Babaoğlu: 14 Temmuz darbeyi yendi, ruhu da Erdoğan'ı yenecek!

14 Temmuz Direnişi sürecinin tanıklarından İrfan Babaoğlu, direnişle 12 Eylül zihniyetinin yenilgiye uğratıldığını ve bugüne kadar kazanımlara vesile olunduğunu belirtti.

İrfan Babaoğlu, tanığı olduğu 14 Temmuz 1982 tarihindeki direnişe ilişkin ANF'nin sorularını yanıtladı...

NASIL BAŞLADI?

Amed zindanında Hayri Durmuş ve arkadaşları öncülüğünde başlayan tarihi direniş ve ölüm oruçlarının gerçekleşmesine neden olan koşullar nelerdi?

'70’li yıllarda Türkiye ve Kürdistan’da büyük gelişme gösteren devrimci mücadele içerisinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin taşıdığı direniş ruhu ile diğer ideoloji ve fraksiyonlar arasından sıyrılarak ön plana çıktı. Özellikle Türkiye devrimci hareketi çerisinde yer alan fraksiyonların 1971 yılında gerçekleştirilen baskı ve darbenin ardından bir türlü toparlanamayıp devrimci yaklaşımdan tamamen uzaklaşarak birbiriyle çatışmaya başlamaları ile 1977’den itibaren yeniden darbenin zemini hazırlandı. Bu anlamda harekete geçen devlet içerisindeki derin güçler 1 Mayıs 1977’deki katliam ile yeniden darbe için ilk adımı atmış oldu. 1971 yılında Türkiye’de yaşanan darbe tıpkı Şili ve Arjantin’de yaşanan darbeler gibi emperyalist güçlerin istem ve çıkarlarından bağımsız değildi. Hatırlarsanız, o dönemde Kenan Evren, “Ben bu darbeye Hilvan üzerinde uçarken karar verdim” şeklinde bir açıklamada bulunuyor. İşte bu açıklama açık ve net biçimde Kürt halkının özgürlük mücadelesinden duyulan korkuyu ifade edip, 1980 yılında yaşanan darbenin de sebebini ortaya koyuyor çünkü 12 Eylül darbesinin temel amacı 1950 ve '60’lı yıllarda suskunluğu seçen Kürt halkının 1970’lerden itibaren yeniden direnişe geçmesini engellemekti. Bu çerçevede cezaevlerini toplama kampı gibi düşünerek Özgürlük Hareketi’nin öncüleri şahsında halkın direnişini bastırma yolunu denediler. Diyarbakır Cezaevi de bu politikanın önemli merkezlerinden biriydi. Bu çerçevede Kürdistan ve Türkiye genelinde tutuklanan tüm üst düzey kadro ve öncüler Diyarbakır Cezaevi’ne getirilerek yoğun işkence ve insanlık dışı muameleye tabi tutuldular. Sistematik şekilde gerçekleşen işkencenin asıl amacı insanların inanç, kimlik ve ideolojilerine saldırarak onları aşağılayıp kişiliksizleştirerek beynindekilerden tamamen arındırıp bir et yığını haline getirerek onların şahsında bir halkın umut ve özgürlük arayışlarını boğmaktı.

Devletin bu tutumuna karşı elbette büyük bir direniş söz konusuydu ancak o ana kadar direniş sadece bir fikir olarak vardı çünkü o ana kadar pratik anlamda direnişe dair bir tecrübe söz konusu değildi. Evet, direnmek gerekiyordu ama nasıl? Bu konuda o dönemki arkadaşların bildiği tek şey, farklı ülkelerdeki zindan direnişlerini konu alan roman ve farklı kitaplardan okuduklarıyla İrlanda’da İRA savaşçılarının mücadelelerini gündemde tutmak amacı ile bir yıldan fazla bir süre devam ettirdikleri ölüm oruçlarıydı. Bu çerçevede 1981 yılının başlarında cezaevindeki tutsaklar tarafından bir 'uyarı' amacıyla bir açlık grevi süreci başlatıldı ancak bu açlık grevi büyük işkence hazırlığını önlemeye yetmedi ve 1981 yılının Mart ayından itibaren de direndikleri için hücrelerde tutulan arkadaşlarımız ölüm orucuna başladılar. Bu ilk ölüm orucu girişimiydi. Arkadaşlarımız tecrübesiz olmalarına rağmen teslimiyeti kırmak adına büyük bir direniş sergilediler. 2 ay süren ölüm orucuna Mayıs ayında ara verildi çünkü o dönem PKK duruşmalarının ana davası görülecekti. Ana dava duruşmalarına katılıp burada hem içerideki arkadaşlara hem de dışarıdakilere belirli mesajları iletmek önemliydi. O nedenle Esat Oktay ve ekibi de bu duruşmaya katılmıştı. Duruşmada birkaç küçük isteğinin yerine getirilmesi durumunda ifadelere ve savunmalara müdahale etmeyeceklerini belirten Esat Oktay’ın asıl amacı Haziran ayı itibarıyla direnişi tamamen ortadan kaldırmaktı. Nitekim hoparlörden yaptığı “Direnen bir tek insan dahi yoktur” açıklaması saldırının niyetini ve boyutlarını gözler önüne serdi. Çünkü Esat Oktay, tutsakların kurallara uyulmasından ziyade ihanet etmeleri ve teslim olmaları için çaba harcıyordu.

Henüz 12 Eylül cuntası yaşanmadan durumu öngören öncü kadrolardan Mazlum Doğan bu duruma ilişkin “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür”  şeklinde bir yazı kaleme almıştı. İşte 1981 yılının yaz aylarında artan işkence ve insanlık dışı muamelelerle ilk olarak zayıf karakterli kişileri teslim alıp ihanetçi durumuna getirdiler ancak Esat Oktay’ın asıl amacı öncü ve önder kişileri teslim almaktı. Zaten yoğun tecrit durumu söz konusu idi, kimse kimse ile görüşemiyordu. 40 koğuşun 40'ı da ayrı bir dünya gibiydi. 1982 yılı işkencenin ve ihanetin doruğa ulaştığı bir yıldı. Bu nedenle ne olursa olsun acil bir şekilde direnişe geçilmeliydi fakat nasıl? Buna dair bir tek fikirleri dahi yoktu. Derken 21 Mart 1982’de Mazlum Doğan bir eylem gerçekleştirdi.

Mazlum’un eylemini 21 Mart’ta gerçekleştirmesi bile başlı başına bir mesajdı. Mazlum’un eyleminin ilk duyulduğu yer hücre oldu. Hücredeki arkadaşlar bu eylemde direniş için büyük bir ışık görüp direnişe geçmenin zamanının geldiğini anlayarak direnişi düşünmeye başladılar. Mazlum’un eylem haberi yaklaşık bir ay sonra 33. koğuşta bulunan Ferhat Kurtay ve arkadaşlarına “Mazlum 21 Mart’ta kendini yaktı” şeklinde ulaşıyor fakat aslında 4. kattaki hücresinde bulunan Mazlum, hücrenin arka tarafında bir metrelik bir yükseltinin olduğu kısımda kendini asarak eylemini gerçekleştirmişti. Ancak eylemi yakma şeklinde duyan Dörtler, 'Mazlum bu yolla bize bir mesaj iletti, biz de bu mesajın gerekliliğini yerine getirmeliyiz' diyerek gerçekleştirecekleri eylem için hazırlıklara başlıyorlar. İlk olarak buldukları tiner ve benzeri yanıcı maddeleri topluyorlar, daha sonra gece nöbetlerini ayarlıyorlar. Normal şartlarda 18 Mayıs’ta gerçekleştirmek istedikleri eylemi nöbet çizelgesinden kaynaklı olarak 16 Mayıs’ı 17 Mayıs’a bağlayan gece gerçekleştirmek zorunda kalıyorlar. 18 Mayıs’ı tercih etmelerinin nedeni bugünün Haki Karer ve Halil Çabgu’nun şehadet yıl dönümü olması nedeni ile parti tarihinde önemli bir yere sahip olmasıydı. İşte bu çerçevede 17 Mayıs günü sabaha karşı büyük bir irade ile gerçekleştirdikleri eylem ile işkence ve ihanet çemberini yırtıyorlar. Saat 03.00’da gerçekleşen eylem sırasında koğuşta bulunan diğer mahkumlar uyanıp arkadaşlarını alevler içerisinde görünce büyük bir telaş içerisinde koşuşturup ateşi söndürmeye çalışıyorlar ancak buna karşı Ferhat Kurtay ve yoldaşları, “Ateşi söndüren ihanetçidir” şeklinde bağırmaya başlıyorlar. O sırada koğuş karışıyor, camlar kırılıyor, sesler ve dumanlar yükseliyor. Yaşananlar karşısında şaşkına dönenen Esat Oktay’ın adamları korkudan mazgalı bile açamayıp yaşananlara uzaktan bakıyorlar çünkü büyük bir patlama ve isyan görüyorlar içeride. Sabaha kadar bu durum böyle devam ediyor, sabaha karşı Dörtler'i battaniyeler içinde ağır yaralı olarak hastaneye götürüyorlar ve ilk bir hafta içinde hepsi şehit düşüyor. Dörtlerin eylemini Mazlum Doğan’ın eyleminin devamı şeklinde yorumlamak gerekmektedir.

'DURUŞMA GÜNÜNÜ BEKLEDİLER VE...'

Eylemin koğuşlara yansıması nasıl oldu?

Büyük bir üzüntüye sebep oldu çünkü Kemal Pir ve yoldaşları direniş için geç kaldıklarını düşündüler. Onlar yerine biz olmalıydık, dediler. Bu çerçevede eylemlerini açıklamak amacı ile PKK ana davasının büyük grubunun duruşma gününü beklemeye başladılar. Dava günü 14 Temmuz’du. İşte 14 Temmuz 1982 yılında askeri kıyafetler içinde ellerimiz arkadan birbirine zincirli şekilde 220 kişiyi duruşmanın görüldüğü Kolordu’nun bahçesine taşıdılar. Hayri arkadaşlar arkada oturuyorlardı. O her fırsatta söz hakkı almak için elini kaldırıyormuş ama biz önde oturduğumuz için görmüyorduk. Hakim de sürekli “Hayri, mahkeme bitsin sana söz hakkı vereceğim" diyordu. Fakat öğleden sonra saat 1 gibi mahkeme sonucu açıklanırken hakim Hayri’ye verdiği sözü unutmuş gibi duruşmanın erteleneceğini yazdırıyordu. Derken Hayri Arkadaş yerinden fırlayarak mikrofona doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan da konuşuyordu; “Sabahtan bu yana söz hakkı almak için elimi kaldırıyorum ve siz duruşmanın sonunda söz hakkı vereceğinizi söylemenize rağmen şimdi böyle bir şey yokmuş gibi duruşmayı bitiriyorsunuz fakat konuşmak zorundayım çünkü görülen duruşma ve kendime dair söylemem gerekenler var” diyerek mikrofona geldi ve şunları söyledi: “Bizler günlerdir yara bere içerisinde buraya gidip geliyoruz, sizin gözünüzün önünde işkenceler yapılıyor fakat sizler tek bir şey dahi yapmıyorsunuz. Bu konuda artık mahkemelere gidip gelmenin bir anlamı kalmamıştır. Bu durum partimize ilişkin bir komplodur. Cezaevlerinde bize dayatılmak istenen ihanettir. Bu nedenle ben yaşanan bu komployu protesto etmek amacı ile bugünden itibaren ölüm orucuna başlıyorum ve hiçbir koşul öne sürmüyorum.”

Hayri’nin bunları söylemesi ile mahkeme heyeti kendi arasında konuşmaya başladı. Sonra da dönüp “Bizler mahkeme heyeti olarak senin ölüm orucuna girmeni doğru bulmuyoruz ancak yine de durumu gerekli tutanaklara işleyip sorunlarınıza dikkat çekeriz” dedi. Ancak Hayri çok karalıydı: “Kaç kere denememize rağmen sürekli aynı sorunlarla karşılaştık. Bu durum sizi de aşıyor, farkındayım. O nedenle partimize dönük gerçekleştirilen bu komployu kesinlikle kabul etmeyerek üstüme düşeni yerine getireceğim. Bu nedenle bundan sonra duruşmalara katılmayacağımı ve devrimci hayatım boyunca halkıma karşı borçlu olduğumu ve görevlerimi layıkı ile yerine getiremediğimi belirmek istiyorum. Mezar taşıma 'halkına borçlu olarak öldü' diye yazılsın” deyip yerine oturdu.

Hemen arkasından Ali Çiçek sözü aldı ve “Ben de ölüm orucuna başlıyorum. Hayri arkadaşın söylediklerine aynen katılıyorum, yalnız bundan sonra duruşmalara gelmeyeceğim için gerçekleştirdiğim eylemlerden kaynaklı başka arkadaşların yargılanmaması için bu eylemleri açıklamak istiyorum” deyip hepsini tarihleri ile birlikte açıkladı.

Ali Çiçek’in ardından Kemal Pir de söz hakkı alarak "Ben de arkadaşlarımın söylediklerine katılıyor ve ölüm orucuna gireceğimi bildiriyorum. Daha geniş ve ayrıntılı gerekçelerim de var ama siz söz hakkı vermezsiniz diye herhangi bir açıklama yapmıyorum” dedi.

Son olarak Akif Yılmaz ve diğer iki arkadaş da ölüm orucuna katıldıklarını bildirdi. O an mahkeme heyeti ve askerler neye uğradığını şaşırdı. Normal zamanlarda ya kafaya cop inerdi ya da sürüklenerek arka tarafa çekilip işkence edilirdi. Ama şok geçirdikleri için hiçbir şey yapamadılar. Bu durum onlar için çok yeniydi ve Esat Oktay’ın ne diyeceğine dair bir beklenti içerisinde duruşmayı bitirdiler.

Hayri Durmuş ve diğer beş tutsağın ölüm orucuna girmesi cezaevine ve basına nasıl yansıdı?

Cezaevinde ölüm orucuna giren arkadaşlar hücrelere götürülünce Hayri Arkadaş cezaevinde hücrelerde bulunan musluğa ağzını dayayarak aşağıda bulunan Karasu arkadaşa müjde verircesine “Başardık, altı kişi ile başladık. Biz kazandık” şeklinde durumu bildiriyor. Daha sonraki süreçlerde katılım artarak devam ediyor ve bu ölüm orucu yaklaşık 60 gün devam ediyor. Bu 60 gün içerisinde Esat Oktay sık sık hücrelere gidiyor. Yine ölüm orucu devam ederken işkence de belirgin bir şekilde sürdürülüyordu çünkü devlet ölüm orucunun diğer koğuşlara yayılmasını istemiyordu. Ancak diğer yandan da koğuşlara daha fazla yiyecek ve ekmek gönderiliyordu. Hatta koğuşların kapısında ekmekler birikmişti ve sırf o heyetlerin gözünü boyamak için ekmekler kapı önünden kaldırılmamıştı.

Ölüm orucu sürecinde TRT kameralarının bazı koğuşlara götürülüp, o koğuşlardaki tutsakların ‘halleri vakitleri yerinde, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, güllük gülistanlık yaşadıklarına’ dair haberler yaptıklarını öğrendik. Ancak bu tarz haberlerin bir diğer amacı da  cezaevlerinde bir sorun yok her şey süt liman direnişe giren birkaç kişi de vazgeçti izlenimini yaratmaktı.

'ERDOĞAN DA EVREN GİBİ YENİLECEK'

Peki, 14 Temmuz Direnişi Kürt halkı için ne tür kazanımlar sağladı?

Bir hafta 10 günlük aralıklarla gerçekleşen katılımlar ölüm orucundaki tutsaklara moral olup oruç sürecini canlı tutarken işkencecileri de telaşlandırıyor. Bütün katılımlarla 15 kişiyi bulan ölüm orucunda 50. günden sonra şehadetler başlıyor. 7 Eylül’de Kemal arkadaş şehit düşüyor, 12 Eylül cuntasının 2. yıl dönümünde Hayri arkadaş, 15’inde Akif ve  17’sinde de diğerlerinden genç olması itibarıyla Ali arkadaş şehit düşüyor. Bu arkadaşların şehit düşmesi ile işkencecilerin kolu kanadı kırılıyor. Büyük umutlarla sürdürdükleri işkence politikalarının sonuç almadığını çok net görüyorlar. Çünkü 1982 yılı Türkiye genelinde 12 Eylül’ün doruğudur. Asker ülkenin en ücra köşesine kadar her yere hakim. Bu durumda bile o insan çıplak iradeleri, bedenleri, fikirleri ve inanışlarıyla büyük bir eylem ortaya koyarak 12 Eylül’ü yenilgiye uğrattı.

Bu kadar büyük bir direniş ve tecrübe ortada iken bakıyoruz ki AKP özellikle son bir yıldır Kürt halkını yok etme dönük politikalarını çok net şekilde ortaya koyarak asıl niyetini belli etmiştir. Hatırlarsanız, 12 Eylül cuntasında cuntacılar "kardeşin kardeşi öldürmesine engel olmak istiyoruz" diyerek yönetime el koydu ve Kürtlerin direnişini yok etmek için üstün bir çaba harcamasına rağmen başarılı olamadı. 2016 yılına geldiğimizde Kürt halkının artık kabına sığmaz bir şekilde statükoyu kabul etmediğini ve 100 önce Sykes Picot Anlaşması ile önüne konan kaderini parçalayarak 4 parçada birden harekete geçmiştir. Güney ve Rojava önemli oranda özgürleşmiş, İran önemli oranda örgütlenmiş ve Kuzey kırk yıldır mücadelesini sürdürüyor. Yani demem o ki, Kürt halkı kabına sığmaz şekilde denizi arıyor. Düşünün, Tayyip Erdoğan doğa kanunlarına da aykırı davranarak denize doğru çılgınca akan bir ırmağın önüne setler çekmeye çalışıyor. Sizce bu mümkün mü? Değil! Nasıl ki Kenan Evren ve 12 Eylül yenildi, Tayip Erdoğan ve faşist zihniyeti de yenilecektir.