Bir avuç insan değil bir yumruk isyan-İZLENİM

Eylemlerde ve örgütlenmelerde en dikkat çekici olgu, şiddete karşı mücadelenin çalışma yaşamının güvencesizleştirilmesi, ağırlaşan yaşam koşulları ve ücret eşitsizliğine karşı mücadeleyle birleştirilmesi...

Dominik’te eşitsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe, sömürüye, baskılara ve Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin, devlet güçlerince tecavüze uğrayarak katledildiği gün olan 25 Kasım’ın üzerinden tam 59 yıl geçti. 59 yıl önce Mirabel kız kardeşlerin verdiği mücadeleyi dünyanın dört bir yanından kadın, şiddete karşı mücadele ve dayanışma günü olarak karşılıyor.

Yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada kadınlar, şiddetin giderek vahşileşen ve kanıksatılmaya çalışan boyutlarıyla mücadele için birlikte hareket etmenin yol ve yöntemlerini bulmaya çalışıyor. Hatta büyük toplumsal hareketlerin ve geniş katılımlı eylemlerin sürükleyicileri oluyorlar. İşte Ekvator, Meksika, Şili, Arjantin, İspanya, Irak, İran, Rojava, Tunus…

Bu eylemlerde ve örgütlenmelerde en dikkat çekici olgu, şiddete karşı mücadelenin çalışma yaşamının güvencesizleştirilmesi, ağırlaşan yaşam koşulları ve ücret eşitsizliğine karşı mücadeleyle birleştirilmesi. Aynı zamanda ırkçılığa, emperyalizme, heteroseksizme ve neoliberalizme karşı çıkan bir eksende yürütülmesi. Bu bize, kadına yönelik her türden şiddeti, kadınları yaşamın her alanında bağımlı ve “kullanışlı” hale getirmeye çalışan kapitalist düzenle birlikte tartışma gereğini gösteriyor. Tıpkı 25 Kasım’ı doğuran koşullar gibi…

Bugün Türkiye’de çok ağır siyasal ve ekonomik gündemlerle boğuşuyoruz. Sınır ötesine savaş, seçilmişler yerine kayyum, işsizliğin ve yoksulluğun derinleşmesine neden olan ekonomik kriz, tek adam yönetimi dediğimiz cumhurbaşkanlığı sistemi çıkmaza girdikçe artan baskıları … Tüm bu ağır ve büyük gündemler içinde asla gündemden düşmeyen en önemli konuların başında geliyor kadına yönelik şiddet...

ÖNCEKİ DÖNEMLERE GÖRE NE DEĞİŞTİ?

Ülkenin “tek adam yönetimi” altına sokulup evrensel değer namına ne varsa -demokrasi, kadın hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, laiklik, barış- tanınmaz hale getirildiği bu dönemeçte, kadın hakları için de bir başka aksa geçildi. Kadınların büyük mücadeleler ve emeklerle elde ettiği yasal düzenlemeler büyük bir keyfiyet ve iradecilikle fiilen askıya alınıyor, resmen ise kağıt üstünde bırakmamacasına hamleler yapılıyor.

Kadın haklarına dönül büyük bir antipropaganda var. Kadınları şiddetten koruma mekanizmaları ortadan kaldırılıyor, polis-adliye-mahkeme aşamalarında tecavüz suçlularını ve katilleri elbirliğiyle aklamak için yargı paketleri devreye sokuluyor, her gün kadınların bedenlerini, haklarını, yaşamlarını hedef alan fetvalara gündem oluyoruz, nafaka hakkının ortadan kaldırılması ve kız çocuklarının kendilerine tecavüz edenle evlendirilip affedilmesinin yolunu açan yasa taslağının Meclise ısrarla getirilmesi... Bütün bunlar organize bir biçimde karşımıza çıkarılırken ağır bir şiddet ortamında yapayalnız bırakılmak isteniyor kadınlar. Tüm ayakta kalma olanaklarımız elimizden alınmak isteniyor.

Bu hamlelerin tesadüfi bir biçimde arka arkaya gelmediğini biliyoruz. Artan şiddetin “kadınların da artık çok olması”, “haklarının fazla gelmesi”, “yasalar çok hak tanıdığı için şımarması” ile açıklandığını görüyoruz. Şiddetin suçlusunun yine kadınlar haline getirildiğini, öldürülen kadınların davalarında neredeyse kadınların öldürüldükleri için suçlu çıkarıldığını izliyoruz. İktidar “ailenin bekası” dedikçe aile içinde kadınlar köleleştiriliyor, itiraz ettiklerinde canlarıyla sınanıyorlar. Makbul kadınlık inşası, kadınları bugün ne giydikleri ne yaptıkları, nasıl yaşadıklarıyla daha fazla suçlu duruma çıkarmak için toplumun her kesimine sirayet ediyor. Erkekler cesaretlendiriliyor, kadınlar üstündeki denetim için payelendiriliyorlar. Asıl amacın kadını baskı altında tutmak, kadınların tarif edilen “makbul kadınlığa” rızayla ya da zorla bürünmesini sağlamak olduğu açık. Kadınların bu normlara itaat etmeleri beklentisi karşılanmadığında, şiddet bu iktidarı kurmanın bir aracı oluyor.

Kimi zaman bizzat şiddetin hedefi haline getirerek, kimi zaman ise yıldırarak, umutsuzlaştırarak, çıkacak kapı bırakmayarak kadınları “yurttaşlık haklarından”, bireysel varlıklarını gerçekleştirme olanaklarından vazgeçirmeye çalışan bir düzen bu.

Bir de son 17 yılın tüm toplumsal ve ekonomik dönüşümlerinin somut yüklerinin gün gibi açığa çıktığı bir dönem. Çalışma hayatı, toplumsal alanın her veçhesi neoliberal bir vahşet alanı haline geldi. Emekçi sınıflardan kadınlardan beklenen, “evi ev yapan sosyal haklar tümüyle ortadan kalksa da evden geriye kalan dört duvarın sorgusuz sualsiz bekçiliğini yapmak, tüm yurttaşlık haklarından vazgeçerek bir lokma bir hırkayla idare edebilmeyi öğrenmek” oluyor.

İntihar eden Saadet öğretmenin dediği gibi; hayatımız pamuk ipliğine bağlı ve bunu her fırsatta söylüyorlar, elimizdeki kırıntılara “çok şükür” dememizi istiyorlar. Kriz, kadınların emeğini, bedenini sömürmek, kağıt üstündeki hakları hiç etmek için de fırsata çevrilmiş durumda. İktidar sözcüleri her fırsatta “ekonomimiz güçlü ve her geçen gün canlanıyor” dedikçe üzerimize çöken krizin faturası daha da ağırlaşıyor. Krizin yarattığı yıkım intiharlara varan bir düzeye ulaştı. Krizin hem işyerlerinde hem de evde kadına yönelik şiddeti artırdığını biliyoruz. Bunun somut örnekleri de iyice görünür oldu.

Haklarını isteyen kadın işçinin atölye önünde patron tarafından kafasının taşla yarıldığını gördük. İşten atma tehditleri çalışma koşullarını ağırlaştırıyor hem evde hem işte çalışan kadınların omzuna çöken yaşam gailesi çıkmazda. Bu kriz ortamında her koşulda aileyi ayakta tutması beklenen kadınlar büyük bir bunalım ve çıkmaz içinde hissediyorlar kendilerini. Bu ortam aynı zamanda kadınların dayanışma olanaklarından da uzaklaşmalarına neden oluyor. 25 Kasım sürecinde organize sanayi bölgelerinin çeperindeki mahallelerde yaptığımız buluşmalarda “Komşu gelip de bir çay içmesin diye evimin perdesini açmaz hale geldim” diyen, “iyi ki bu buluşmayı yaptık, çok yalnızlaşmıştım” diyen onlarca kadın oldu.

25 KASIM KADINLAR İÇİN NEDEN ÖNEMLİ…

Kadına yönelik şiddetin artmasına ve vahşileşmesine neden olan koşullar aynı zamanda kadınların sabırlarının da patlama noktasına gelmesine neden olan, kadınları ses çıkarmaya, birlikte mücadele etmeye götüren koşullar.

25 Kasım haklarımıza dönük saldırıları püskürtürken, yalnızca kâğıt üstündeki haklarımıza sahip çıkmakla kalmayıp, bu hakları kullanabilmemizin somut koşullarına ilişkin de taleplerimizi sokaklarda söyleyeceğimiz gün. Buluşma vesilesi…

25 Kasım haftası boyunca her yerde iri ufaklı buluşmalarla; örneğin nafaka hakkımıza sahip çıkarken, yanı sıra özellikle boşanma sürecindeki kadınlara ama aslında tüm kadınlara öncelikli olarak ücretsiz çocuk bakım desteği, ücretsiz eğitim, sağlık hizmeti, güvenli ve ucuz barınma olanaklarının sağlanması, istihdamda öncelik ve mesleki eğitim gibi kadınları kendi başına bir hayat kurma sürecinde güçlendirecek uygulamalar da talep etmemiz gerektiğini konuşuyoruz. Özellikle kriz ortamında bu somut talepler daha çok anlam kazanmış durumda. Daha çok sahip çıkılıyor. Aynı şekilde örneğin İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Şiddetin Önlenmesi Yasası’na sahip çıkarken, siyasi iktidardan yerel yönetimlere kadar her düzeyde sorumluluk taşıyanların, bu sözleşme ve yasaların gereğinin yerine getirilmesi noktasında somut adımlar atmasını talep ediyoruz. Bu taleplerimiz için nasıl adımlar atabileceğimizi konuşuyoruz.

Şiddetin yalnızca suç sonrası görünümleriyle değil, işsizlikten kamusal hizmetlerin nasıl yerine getirildiğine, istihdam politikalarından savaş politikalarına hayatımızı etkileyen tüm meselelere dair bağlantılar kuruyoruz.

Şiddetin sadece suretine değil, esasına karşı da mücadele etmek için kadınların birlikte hareketinin değiştirici güç olduğu açık. Krizin, şiddetin, eşitsizliğin, savaşın yüküne karşı ancak birlikte güçlü olacağımız da…