Başarılı bir tepe baskını sonrası vuruluyor savaşçı. Yüzündeki tebessüm ile uzanıyor Ağustos'un ısıttığı toprağa. Yüreği çarpmaya devam ediyor bir süre. O kısacık aralıkta neyi, kimi anımsamıştı, kim bilir? Çatışma esnasında değil, çatışma bitiminde, yaralı kadın yoldaşını kurtarmak için ikinci kez tepeye yöneldiğinde vurulmuştu.
Bir taşın dibine sinmiş sömürge askeri korkuyla tetiğe basmıştı. Ve sonra hayretle sayıklamıştı içinden: 'Bu ne korkusuzluktu böyle? Hazır yenginin sevincini yaşamak ve kaçıp gitmek varken başka birini kurtarmak uğruna, yeniden çatışma alanına geri dönmek de neyin nesiydi?
Birazdan kopacak kızılca kıyamete yürümüşlerdi. Dakikalarca süren çatışmada yüzlerce mermi kovanı havada uçuşmuş, bombalar patlamış, kesif barut kokusuna bürünmüştü her yer. Sömürgeci ile yüzleşme anıydı. Yaprağın kımıldamadığı Ağustos'un o dayanılmaz sıcağında sömürgeciyi gafil avlamıştı küçük savaşçı grubu.
Bir tufan kopmuştu Şehit Remzi tepesinde, bir zafer doğmuştu toprağa düşen savaşçının bedeninden. Toprağın anası Gaia’ya emanetti artık. Azraile soyunmuş kötülüğü yenmişti ya, şimdi can verdiği yoldaşının kollarında sonsuz uykuya çekilebilirdi huzurla.
CANSİPER OLMAYA KOŞMUŞTU SAVAŞÇI
Zaman, 24 Ağustos 2016'ya kuruluyken Xelil Jêhat öncülüğündeki küçük savaşçı grubu Lice'nin Şehit Remzi alanındaki tepeye kurulan sömürgecinin üstüne yürüyordu.
Çok değil, henüz kısa bir süre önce aynı yolu adımlayıp direniş kalesi Sur'a yürüyen Çiyager'in muhteşem sonuna yetişmenin gururu ve onurunu yaşıyorlardı. Onların, sömürgecinin 'bitirdik' dediği Sur'un hemen yanı başındaki varlıkları sömürgeciye 'Çiyagerler ölmez' mesajıydı. Barikatların ardından ‘Yenilmek değil, pes etmek bitirir insanı’ diye haykıran Zeryan’ın ayak izlerinden yürüyenlerin pes etmediğinin mesajıydı. Bir mesajdan fazlasıydı anlatılmak istenen: Bir mücadele diyalektiğinin küçük bir savaş mevzisinde vuku bulmasıydı. Zulüm karşısında direnişin galebe çalmasıydı. An'ın, o kısacık ömrüne ağırlığınca bir onur destanının daha yazılmasıydı. O an'dan itibaren çatışma istatistiklerinin hiçbir önemi yoktu. Azrailin pençesindeki yaralı yoldaşına cansiper olmaya koşmuştu ya savaşçı, o zaman anlamıştı yengi ve yenilginin tarafını taş altındaki sömürgeci.
O savaşçı, canına susadığı için atılmamıştı savaş alanına yeniden, yaşamı ölümün ve zulmün gölgesinden kurtarmak, yaşanılır kılmak için bir tercih yapmıştı. Korkunun kabuğuna sığınmadan, öyle kaygısızca, öyle hesapsızca ve öyle cesurca. Ölmekten öteydi kaygısı o an. Yaşatmaktı yoldaşını, can olmaktı ona. Bunu öğrenmişti hayatı boyunca savaşçı. İyiliğe kodlanmıştı onun bilinci, yüreği sevmeye, sevgiye. Ötesini bilmezdi zaten.
YENİLMEZLİĞİN SIRRI
Çiyagerler'den bayrağı devralan savaşçı, peşi sıra gelene devretmişti ala sor'u. Onursuzluk lekesinin değmediği eşikti ala sor’un kızıllığı. Bir ruhu, bir canı vardı. Onur olup dalgalanırdı medya çocuklarının mavi göğünde. Her bir ihanette canı acır, bedeni kanardı. Hades’in yer altı dünyasına çekmeye çalıştığı hırpalanan bir ülkeydi ala sor. Mem’in sevdiceği Zin’di, aşktı yani. Aşka ihanet, ülkeye ihanet ölümle eşdeğerdi onların nazarında. Toprağa düşenin bayrağını diğer bir ardılının devralması bundandı. Amentüsü buydu Kurdistan savaşçılarının. Mucizeler değil, yarım asırdır sürüp gelen bu diyalektikti yenilmezliğin sırrı.
Sır yoldu, yoldaştı, umarıydı acı çekenin. Dipsiz karanlık kuyularda ışığa inanmaktı. İyilikten ödün vermemek, kötülüklerle keskin çarpışmayı göze almaktı. 'Bir lokma ve bir hırka' ile yetinmesini bilmek, fazlasına özenmemekti. Ruhu kemiren yalnızlığın çukurunda debelenmemek, okyanuslara yol almayı bilmekti. Hazı, sahte kuytuluklarda değil başarmanın tatminkarlığından almaktı sır. Esen her yalan rüzgarıyla savrulmamak, köklerini toprağın en dibine salmaktı. Köktü çünkü cana can veren.
Hiçliğin dehlizlerinde sırra inancını kaybedenler yitip giderdi bilinmezliğe. Göğün yedi kat karanlığını delip yeryüzüne inen Deccal en çok da inancı kemirmekteydi çünkü. Kendini milyonlarca zerreciğe bölen kötülük her yere saçılmıştı. Gelinciklerin kanadığı kanadığı, toprağın canının acıdığı zamanlardı. Yer altındaki çığlık göğe yükseliyor ve bir tufan kopuyordu. Korku hükmediyordu tufan zamanlara. Hakikat, yalandan, güzellik çirkinden sakınılmayı bekliyordu. Kötülüğü yenmek ile başlayacaktı iyiliğin çağı ancak.
Deccal her şeyi yutmaya başladığında bir tek sırra inancı olanlar dikilmişti karşısına. ‘Kurdistan sömürgedir’ demişti Med ülkesinin bilgesi ve herkesi mahşer meydanına çağırmıştı. Sırra eren Mazlum Doğan, ölüm kuyusundan fısıldamıştı yeni neslin kulağına: ‘Berxwedan Jiyan e!’ Ve genç kuşağın onur abidesi Çiyager ‘Son muhteşem olacak’ diyerek yeniden kodlamıştı diyalektiğin sırrını. ‘Son’, muhteşem zaferdi.
TOPRAKSIZLIK ÖZGÜRLÜKSÜZLÜKTÜ, ÖLÜMDÜ
Muhteşem zaferin koşucularından, sırrın yılmaz taşıyıcılarındandı Xelil Jêhat da. Devrimciliğe ilk adım atarken de, yaralı yoldaşına nefes olmaya koşarken de ikirciksizdi. Bir nesile yetecek kadar erdem biriktirdi kısa ömründe. Bir tercih yaptı verili yaşam ile yaratmak istediği yeni yaşam arasında. Sözün ve sırrın gerekliklerine göre yaşadı. Doğruluğu cesaretinin dayanağı yaptı. Yurtsuzluğa öfkesi büyüktü. Ülke aşkını şaşalı hayatlara takas etmedi, yapay sevinçlere özenmedi. Katıksız sevgilerin peşindeydi. Bir tek sevgiye hükmedemezdi ya zaman, sevginin gücüyle çoğaltacaktı kendini. Ruhunu tatmin edecek ebedi dostluklara, yalansız bağlara özenmesi bundandı. İnsan olmanın erdemlerinden, devrimciliğin hakikatinden nasiplenmeyi tez vakitten öğrendi. Keskin ve netti. Kabul ve retleri, evet ve hayır’ları vardı. Yanlışa karşı olması gerektiği kadar öfkeli, doğrunun savunuculuğunu yapacak kadar içten ve dobraydı. Dokunduğu herkeste iz bırakması bundandı. Toydu kimi yönleriyle, hataları da olmuştur muhakkak. En çok da kendisiyle kavga halindeydi. Başkasının hayatına dokunmanın yolu kendinden geçerdi çünkü. Herkesi öğütmeye kurulu modernitenin sokaklarından onlarca gencin kulağına sırrı fısıldayıp peşine takmayı başarması bundandı. Vedat, Kawa, Şiyar, Rêzan, Hidar ve ülkesinin nice seçkin evladı ile yol aldı. Sinan Dersim ile soykırım kalelerini yıkmanın sevincini paylaşmıştı. Besê Tolhildan-Sorxwîn ile aynı mevsimde sarıldı toprağa Xelil Jêhat.
UĞURLADIĞIN ÜLKENDEN BİR PARÇADIR
Yaşamı sevdikleri için düşer toprağa Kurdistan devrimcileri. Vazgeçiş değildir yaşamdan. Topraksız kalmamak içindir bu gidişler. Zira ülkesizlik özgürlüksüzlüktü, sevgisizlikti, ölümdü.
Uğurlamak zordur elbet. Uğurladığın ülkenden, senden bir parçadır çünkü. Sevginin ömrü hatırlamak kadardır. Bunu öğrendik uğurladığımız her bir savaşçının ardından. Hatırlamak acıtır elbet. Ama olsundu; vicdan sahibi olmaya işarettir. Unutmak ise hiçlik ve boşluktur, kendine yabancılaşmaktır. Ne kadar hatırlarsan o kadar yaşatırsın uğurladığını.
Zap, Metîna ve bütün direniş mevzilerindeki sırrın taşıyıcılarına, sır uğruna anayurdun topraklarına düşenlere selam olsun.