Ulus devletlerin kadınlara karşı uyguladığı politikalara, militarizm, dincilik ve cinsiyetçiliğe karşı kadınların oluşturduğu öz savunmayı Jineoloji Akademisi Üyesi Elif Berk ANF’ye değerlendirdi.
Ulus devletler, kadınların varlıklarını, bedenlerini ve kimliklerini nasıl hedef alıyor. Bu durum, kadınların yaşadığı şiddet ve ayrımcılığı nasıl derinleştiriyor?
Kadın soykırımı, kapitalist modernite döneminde zirveye ulaştı. Farklı boyutlarda ve yöntemlerle kadını parçalayan, şiddet uygulayan ve sömüren bir zihniyet var. Ulus devletlerin ortaya çıkışı ve 18’inci yüzyıldan itibaren yükselişiyle kadına yönelik sömürgeleştirme somut bir forma büründü. Ulus devletin ilk adımı, tüm kadınları "iyi bir anne" yaparak ulus devletlerine hizmet eden bir figüre dönüştürmek oldu. Böylece ulus-devletçilik fikri, kadının varlığı ve anneliği üzerinden inşa edildi.
Bu bağlamda, doğal bir bağdan ziyade zorla bağlayan bir tarz oluşturuldu ve kadın, milliyetçiliğin bir aracı haline getirildi. Bu milliyetçilik, ulus devletin temel dayanağı haline gelirken, iyi bir anne kimliği üzerinden iyi bir asker ve vatandaş yaratmak olarak ele alındı ve yürütüldü. Bu çerçevede ezilen ve zincirlenen pozisyona gelen kadın kimliği, milliyetçilik duygularının gölgesinde gizlendi. Milliyetçilik, ulus devletlerin kadın haklarını nasıl çaldığını, haklarını nasıl yok saydığını ve kadın kimliğini sadece annelik ile sınırlandırılmasını görmezden gelen bir hale getirdi. Bu doğrultuda, kadın olmak ve annelik ideolojisi inşa edildi. Bu, başlı başına ideolojik bir operasyon ve şiddet içeren bir hamledir.
Bu bağlamda, doğal bir bağdan ziyade zorla bağlayan bir tarz oluşturuldu ve kadın, milliyetçiliğin bir aracı haline getirildi. Bu milliyetçilik, ulus devletin temel dayanağı haline gelirken, iyi bir anne kimliği üzerinden iyi bir asker ve vatandaş yaratmak olarak ele alındı ve yürütüldü. Bu çerçevede ezilen ve zincirlenen pozisyona gelen kadın kimliği, milliyetçilik duygularının gölgesinde gizlendi. Milliyetçilik, ulus devletlerin, devletlerin kadın haklarını nasıl çaldığını, haklarını nasıl yok saydığını, kadın kimliğini sadece annelik ile sınırlandırılmasını görmezden gelen hale getirdi. Bu doğrultuda, kadın olmak ve annelik ideolojisi inşa edildi. Bu, başlı başına ideolojik bir operasyon ve şiddet içeren bir hamledir.
Birinci Dünya Savaşı'ndan günümüze kadar yaşanan savaşlarda en çok kadınların kandırıldığını, öldürüldüğünü, tecavüze uğradığını, fiziki ve ruhsal anlamda bir araç haline getirildiğini görüyoruz.
Ayrıca, savaşın yoğun dönemlerinde devletler, kadınlara yönelik propaganda faaliyetleri yürüterek, onlara çocuklarını savaşa göndermeye yönelik çağrılarda bulunuyor. Kadınlara ve annelere ulus devleti korumaları için çağrılarda bulunarak milliyetçiliği artırıyorlar. Bir kez daha görüyoruz ki, devletler kadın bedenini ve rahmini kullanarak nüfus artırma hamlesi başlatıyor. Her savaş durumunda bu uygulamaları görmek mümkün. Bu temelde, ulus devletler için nüfus artırılıyor ve böylece tarih boyunca kadın nesneleştiriliyor.
20’nci yüzyıla kadar böyle sürdü. 21’inci yüzyıla ulaştığımızda ise ulus devletlerin etkilerinin azaldığı ya da formlarının değiştiği izlenimi doğuyor. Ancak finans kapital süreçleri ve propagandalar incelendiğinde, kadının hâlâ bir nesne olarak ele alındığı açıkça görülüyor. Ulus devlet duygularını ve milliyetçilik formlarını kullanarak kadını politikaları doğrultusunda araç haline getiriyorlar. Günümüzde sağcılık ve faşizm dalgalarının yükselişini ulus devletlerden bağımsız değerlendiremeyiz. Bu argümanlar doğrultusunda ulus devleti, milliyetçilik ve ırkçılık üzerinden canlı tutmaya ve güçlendirmeye çalışıyorlar. Kadına doğrultulan ırkçılık ve milliyetçilik silahı, kadının eline verilerek yine kadına karşı kullanılıyor. Böylece kadın, milliyetçiliğin ve faşizmin dili haline geliyor.
Bu, kadınları parçalayan tehlikeli bir politika ve derin bir ideolojidir. Birçok ülkede kadınlar, 2024 yılında hâlâ yaşam hakkı, eğitim hakkı gibi temel haklar için mücadele etmek zorunda kalıyor. Normal şartlarda bu durumların çoktan aşılması gerekirken, birçok ülkede hâlâ bunun mücadelesi veriliyor. Ulus devletler ise ırkçılık ve milliyetçilik duyguları altında bu hakları gizliyor ya da bu hakların verilmemesini meşru göstermeye çalışıyor. Tabii, bu durumu sadece ulus devletlerle sınırlamak yeterli değildir. Her ulus devlet bir ideoloji üzerine inşa ediliyor. Ulus devlet, militarizm, dincilik ve kapitalizmden ayrı ele alınamaz.
Militarizm, savaş zamanı ve sonrası süreçte kadınların toplumsal rollerini nasıl değiştirdi ve bu değişim sonucunda kadınların hakları nasıl etkilendi?
Ulus devletlerin, militarizm politikası olmadan varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. Ulus devletler, sürekli bir düşman tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını öne sürer; bu nedenle diğer sorunları bir kenara bırakıp sadece ulusları için çalışılması, düşünülmesi ve hizmet edilmesi gerektiğini savunurlar. Bunu da ancak savaşı harlayarak gerçekleştirebilirler. Savaşı sürekli gündemde tutarak orduyu toplumun ve devletin merkezine almak, en önemli kurum olarak ele almak, militarizmin bir parçasıdır. Bu durum, toplumun ihtiyaçlarının ordu etrafında toplanmasına ve değerlendirilmesine neden oluyor.
Diğer yandan ise militarizm, günlük yaşamda savaş aklıyla düşünmek, hareket etmek ve yaşamı örgütlemek anlamına gelmektedir. Böylece öldürme, şiddet, iktidar ve zulüm normal bir durum haline dönüşüyor. Savaş ve düşman saldırıları etrafında örülen ve yaratılan bu durumun merkezi erkektir. Çünkü erkek savaşıyor ve devleti koruyor. Dolayısıyla erkeklik ve egemen erkek anlayışı militarizm felsefesini oluşturuyor. Bu nedenle militarizm her zaman kadına karşı kullanılıyor ve faaliyet yürütüyor. Çünkü artan saldırılarda ve şiddette dünya çapında günde yüzlerce kadın öldürülüyor. Bir bakıyorsun, erkek bir neden göstermiş ve en yakınındaki kadını öldürmüş, taciz etmiş veya tecavüz etmiş. Yine savaşı merkezine alan bir ulus devlette-ki bu merkezde erkek yer alıyor ve kendine her şeyi hak görüyor. Böylece militarizm, günlük yaşamda ruhsal, fiziksel, ekonomik ve sağlık boyutunda kadınlar ve çocuklara yönelik şiddeti artırıyor. Militarizm etrafında şekillenen erkek egemen zihniyet, şiddeti meşru kılıyor; bu da ulus devlet için savaşan, koruyan ve en değerli statüde olanın erkek olduğu anlayışını doğuruyor.
Ruanda, Somali ve Kürdistan gibi bölgelerde yürütülen savaşlara baktığımızda, devletler tarafından başlatılan işgal saldırılarında ilk hamle olarak tecavüz ön plana çıkıyor. Tecavüz, savaşlarda bir halkın onurunu kırmak ve mücadele kimliğini yok etmek için kadınlara karşı kullanılan ideolojik bir araçtır. Uluslararası kanunlara baktığımızda, savaş durumundaki tecavüz bir savaş suçudur. Ancak şu ana kadar bu suçla ilgili olarak bir ceza uygulanmış veya hesap sorulmuş değildir. Cezasızlık durumu, kadının yok sayılmasından kaynaklanmaktadır. Bir yandan kadın neredeyse hiçbir şey olarak görülürken, diğer yandan toplumun gücünü yok etmek amacıyla kadının gücünün kırılması gerektiği düşünüyorlar. İsrail, Boko Haram ve DAİŞ neden kadını kaçırıyor, bastırıyor, köleleştiriyor, rehin alıyor ve tecavüz ediyor? Çünkü ulus devletler hafızasında, kadın toplumu inşa ediyor; toplumun varlığı, kadın varlığına bağlı olarak canlı bir şekilde yer ediniyor. Dolayısıyla kadına yönelik saldırılar bir tesadüf değil, bilinçli bir saldırıdır. Günübirlik bir hal alan militarizm, çocukların oyunlarına bile yansımaktadır ve bu oyunlarda şiddeti bir savaş kültürü olarak görmekteyiz. Dijital oyunlara baktığımızda, en fazla sermaye ayrılan oyunlar yine savaş temalı oyunlardır. Bu nedenle militarizm, yaşamın anlamına ve insanların ilişkilerine doğrudan etki ederek, şiddet üzerine örülen bir yaşam inşa etmektedir. Şiddet üzerine kurulu bir yaşamda, öldürme eylemi adeta bir dijital oyunda insan öldürmek gibi bir hal alırken; kadına yönelik cinsiyetçi hakaretler de yaşamın bir parçası haline gelmekte ve normalleşmektedir.
Dini ideolojilerin cinsiyet normları üzerindeki etkisi nedir? Dincilik, kadınların yaşamın her alanında eşit haklara sahip olmasını nasıl engelliyor?
Kadınların değersizleştirilmesi, dini ideolojiler aracılığıyla sağlanıyor. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla, kadının varlığı genellikle erkeğin varlığının yedeği olarak görülmüş; kadının toplumsal rolü, sadece anne kimliği ile sınırlı kalmıştır. Bu durum, kutsal kitaplar ve dini âlimler aracılığıyla onaylandığında hiyerarşi ve küçültmenin normalleşmesine yol açmıştır.
Kutsal kitaplar ve din âlimleri, bu durumu onayladıklarında hiyerarşiyi ve küçük düşürmeyi normalleştiren bir durum yaşanmaktadır. Normalleşen durumlar arasında şiddet de var. Tahammül etme durumu artık zorunlu kılınıyor ve kadınların yol haritası haline geliyor. Çünkü böyle olunması isteniyor; “sesini çıkarmamalısın, boyun eğmelisin, erkeğin bir adım gerisinde olmalısın” gibi. Bu duruma itiraz edilmesi, Tanrı’ya karşı çıkmak olarak algılanıyor ve bu anlayış, çeşitli dinlere bağlı olan insanlar üzerinde derin bir etki yaratıyor. Bir Tanrı’ya inanmak ve o Tanrı’ya karşı çıkmak, dolayısıyla ağır bir yüktür. Sonuç olarak, kadınların bağlılığı ve inancı, iktidar zihniyeti tarafından bu şekilde istismar edilmektedir.
Kadınlar, militarizm, dincilik ve cinsiyetçiliğe karşı nasıl örgütlenmelidir? Burada öz savunmanın önemi nedir?
Kadının büyük bir saldırı ve savaş ortamıyla karşı karşıya olduğu bir dönemde devletler ve iktidarlar, kapitalizmle bütünleşmeyen toplumların kimlik ve varlıklarına yönelik bir savaş yürütüyor. Bunlara karşı durmanın tarihi kaynakçaları da vardır. Ancak günümüze geldiğimizde, 21’inci yüzyılda Rojhilatê Kurdistan ve İran’da Jin Jîyan Azadî serhildanı başladı ve dünyaya yayıldı. Bu serhildan, kadınların küçümsenmesine, kimliksizleştirilmesine ve yok edilmesine karşı, yani milliyetçi, cinsiyetçi ve dinci ideolojilere karşı çıkan bir serhildandı. Jin Jîyan Azadî felsefesini, dincilik, milliyetçilik, militarizm ve cinsiyetçiliğin panzehiri olarak değerlendirebiliriz. Çünkü egemen ideolojiler, yaşamı, kadını ve özgürlük fikrini hedef alıyor. Bu nedenle Önder Apo'nun da dediği gibi, bu felsefe bir "sihirli formül." Jin Jîyan Azadî’nin sihirli bir formül olması, panzehirinden geliyor. Zehre karşı koruyor, yeniden canlanmayı sağlıyor ve aynı zamanda dirilişi ifade ediyor.
Kürt Kadın Hareketi’nin 1980’li yıllardan günümüze kadar sürdürdüğü mücadelede, Jin Jîyan Azadî felsefesi adım adım genişleyerek Rojhilatê Kurdistan’daki serhildana ulaşmış, evrenselliğe kavuşmuş ve her bir kadının sesi olmuştur. Örneğin, Hindistan’da tecavüze karşı çıkan kadınların yanı sıra, halkının ve kadınların özgürlüğü için Afganistan’da eylem gerçekleştiren ve eylemini Zilan Kurd adıyla yapan Mahal Baloch’ın sesi oldu. Jin Jîyan Azadî felsefesi, bildiğimiz ve bilmediğimiz dilleri bir araya getiriyor. Kadın, bu mücadeleyi ve cevap verme tarzını tecrübe ve pratiğiyle yarattı. Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi’nin deneyimlerine baktığımızda, birbirini tamamlayan ve pratik ile teorinin bütünlüğünü sağlayan bir oluşumun, kadın yaşamında yarattığı değişim ve dönüşüm gözler önündedir. Burada her bir kadın mücadeleye katılıyor; belirlenen sınırları aşıyor, engelleri ortadan kaldırıyor, duvarları yıkıyor ve ufuklarını genişletiyor. Kadının özgürlük için attığı adımların toplumu özgürlüğe götürdüğünü görüyoruz. Dincilik ve cinsiyetçiliğin etkisinde kalarak yaratılan toplum kültüründe bir değişim yaratılıyor.
Kürdistan’da yaşanan tecrübeye baktığımızda, Kürdistanlı kadınların özgürlük mücadeleleri ve örgütlülükleri güçlendikçe, güçlü oldukları yerlerde toplumda yaşanan değişim ve dönüşüm, komün ve meclis formlarında örgütlenmeye kadar ulaştı. Toplum, artık kendi sorunlarını çözme kapasitesine ulaştı. Fakat kadın örgütlülüğünde yaşanan bir zayıflığın olduğu mekân ve zamanlarda, öldürme ve tecavüz oranlarında anında bir artış yaşanıyor. Çünkü egemen ideolojiler olarak adlandırdığımız militarizm, dincilik ve milliyetçilik her zaman devrede. Bu ideolojiler, yaşanan küçük bir boşluktan faydalanarak kendilerini canlı kılmak istiyorlar. Bu nedenle, kadınların var olduğu ve kadın örgütlülüğünün bulunduğu bir mekânda, kadın nasıl yaşaması gerektiğini bildiğinde ve yaşamının farkında olduğunda egemen ideolojiler de geri çekiliyor.
Bu ideolojilerin kökten yok edilmesi için evrensel boyutta kadın örgütlülüğü ve kadın zihniyeti, Jin Jiyan Azadî felsefesi doğrultusunda örülmeli ve kalıcılaştırılmalıdır. Kalıcılaştığı zaman da ulus devletlere ve kapitalist moderniteye karşı eşitlik, özgürlük ve barış cephesi açılmış olacaktır. Bu cephe, iktidar sisteminin nefes alanını daraltabilir. Dolayısıyla, Jin Jiyan Azadî felsefesi sadece Kürt ve Kürt kadınların mücadelesiyle sınırlı bir felsefe değildir. Önder Apo, ‘Kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez’ dediğinde, dünya tecrübelerini ele alarak bu değerlendirmeyi yaptı ve ayrıca toplumun kadın etrafında nasıl bir kandırmacanın içine sürüklendiğini gördü. Bu doğrultuda, Kürdistan Devrimi’nin temellerini attı. Önder Apo’nun bu felsefesine tutunan kadınlar, değişim ve dönüşümü yaratabiliyor.
Fakat kadınların varlığının olmadığı ve kendilerini geride tuttuğu bir mekânda, dincilik ve milliyetçilik yüksek bir düzeyde yaşanmakta ve kendine alan açmaktadır. Jin Jiyan Azadî felsefesi, sadece Rojhilatê Kurdistan’daki kadınların haykırışı değil, tüm kadınların haykırışlarını ifade etmektedir. Tabii bu haykırışın mekânının Kürdistan olduğunu bilmek gerekir. Bu bağlamda, Kürtçe evrensel bir dil haline gelmiştir. Kürdistan Kadın Mücadelesi’nin direnişinin ve mücadelesinin artık evrensel bir dile dönüştüğünü bilmek gerekir. Dünyadaki her bir kadının bu felsefe doğrultusunda örgütleneceği inancındayız ve bu felsefeyle, bu direniş ve mücadeleyle örgütlenerek egemen ideolojileri geri çekecektir.