Yüreğine iyi davran arkadaşım!

Kalbini de alıp gittin, hoşça kal yoldaş. Halil’e, Sarya’ya, Nûjiyan’a, Armanc’a ve nice devrim goncasına selam söyle. “Yüreğine iyi davran arkadaşım…”

SEYİT EVRAN

2006 kışının baharına evrilen günlerindeydik. Zap vadisinin derinlerinde Kanî Guzê patikasında ilerliyoruz. Yorgunuz ama birazdan Şehit Bêrîtan Akademisi'nin kampına ulaşıp onlarca güzel yoldaşı görmenin heyecanıyla adımlarımızı hiç yavaşlatmıyoruz. Ayaklarımıza yapışan çamura da aldırış etmiyoruz. Yukarıdaki yalçın kayalar çırılçıplak. Şahika niye örtünsün ki zaten…  Yamaçlarda hala öbek öbek karlar var ama yerden umut veren ılık buharlar kalkıyor. Önümdeki arkadaşın “Aaa heval Halil” demesiyle başımı kaldırdım. Uzun yıllardır görmediğim Halil Dağ karşımdaydı. Ağız dolusu gülüşüyle kendini yamaçtan patikaya bırakıp bizi bekledi. Sevdiklerini katmerli özlemler sonrası görünce gözleri dolan, genzi yanan, yutkunup göğsü hava ile dolan bir ben değilim, bunu biliyorum. Seven insanlar da bunu biliyor ve seven insanlarca anlaşılmak güzel. Anneler, sevgililer, yoldaşlarca anlaşılmak güzel, onlar biliyor bu duyguyu. Sıra bana gelince Halil’e sımsıkı sarıldım. Onca ayrı geçen yılı merhametle affederek sarıldım. Yoldaş kokusu, yoldaş sıcaklığı, yoldaş sevgisi şu yeryüzünde en güzeller arasında yerini alır. Sarılırken nefes nefese ve boğuk sesini kulağımın dibinde duyuyorum. “Var ya, büyümüş!” ellerimizi evire çevire inceliyor, ellerimizden tutup sağa sola döndürüyor. “Vay be!” deyip duruyor… Bizi herkesten çok tanıyan, hikayelerimizi bilen, sevgisini esirgemeyen yoldaşımız, bizdeki değişimlerin çetelesine yenilerini ekliyordu. Gözleri ışıl ışıl.

O sıralar çektiği “Bêrîtan” filminin montajıyla uğraşıyordu. Duymuştum ve filmi çok merak ediyordum. Bana heyecanla bazı sahnelerini anlattı. O anlattıkça sorularım çoğalıyordu. O ise soruların bazılarını geçiştiriyor, daha çok ruhumdaki gelişmelerle ilgileniyor, bana mektup yazmadığı için kendini affettirmeye çalışıyordu. “Kuzeyde şiir yazmayı bırakmadın, de mi? Savaşın, içindeki çocuğu öldürmesine izin vermedin, de mi? Bak ben not yazmadım ama Armanc sana kurutulmuş çiçekli mektup yazdığında selamımı yazmasını söyledim, selamım geldi, de mi?” deyip nefes almadan konuşuyordu. Ben de mutlulukla gülümsüyor, Halil’in saçlarına düşmüş birkaç beyaz teli inceliyordum. Grupla aramızda açılan mesafeyi kapatmak için çocuklar gibi koştuk. Koşarken bile susmuyordu. “Ben basına gidiyorum, sen de gel. Sonra seni kampa bırakırız. Zaten çok yakın. Bak Armanc Kerboran, Kadir Usta, Avareş, Seyit Evran, Sarya Onur gil de oradalar, hepsini görürsün” deyip aklımı çelmeye çalışıyordu. Çelmişti aslında ama ben arkadaşlardan izin almaya çekiniyordum. O işi de tatlı dili ile Halil halledince arkadaşlardan ayrılıp vadiden bir yamaç patikasına doğru çıktık. Halil ile yürümek de güzeldi. Film anılarını anlatıp bazen hüzünleniyor, bazen de gülüyordu. Yaptığı işi heyecanla yapan, zorluklardan yılmayan, içindeki sevgiyi hiçbir koşulda kaybetmeyen yoldaşlarım olduğu için çok şanslıydım. Tabii o zamanlar bu kadar şanslı olduğumun keskin ayrımında değildim. “Yaşam yaşanırken anlaşılmazmış” meğer. Devrimin devleriyle yaşıyormuşum meğer… Evet, o zaman da tapıyordum arkadaşlarıma, o zaman da bütün tanrılardan çok arkadaşlarıma inanıyordum. Ama demek o bile azmış. Ne kadar sevsem Halil’i az. Ne kadar hayran kalsam Seyit’e az. Ne kadar tapsam Armanc’a az. Ne kadar hasret duysam Sarya’ya az… Azmış ama keşke demeyeceğim, keşke demeyecek kadar dolu dolu direndik, sevdik, inanıp iman ettik yoldaşlığa…

Kocaman ağaçların olduğu bir yere geldiğimizde Halil çantamı ve silahımı alıp bir ağaç dalına astı, birkaç adım attıktan sonra eğilip bir mangaya girdik. Manga diyorum da, ilk kez böyle bir gerilla mangası görüyordum. Yer altında upuzun bir masa, masa boylu boyunca bilgisayarlarla dolu. Ve her bilgisayarın başında bir arkadaş. Takır tukur tuş seslerinden kimse ben ile Halil’i duymuyordu. Gözlerim tanıdıkları arıyordu, hepsinin arkası dönük. Halil yüksek sesle “Yoldaşlar size daha Kuzey kokusunu üstünden atmamış bir yoldaş getirdim.” Deyince herkes döndü. Sarya’nın tiz çığlığı ile kollarımın narin bedeninde kenetlenmesi bir lahzaydı ama ne güzel bir lahza. Birbirimizi koklaya koklaya sarıldık. Başımı çekip burnuna baktım. Burnunda, tam burnunun ucunda ona çok yakışan bir ben vardı. Parmağımla dokunup “duruyor” dedim. “Ay duracak tabii, nereye gitsin bahtsız ben.” Deyip elini göğsüne vurarak güldü. Güldük… İçerideki yoldaşlara tek tek sarıldım. İlk kez o zaman Seyit’i gördüm. Çok duymuştum. Çok anlatmışlardı ama ilk kez yüzünü görüyordum. Elimi sıkınca, gülen gözlerle yüzüme bakıp “Hoş geldin, seni gıyaben tanıyorum” deyince, kısık bir sesle “ben de seni” dedim. Yoldaşların çalışmalarını yeterince sabote ettikten sonra ben, Halil ve Sarya, Seyit yoldaşın peşine düşüp kamelya dedikleri odun sobasının yandığı, üstünde çayın fokur fokur kaynadığı sıcacık bir yere geçtik. Orası bir yerden daha fazlasıydı. Bir sesler, kahkahalar, sevgiler, anılar ocağıydı. Orası bir yer değil, katıksız anlamdı…

Seyit bize çay doldururken Halil’in kulağına eğilip Seyit’i göstererek “Gandi partiye katılmış” dedim. Halil kahkaha ile gülüp karnını tuttu. Yeşil ışıklı gözleri gülmekten yaşlarla doldu. Gülmesi bitti tamam diyorum, tekrar kahkaha atıyor. Bir şeyler söylüyor ama anlayamıyoruz. Sarya başını, ne dedin anlamında sallayınca Halil cevap vermeme de izin vermiyor. Nefes nefese “Ben, ben söyleyeceğim” diyor. Bekliyoruz gülmesi bitince, “Seyit Gandi” deyip tekrar gülüyor. En sonunda Halil, Seyit’e dediklerimi olduğu gibi anlatınca Seyit en sevecen haliyle başını bana doğru uzatarak, “Ben de seni görünce halam partiye katılmış dedim. Halama çok benziyorsun” dedi. Orada o sıcak anlam ocağında başladı yoldaşlığımız. Halil’in sayesinde tanışmamıza hep müşfik anlamlar kattım. Halil, beni Gandi ile tanıştırmıştı.

Halil, Armanc ve Kadir Usta'yı getirmeye gideceğini söyleyip çıktı. Mangaları yakınmış, hemen gelecekmiş… Sözlerini duydum ve heyecanla beklemeye başladım. İşte o kısacık bekleme anında Seyit bana onlarca anısını anlattı. Amed’i, küçük generalleri, Apê Musa’yı... Patikaların anlamını, yoldaşlarının ihtiyacı olunca onlara yetişememe korkusunu, yarasını sardığı ilk gerillayı, gömdüğü ilk şehidi... Licê’nin yanık kokusunu, insanın yaşadıklarını anlatamamasının buruk tadını. Melsa’yı, Brûsk’u, Soro’yu... Kötülüğü ve iyiliği…

Sarya araya girip “Halil ne çekmiş, sen de ne biriktirmişsin arkadaş” diyor, gülüyoruz. Halil film çekmişti. Seyit’de dağlarda en çok yoldaşlık biriktirmişti. Ve biz onlardan öğreneceklerimiz için ne kadar şanslı olduğumuzu o zamanlar çok anlayamamıştık. Sanki zaman hep öyle kalacakmış gibi. Sanki yaşam bizden bedel istemeyecekmiş gibi… Sanki ölüm kapımızı hiç çalmayacakmış gibi...

Sarya, Zekiye arkadaşın yaptığı turşuları, reçelleri anlatıp ispatlamak için bir şeyler getirmeye gidince Seyit yoldaş ile yine sohbetimize döndük. İnsan kendini hiç anlatmadan anlaşıldığını düşünebilir mi? Karşında Seyit varsa düşünür. O sobanın kenarında çıtırdayan ateşin huzurunda bir daha asla kaybetmeyeceğim bir yoldaş kazandım. O günden sonra ona hep "Gandi" diye hitap ettim ve o hep gülümseyerek karşılık verdi bana. Sonrası başımı omzuna yaslayacağım dostum, bir işe başlarken akıl hocam, arşivinden, bilgi ve birikiminden yararlanacağım hazinem, başım sıkışınca imdadıma yetişen arkadaşım. Nerede olursa olsun varlığıyla huzur bulduğum yoldaşım oldu.

Yoldaş, dağlarda her şeyindir. Yolunu kaybettiğinde yolun. Gücün azalınca imanın. Acının tokmağı kalbini vurduğunda kalbin. Aklın gerçeğe dayanamayıp başını avuçları arasına sakladığında aklındır yoldaş. Seyit deyince yoldaşlığın en güzel tanımları kendiliğinden gelip insanın yanında bağdaş kuruyor. Biz onu sade, saygın, seçkin, dirençli, azimli, enerjik, duygulu yoldaş olarak hatırlayıp yaşatacağız. Devrime ve hepimize kattıkları o kadar çok ki anlatmaya sayfalar yetmez. Bazen tek bir öğreti ile yetinir insan, benim de Seyit’ten öğrendiğim en nadide öğreti “devrim, hepimizin toplamıdır” öğretisi oldu. Devrim biziz, yaşadıklarımızdır, anılarımızdır, kendimizden verdiklerimizdir, kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızdır. Düşünce kalkmayı bilmektir. Bu maddi hayatın orta yerinde kalpsiz bir dünyaya kalbini vermekten caymamaktır Seyit olmak… Ya da devrim olmak…

Seyit hepimize yetti. Hepimizin yükünü kaldırdı. Hepimizin elinden tutup yürüttü, yol gösterdi. Ne tuhaftır; taa eski zamanlarda daha kalbi hasta olmadan önceki zamanlarda arkadaşlarla her vedalaşmasında elini kalbine vurarak “yüreğine iyi davran arkadaşım” derdi. O yüreğine iyi davrandı mı bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Ama arkadaşlarının yüreğine mukayyetti her zaman, onu biliyorum. Aklı, aklımızdan güçlü; kalbi, kalbimizden büyüktür derdik. Öyleydi de… Kalbinin ağrıdığını hiç söylemedi. Yüreğinin yandığını biz de yeterince anlamadık. Anlasaydık eli yanmış bir çocuğun yarasına üfler gibi yüreğine üflerdik. Ülkesinin ve halkının acıları kalbini yontuyormuş meğer. İmralı ve esaret kalbini yontuyormuş meğer. Armanc’ın, Halil’in, Sarya’nın, Cesur’un, Atakan’ın, Nûjiyan’ın, Gurbetelli’nin, Hozan’ın yokluğu kalbini kemiriyormuş meğer… Ve o bu tarifsiz acılar karşısında dimdik durarak bize gülümsüyormuş. Yarasını gösteren başkasının yarasını saramazdı. O bunu biliyordu. Bu yüzden yarasını sakladı hepimizden. Acısında debelenen başkasının acısına derman olamazdı; o bunu biliyordu. Bu yüzden acısını narin bir hüzünle gizledi bizden. Seyit ile yaşadığımız anlara ve anılara baktığımda keşke diyebileceğim çok fazla bir şey yok. Anlamca doygun, dolu dizgin bir yolun yolcuları keşkelere sığınmayı kolay kolay kabul etmez. Ama bir keşke hiç terk etmeyecek beni, keşke kalbinin acısını daha fazla paylaşabilseydim diyeceğim…

Ey aşk hazretleri; bana arkadaşlarımı ölümden saklamanın bir yolunu göster, diyeceğim.

Ey umut hazretleri; bana arkadaşlarımı ayrılıktan sakınmanın bir yolunu göster, diyeceğim.

Ey acı hazretleri; bana arkadaşlarımın acıyan kalbine derman olmanın yolunu göster, diyeceğim.

Ve ağıt yakmayacağım göçmen kalbine, göç de hayat kadar eskidir senin felsefende.

İnsan anlatamıyor… 

Susmalara tanım bulmak beyhude…

Varsay ki bir kelebek avuç dolusu cam kırığı yuttu.

Varsay ki yaralı bir ceylanın kalbine taş gibi bir susma oturdu.

Bir beklemek, bir de susmak tarih kadar eski bir intikamdır arkadaşım.

Kalbini de alıp gittin, hoşça kal yoldaş.

Halil’e, Sarya’ya, Nûjiyan’a, Armanc’a ve nice devrim goncasına selam söyle.

“Yüreğine iyi davran arkadaşım…”