer günümüzde sorunlar bilimin tüm gücüne rağmen sürekli büyüyüp derinleşiyor ve kansere dönüşüyorsa, o zaman toplum kırım sadece varsayım değil gerçek bir tehlike demektir.”

Dahası: “Şehrin sermaye ve zor örgütlenmesi olarak bürokratik demir kafes kendi içindekilerle birlikte AIDS ve biyolojik kanserleşmeleri çoğaltırken, daha vahim bir gelişme olarak tüm iç yapılanmaları ve doğal çevresiyle toplum doğasının kanserleşmesi evresine girilmiştir. Kalın çizgilerle ortaya konulan bu gerçeklerde abartma olmadığını anlamak için, dünya sisteminin son dört yüz yılındaki savaşlara, sömürgeciliğe, toplumun tümüne yayılan savaş durumuna ve çevre felaketinin güncel haline bakmak yeterlidir.

Modernitenin benzersizliği olarak ikinci tekil olan endüstricilik, ‘Siyam ikizi’ olduğu kapitalizmle birlikte sadece moderniteye damgasını vurmakla yetinmiyor; modernite aracılığıyla sadece ekonomik bunalımlara yol açmakla kalmayıp, toplumun tüm hayati dokuları ve unsurlarında yaşanan kanserleşmede başrol oynuyorlar.

Sözü edilen bu kanserleşme özü itibarıyla dile getirdiğimiz topluma, onun yaşam biçimine ve doğalitesine müdahale sonucu ortaya çıkan ve insanlığın başına bela haline getirilmiş olan neredeyse tedavi edilemez bir hastalık olmaktadır.

Devletleşme sürecinde kentin rolü çarpıtılmıştır. Yönetici sınıfın üssü konumuna dönüştürülen kent, tarihsel süreç içinde köy-tarım toplumu ve ekoloji aleyhine bir yapılanma ve zihniyet kazanmıştır. Üretici sınıfla birlikte tüccar sınıfının merkezi bir konum kazanması üzerine, kent toplum aleyhine bir işlevsellik yüklenmiştir. İlk ve ortaçağlarda sınırlı olan kentin bu olumsuz işlevleri moderniteyle birlikte çığ gibi büyümüştür. Sanayi devrimiyle birlikte kanser gibi büyüyen kentler geleneksel toplumu yıkım merkezleri olmuşlardır. Sanayi kenti, kent değil; kentin kentsizleşmesi, kent olmaktan çıkarılmasıdır. Milyonluk kentler bir yana, yüz bin nüfuslu kentler bile kent mantığına terstir. Milyonluk tek kent olmaz, toplam nüfusları milyonu bulan kentler olur. Eğer bir yerde beş milyonluk bir kent varsa orada gerçekten en az 50 kent var demektir. Kentin toplum için yıkıcı özelliği bu gerçeğinde saklıdır. Normal toplumlar böylesi kentleri taşıyamaz, çevre ise hiç taşıyamaz.

Bu tür kentlerin sayısal büyümelerinin altındaki mantık kapitalist olmayan toplumun sömürgeleştirilmesi, iktidarın çoğaltımı ve orta sınıfın yönetici konumuna yükselmesidir. Her üç gelişme de ahlaki ve politik toplumun tasfiyesiyle gerçekleşir. Bunlar sadece köy-tarım toplumunu ve göçmen toplumları tasfiye etmez; kentin olumlu işlev sahibi geleneksel kesimleri olan sanatkârlar, zanaatkârlar, aydınlar ve diğer emekçileri de hem maddi hem de manevi kültür olarak tasfiye sürecine sokar.

Şehir toplumundan şehir kitlesine geçiş yaşanır. Kırsal alan ise varoşlara taşınarak, daha çok kontrol altına alınmış bir sömürge konumu kazanır. Devlet ve sermaye tekeli kenti, kent de kırı yutmuştur. Toplum olmayan toplum ise çevreyi yutmuştur. Kenti taşıyacak ne kırsal toplum, ne çevre, ne de geleneksel kent emekçi ve aydınları kaldığına göre, ortaya çıkan durum bir kez daha kriz ötesi durumdur.”

Unutulmasın ki; ”Sadece çevre felaketleri değil, gerçek bir toplum kırım bu kent kanserleşmesiyle birebir ilişkilidir. Değil bir bölge, bir ülkenin bile taşıyamayacağı çok sayıda kentle dünyanın ekolojik dengesinin ölümcül darbeler aldığı bilimlerin ulaştığı ortak bir tespittir. Topluma dayatılan tasfiyeciliğin göstergeleri ise ur gibi büyüyen yönetici orta sınıfın yıktığı ahlaki ve politik toplum dokularıdır, çoğalmış işsiz kitledir, sorumsuz vatandaş kalabalığıdır.”

Kapitalizmin bilinçli bir şekilde ortaya çıkarmak istediği sonuç işte tam da budur. Dikkat edersek, dünya artık kendisini taşıyamaz haldedir. Dünyaya ve insanlığa o kadar müdahale edilmiştir ki, yaşayabilmek, insanlıktan daha doğrusu kapitalizmin geliştirmek istediği insanlıktan hesap sormak için reflekslerini harekete geçirmektedir.

Koronavirüsü dedikleri salgına bir de bu yönüyle bakarak, kapitalist sisteminin bizatihi insanlığın başına bela haline getirdiği bir hastalık ve salgın olduğu iyi görülmek durumundadır.

Bunu söylerken kapitalizmin onun kar amaçlı sisteminin bu hastalığı-salgını bilinçli çıkartıp çıkartmadığından söz etmiyoruz. Son tahlilde bilinmesi gereken husus; kapitalizmin doğa, doğanın temel taşları olan genetiği ile o kadar oynamasını, kaldırılamaz kirliliğe yol açan endüstriyalizmi, taşınamaz şehirlerinin yol açacağı sonuç, bu salgın ve felaketlerdir.

Kürt Halk Önderi’nin bu tür salgınlara dönük yaptığı değerlendirmeler var. Toplumsallık vurgusu ön plana çıkıyor. Bu değerlendirmeleri, bugün nasıl anlamak gerekir?

Dünyamızda koronavirüsü hastalığı başını almış gidiyor. En iyimser tahminler yüz binlerce insanın yaşamını yitireceğidir.

İnsanlık tarihinde bilinçli ya da bilinçsizce olsun insan eliyle oluşturulan hastalıklar kimi zaman milyonlarca insanın ölümüne yol açmış. Buna örnek beyaz adamların Amerika’da kırmızı adama bilinçli bir şekilde bulaştırdığı Çiçek hastalığı sonucu on milyonca insanın yaşamını yitirişidir. Benzer bir şekilde İspanya Gribi diye bilinen hastalığın yol açtığı sonuçlardır. Ve tabi veba diye bilinen salgına ise Avrupalıların kendilerini çok akıllı bilen ve eril zihniyetle donatmış olan kilise babalarının cadıların kendilerini kedilere dönüştürmelerini iddia ederek Avrupa’da kedi avına çıkmalarıdır. Sonuç; Asya’da bir şekilde Avrupa’ya hastalık taşıyan bir farenin ya da birkaç farenin, Avrupa toplumuna bulaştırması sonucu, -kediler de kilisenin sapkın dogmatikleri tarafından katledildikleri için,- Avrupa’da neredeyse insan kalmamıştı.

Benzer hastalıkları son yüz yılda daha doğrusu yakın zamanda da gördük. AIDS’ten 30 milyon insanın öldüğü söyleniyor. Yine kuş gribi, domuz gribi, deli dana hastalığı derken Ebola gibi hastalıklar hem milyonlarca hayvanın katledilmesine hem de yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine yol açmıştır.

Bu hastalıkların bir ortak noktası vardır. O da ağırlıklı olarak şehirlerde ortaya çıkmaları ve şehirlerden başlayarak insanlığın başına bela haline gelmeleridir.

Özcesi, kent dedikleri nüfusu milyonlarla ölçülen yaşam alanı bir kanser gibi hastalık üretiyor.

”Büyümenin sağlıklı biçimi ile kanserli biçimi hücre düzeyinde nasıl şaşırarak kansere, ölüme yol açarsa, benzer tarzda tekel kârı büyümeleri de toplumsal doğanın her düzeyinde sağlıklı büyümeyi engelleyerek, toplumsal ve çevresel kanser tarzı gelişmeyi tetiklemiş olur.” Tekellerin merkezi kentlerdir. Özelde de milyonluk kentler!

Rêber Apo sağlıksız kentleşmeye dönük birçok değerlendirmeleri bulunmaktadır. ”Kentin kendisi organik toplumdan kopuş anlamına gelir. Dolayısıyla kent ortamında doğadan kopmuş bir zihniyet kolaylıkla biçimlenir. Her tür soyut, kaba metafizik ve materyalist düşüncenin rahmi çevreye ihanet temelinde kurulan kent uygarlığıdır…

Ticaret kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır…

Kapitalizmde kent, sınıf ve devlet tüm toplumu olduğu gibi çevreyi de, yerin altını ve üstünü de yutar. Kaotik durumlar hem toplumu hem de çevreyi sarar…

Endüstriyalizm çağı kentin ölümüdür. İşin daha da ilginç boyutu, biyolojik kanser hastalığının da ağırlıklı olarak bir kent hastalığı olmasıdır. Kanser kesinlikle kentin kendi toplumunu hasta toplum haline getirmesiyle bağlantılıdır…

Kanserleşme denilen olgu, bir hücrenin tüm bünyeyi kapsayacak tarzda büyümesidir. Bu durumda organın diğer hücreleri görev yapamaz duruma düştüğü için hasta ölür. Kentin büyümesi de toplum açısından benzer sonuçlar doğurur…

Sürüler nasıl ağıla doluşursa, insan toplumu için kenti en iyi ifade edecek durum da ağıla dönüşmedir.

On milyonluk bir kenti beslemek, bir bölgenin ekolojik toplum olarak ölmesi demektir. Bu kentin sadece beslenmesi bile toplum ve çevrenin katliamını gerektirir. Bir ülkeyi öldürmek için beş, on milyonluk birkaç kent yeterlidir...

Endüstriyalizm yaşam-çevre ilişkisine saldırır. Kent daha çok içten toplumu kanserleştirirken, endüstriyalizm bir bütün olarak yaşam çevresine saldırır. Ulus-devletin halen önemini yitirmeyen endüstriyalizm politikası, tüm ülke ve toplum kaynaklarının endüstriye tabi kılınmasını gerektirir... Endüstriyalizm bir kâr yönetim harekâtıdır. Yatırım veya kalkınma kavramları asıl amacı gizleyen örtülerdir. Kâr varsa yatırım ve kalkınma olur. Yoksa kendi başına yatırım ve kalkınmanın hiçbir anlamı yoktur. Endüstriyalizm mülkiyetten binlerce kez daha büyük bir hırsızlıktır. Hem de tüm ülke halkından, doğasından yapılan bir hırsızlık...

Köy ve Kent birbirlerini gereksindiren iki yerleşim birimidir. Aralarında mutlaka korunması gereken bir denge vardır. Bu denge bozulunca ekolojik felaketin, sınıf ve devlet azmanlaşmasının, sermaye tekelleşmesinin yolu açılmış olur…

Mevcut halleriyle kentler kapsam ve anlamlarıyla gerçekten toplumu (ekolojik yıkım ve toplum kırım olarak) hızla tüketen ana merkezler konumundadır.”

Koronavirüsü etrafında yaşananları, yürütülen tartışmalara bir de bu değerlendirmeler ışığında bakmak, yeni bir bakış kazandırmaz mı?

Kim bugün var olan milyonluk mega kentlerin tüm hastalıkların merkezi olmadıklarını söyleyebilir?

Kim var olan tüm hastalıkların merkezlerden çevrelere yayılmadığını iddia edebilir?

Kim sömürünün en ileri düzeyde yaşandığı yerlerin kentler olmadığını söyle bilir?

Kim kentlerin ekolojik olarak tüm eko sistemimizi tehdit etmediğini söyle bilir?

Kim kanser hastalığının, kanserleşmenin bir şehir-kent hastalığı olmadığını söyleyebilir?

Kim korona gibi salgınların özü itibarıyla şehirlerden üretilerek insanlığın başına bela haline getirilmediğini söyleyebilir?

Dahası kim kapitalizmin ve kapitalistlerin merkezlerinin şehirler olmadığını iddia edebilir?

Bunun için yapılması gerekli ilk işlerden bir tanesi milyonluk kentlere karşı yüz binlerce küçük köy tipi yerleşim birimini oluşturarak insanlığı ve dünyamızı yeniden sağlıklı hale getirmek için kolların sıvanmasıdır. Köy ve kentin dengesini yeniden sağlayabilmek için kentlere yığılma yerine alternatif olacak kır yerleşkeleri oluşturulmasıdır. Kentlerin yaşanır hale gelebilmesi için küçültülmesidir.

Kapitalizmin tüm çözüm paketleri son tahlilde korona karşısında iflas etmiştir. İflasın en belirgin merkezleri ise milyonluk ve mega kentlerdir. Türkiye’de İstanbul neredeyse bu hastalığın Türkiye ortalamasının yüzde 60’ını barındırıyor. Dünyanın gözdesi New York’un durumu ise daha da vahim ve kötüdür. Malum Londra’nın ve Paris’in de durumu çok iç açıcı değildir. Merkezi olduğu söylenen Wuham kentinin ise 11 milyon nüfusu var ki, bu da devasa bir nüfus ve kent demektir.

Bu virüsün ortaya çıkardığı başka bir gerçeklik ise sanayinin adım adım durma noktasına doğru gidişi iken ziraatın ise öncelik kazanıyor olmasıdır, hem de organik olanı.

Ziraat, yani toprakla uğraş esasında köy toplumunun işidir. Öyle görülüyor ki, köyün üretim biçimlerine yani organik tarıma dönüş daha fazla yaşanacaktır. Daha da önemlisi dünyanın genelinde insanlar bu hastalıktan korunmak için köylere sığınıyor. Köy, küçük yerleşim birimi demektir. Köye dönüş ise komünal yaşama dönüştür. Çünkü köy esasında kendine yeten ekonomisiyle ahlaki ve politik olan bir toplumu ifade ediyor. Ahlaki ve politik olan toplum doğası gereği ortakçıdır, paylaşımcıdır, dayanışmacıdır, yani komünaldir ve özü itibarıyla komünistçedir.

Bu hastalığın ortaya çıkardığı en ilginç sonuç ise bu olmalıdır. Dünyanın en ileri düzeydeki kapitalistleri, bireycileri, sadece ve sadece kendini düşünenleri birdenbire dayanışmaya, ortaklaşmaya çağrı yapıyor. Erdoğan’ın, Trump’ın ve benzerlerinin aynı özellikler göstermeleri bundan.

Yaşanan tufana karşı ayakta kalmanın yolu, “ya hep ya hiç” düsturu olduğu için en ileri düzeyde birbirine sahiplenledir.

Kapitalizm iflas ederken komünal yani komünistçe yaşam, insanlığın biricik yaşam umudu ve yaşam biçimi olarak yeniden insanlığın gündemine girmiştir. Bundan sonra yapılması gerekli olan, sadece zorlu süreçlerde değil, her zaman hep komünal olan ortakçı yaşamın esas alınmasıdır.

Zamanında Şeyh Bedrettin’in dediği gibi; “Yârin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber diye bilmek için” ortaklaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı ve yardımlaşmayı hep birlikte daimi kılmasını bilmektir.