Gulistan…

Yoldaşlık bağları güçlüydü Gulistan’ın, en kutsal emanetleriyse yoldaşlarının ona gönderdiği notlar, mektuplar, küçük hatıralardı. Her birini özenle saklardı. Kim zorlansa, hasta düşse yanına koşar, elinden ne gelirse yapardı.

Kopuşlar acı veriyorsa, bağlar hakikidir diyorlar. Tırnağından saç teline kadar acı çekiyorsan o bağı nasıl tanımlarsın, bilmiyorum… O küle dönmüş arabada senin de canın, ruhun ayrılmışsa parçalara ve kanıyorsa… ve işlemişse yaşanmışlıklar tüm anlarına, tahayyül edemezsin onsuz zamanları. Ben de edemiyorum… Etmek de istemiyorum.

Boğazım düğümleniyor. Gözlerim doluyor. Devrimciler acılarını kine dönüştürmeli, onların içinde boğulmak yerine o acının nedenlerine yönelmeli, biliyorum. Hele de katliamla yüz yüze bir halkın çocuklarıysak, şehadetin anlamını bilince çıkarmak zorunludur elbet. Her gün mücadelenin bir cephesinde direnerek şehit düşen, düşmanın eline geçmemek için son mermisini kendisine saklayan, yoldaşlarını kurtarmak için bedenini siper eden, kendini düşmanın beyninde, yüreğinde patlatan, bedenini açlığa yatırarak, yakarak ya da işkencede ser verip sır vermeyen bir halkın çocuklarıyken, biliriz elbet acıların anlamını ve nasıl yaşanacağını. Devrimcilik; sevgisini, öfkesini, hüznünü, korkularını kolektif ve toplumsal kılabilmektir. Ama gel gör ki bu kez Gulistan’ı kaybetmenin acısını Ortadoğu kadınlarının hakkını verircesine yaşadığı gibi yaşamayı isterdim.

Hatırlıyorum; Gulistan, Rojnews çalışanı Şoreş Mistefa yaşamını yitirdiğinde, onun merasimine gittiğini anlatmıştı. Şoreş’in eşi Sînor, yüzünü saçını tırmalamış, çamurların içinde debelenmiş, çığlık çığlığa ağlamıştı tabuta sarılarak. Onun acısını yaşama biçimi, merasimi izleyen herkeste iz bırakmıştı. Gulistan, Sinor’un durumunu anlatırken, onun o haline hem üzülmüş hem de en azından acısını dışa akıttığı ve acısını doyasıya yaşamasını anlamlı bulmuştu ve şöyle demişti: “Bazılarının acısını dahi yaşama imkânı yok.” Acılarımızı hakkınca yaşayamamak üzerine konuşmuştuk o günün akşamında. Pırlanta değerinde gencecik yoldaşların, büyük komutanların, hayalleri yarım kalanların, yaşama en fazla yakışanların gidişine tanık olmuştuk. Değil yüzümüzü tırmalamak, tüm dünyayı yıkmak istemiştik hainlerin, katillerin, düşmanın üzerine. Ama bir mücadele içinde olmak sağaltıcı olsa gerek. Acıdan delirmemizin, elden ayaktan düşmemizin, tüm dünyaya küsmemizin önünü alıyor da o yüzden dayanabiliyoruz herhalde. Belki de Atakan Mahir’in dediği gibi, savaş ve mücadele o kadar şiddetli ki bu kadar acının ‘içinden geçiyoruz, durup düşünmeye zaman bulamıyoruz’ kaybettiklerimizi. Tüm bunları düşünerek, acının içinde boğulmaktan alıkoymak istiyorum kendimi. Fakat doldurduğu yer o kadar büyük olunca, yokluğundan doğan boşluk da bir kara delik gibi çekiyor beni acının içine.

Kaç gündür yoldaşlarım onu anlatmamı, yazmamı, konuşmamı istiyorlar. Aynı duyguyu Nagihan şehit düştüğünde de yaşamıştım. Konuşmak, yazmak acı; yazmamak ise haksızlık. Çünkü en haince, kalleşçe yöntemlerle onu yok etmek isteyenlere inat, yoldaşların anlatma, yazma sorumluluğu var. Bunun için kaç kişiye kızmışlığımız, sitem etmişliğimiz varken aynı haksızlığı yapamayız. Kurdistan’ın gençleri, çocukları tanımalı ve bilmeliler kimleri örnek alacaklarını. Dostluğun, yurtseverliğin, devrimciliğin anlamını bu yoldaşların yaşamından öğrenmeliler. Kahramanları onlar olmalı. Kadınlar bilmeli yoldaşlığın insanı ne kadar güzel, saygın, değerli kıldığını, anlamlı yaşamın ancak böylesi bağlarla mümkün olduğunu. Ama hâlâ kanıyorken yarası ve tüm hücrelerimle yaşıyorken bu acıyı, hakkını verebilir miyim bilmeden yazıyorum bu satırları.

DERİN DOSTLUĞU

Gulistan’la, 20 yılda her anını nakış nakış işlediğimiz bir dostluğumuz, yoldaşlığımız oldu. Yaşamımda gülüşünün, hüznünün, fevriliğinin, heyecanının ve güzel duygularının yansımadığı neredeyse hiçbir an yok. Kadınlar arasındaki derin dostluklar büyük emek ister. Ben bu dostluğu Gulistan’dan öğrendim. Ondan öğrendiklerimle anlamlı arkadaşlık ilişkileri kurmayı başardım. Kadınların derin dostluklar kurmasının yolları çetrefillidir. Hayat hep sınar o bağları. Geri, geleneksel kadınlık sınar, egemen erkek sınar, iktidarcı ilişkiler hep sınar o bağların sağlamlığını. Ve tabii kendi içimizdeki, kişiliklerimizdeki gerilikler de sınar. Cinsiyetçi toplumun yıktığı doğal ilişkileri kurmak anlamayı, mücadele etmeyi, birbirini yücelten sevgi ve saygı bağlarını gerekli kılar. Başarılırsa inşa edicidir o ilişki. Duygu, düşünce, davranışlarınıza çeki düzen verir, rafine eder. Biz o sınavdan başarıyla çıktık ama bu en fazla da onun maharetiydi. Çünkü Gulistan, karşısında kendinizi en sade haliyle gördüğünüz ayna gibiydi. Sizi yanıltmaz, abartmaz, düşürmez; ölçü kazandırırdı. Onun sadeliğinde arınırdınız. İktidarcı duygularınızdan sıyrılır, insani olana yaklaşırdınız. Bu sadece benim yaşadığım bir his değildi sanırım, onun ilişki kurduğu her insan bunu derinden hissederdi.

Onunla tanıştığımızda ben basın çalışmalarına yeni katılmıştım. Onun çalışma performansını gördüğümde korkmuştum. Sabahlara kadar röportaj ve konuşmaların ses kasetlerini çözerdi. Bazen uykusuz da kalsa, sancılar içinde kıvransa da işini çok ciddi yapardı. Klavyeyi öyle hızlı kullanırdı ki bazen ses kayıt cihazına dahi gerek kalmazdı. Bir arkadaş onun bu hâline takılmış, “O kadar hızlı yazıyorsun ki neredeyse aklımızdan geçenleri yazacaksın,” demişti. Parmakları uyuşana kadar aralıksızca çalışır, zamanında ve en iyi biçimde tamamlardı işini. Onun bu halini görünce “Ben on parmak öğrenmeyeceğim,” demiştim. Çok gülmüştü.

YOLDAŞLARINA BAĞLILIĞI

Yoldaşlık onun için başattı. Çünkü vefalıydı; zindandan Avrupa’ya, dağlardan şehirlere dört bir yanda tüm arkadaşlarına karşı. Mektuplar, notlar yazar, durumlarını takip ederdi. Yazdığı mektuplar, onun duygu yüklülüğünü, içtenliğini kelimelere yer bırakmayacak kadar güzel anlatıyordu. Mektuplarından birinde, “Kara bulutlar var gökyüzünde. Bulutlar ardına saklanan ay ışığına ve yıldızlara soruyorum: Zozan yürekli can yoldaşım nasıldır, nicedir hali ahvali? Ayazlı gecelerde daha net ve diri yıldızlar gibidir, diyorlar yağan karlar ardından… Yağan yağmura, kara inat ‘ay ışığına’ göz kırpan bir yıldız gibidir Zozan havasında, diyorlar. Anlıyorum ki ruh haleti iyidir… (…) Her bir yıldız kaydığında gökyüzünden bir ‘eşkıya’ daha göçüyor bu dünyadan. O eşkıya yürekli cesur yıldızlar, yoldaşlarımız… Ortasında olmasak da yüreklerimizi paramparça ediyor, inan. İçinde olmanın yürek inciten yanı elbette daha farklıdır, verdiği acıyla yaşamayı öğretiyor ve zorunlu kılıyor bunu. (…) Öyle bir zamandayız ki, zaman bize acılarımızı yaşama izni vermiyor. Süreç başarmayı zorunlu kılıyor,” diyordu.

En kutsal emanetleriyse yoldaşlarının ona gönderdiği notlar, mektuplar, küçük hatıralardı. Her birini özenle saklardı. Kim zorlansa, hasta düşse yanına koşar, elinden ne gelirse yapardı. Dertleri, kaygıları bireyci değildi. Arkadaşlarına haber verir, “Mutlaka arayın, sorun,” derdi. Haksızlığa ve adaletsizliğe öfkelenir, ama öfkesini hiçbir zaman kine, nefrete dönüştürmezdi. Kendisini kırmış, incitmiş davranışlar karşısında tavrı bilgeceydi. Belki de bu yüzden utandırırdı ona haksızlık yapanları…

ÜLKE AŞKI

Gulistan… Ülkesini gül bahçesi gibi görürdü, ismi gibi... Aşıktı taşına, toprağına, çiçeğine, ay ışığına, yağmuruna, sarı yapraklarına… Kurdistan’ın dört parçasının tarihine, coğrafyasına hayranlıkla bakardı. Halay çekmeyi ne çok severdi ve çok güzel halay çekerdi. Hele çepkîde adeta kanatlanır, uçardı mutluluktan. Sazlı, sözlü türkü ortamlarını paylaştığı anlar onun en mutlu anlarıydı. Bahar yağmurlarında yürümeyi severdi. Romantikti; ay ışığına, çiçeklere, sonbaharın sarı yapraklarına anlamlar yüklerdi. Bakmasını bilenin bu toprakların güzelliğinden pay alacağını bilir ve inanırdı. Yurtseverlik de buydu elbet; ülkesinin güzelliğinin farkındalığı, tarihine ve coğrafyasına anlam yüklemek ve bunun için kavgaya atılmaktı. Parça parça edilmiş Kurdistan’ın her parçasına ayrı ayrı aşıktı. Hangi şehirde, hangi parçada çalıştıysa, oranın kültürünü, aksanını öğrenerek en iyi şekilde iletişim kurmaya çalıştı insanlarla. Bunun için Kurmancîsini geliştirdiği gibi Soranîyi de öğrendi. Ailesinden devraldığı yurtseverliği, kadın özgürlük ideolojisi ile birleştirerek inşa etti kişiliğini.

Xwebûn olmak, kendi kökü üzerinden yeşermektir; Gulistan da bağlı kaldı köklerine. Bunun için katliamdan kurtulan Süryani nenesinin hikâyesinin peşine düştü ve Rojava Kurdistanı’nın Qamişlo şehrinde buldu akrabalarını. Devrimi haberleştirmeye geldiği topraklarda Süryani aileden dinledi nenesinin hikâyesini. Hatırlıyorum, üvey dayısının (Süryani nenesinin Rojava’da bıraktığı çocuğu) soğuk yaklaşmasına içerlemişti. Onu ne haklı görebilmiş ne de haksız. “Hâlâ öfkeli mi?” diye kendi kendine sormuştu. “Öfkelense haklıdır, o yaşta annesinden ayrılmak, annesiz büyümek… Zordur,” diye hak vermişti ardından aceleyle. Cümleyi idrak etmene daha fırsat vermeden hemen peşi sıra kendisi cevaplardı soruları. “Ama benim suçum ne? Ben aradım, buldum onu. İstemeseydim aramazdım. Niye bana soğuk yaklaştı?” Öfkesine öfkelenmiş gibi ses tonu tekrar düşer, yeniden sevgi ve şefkat yüklü bir ses tonuyla “Yüzü soluk ve ekşiydi ama yine de bana sarılırken annesinden bir parçaya sarılır gibi sarıldığını hissettim. Acaba şokta mıydı, inanamıyor muydu ya da hala kızgın mıydı? Gerçekten, onunki de zor olmuş.” Gün boyu kendine sorup durmuş, yine kendisi cevaplamıştı sorularını. İnsanları anlamak için muazzam çaba harcardı. Anlam veremediği davranışların haklı gerekçelerini kendisi üretirdi. Belki de insanların içinde kötülük olmadığına inanan o saf ve temiz yüreğinin yansımasıydı bunlar.

Sadeliği ve içtenliğiyle çocukların güzel gözlü arkadaşıydı. Onlar için çantasında şeker taşır, kolyelerini, boncuklarını hediye ederdi. Onların oyun arkadaşıydı. Çocuklar da hissederdi onun sade sevgisini ve öyle yaklaşırlardı. Rojava’dan ayrılırken 4 yaşındaki Amudêli küçük Aya, ona en değerli oyuncağını hediye etmişti. Hala yatağının başucunda durur o oyuncak bebek. Yaşadığı mahallede, çalıştığı yerde çocuklarla, yaşlılarla içten bağlar kurardı. Birlikte çalıştığı kadınlara yardımcı olur, sorunlarını dinler, yol gösterirdi.

Şimdi bu yazıyı yazmaya çalışırken onun bana yakın zamanda gönderdiği eski bir şarkıyı dinliyorum aralıksız…

Nikarim dûr bifirim

Ava deryan bibirim

Li ser lat û zinaran

Sitranê xwe biqêrim

 

Destên me wê bibin bask

Emê bifirin herin

Welatê xwe vegerin

Welatê xweş û bihuşt

 

Dibînim xewnê şeva

Hesreta li ber çava

Dixwazim te bibînim

Welatê gulşîlana

Şarkının da dediği gibi, seni o cennet ülkede görebilmenin hasretiyle yolcu ediyoruz, yoldaşım. Seni unutmayacağız, unutturmayacağız. Ne kalemin ne kameran ne de umutların yerde kalmayacak…