Kürt ve Ermeni ilişkileri üzerine birkaç söz ve Metz Yeghern – 3

Osmanlı imparatorluğu birinci Dünya Savaşında giderek zayıfladığı dönemde görüyoruz ki 1916 yılını 1917 yılına bağlayan kışında yüz binlerce Kürt Kürdistan’dan Batıya sürülmektedir.

Osmanlı imparatorluğu birinci Dünya Savaşında giderek zayıfladığı dönemde görüyoruz ki 1916 yılını 1917 yılına bağlayan kışında yüz binlerce Kürt Kürdistan’dan Batıya sürülmektedir. Bu sürgünlerde kimi belgelere göre 700.000 Kürt yaşamını yitirmiştir.

Osmanlılar zamanında başlayan, ittihatçılar döneminde daha derinlikli olarak sürdürülen ve cumhuriyet döneminde de tamamen bitirilmek istenen bir Ermeni katliamı söz konusudur. Boşuna Kürt Halk Önderliği Hrant Dink için “Bu toprakların Son Ermeni’si” demedi.

Ermeni halkının bu toprakların en kadim halkı olarak çok büyük acılar yaşadığı yadsınamaz bir gerçektir. Ermeni halkının trajedisini istatistiki verilerle ifade etmek mümkün değildir. Unutulmamalı ki bu kıyımı, bu soykırımı gerçekleştiren güçlerin kim olduğu açıktır. Günümüzde de kıyımı gerçekleştiren zihniyet yaşamaktadır. Kürtlerin Ermenilerle yine Asurilerle, Süryanilerle ve tabi bu topraklarda yaşayan diğer tüm halklarla her zaman en ileri düzeyde ortaklaştıklarını tarihi bilen herkes dile getiriyor. O karanlık yıllarda bile Dersim ne Osmanlıların ne de İttihatçıların oyununa gelmemiştir. Yine Kürdistan’ın birçok yerinde Kürt halkının çoğunluğu bu oyuna gelmemiştir. Tam tersine Ermeni halkının trajedi yaşanırken aynı trajediyi kendisi de yaşamıştır.

O kıyım yıllarında bile V. Gordlevski’nin itiraf ettiği gibi “Müslüman Kürtler ile Hıristiyan Ermeniler arasındaki din farklılığının hiçbir rolü yoktu” demekten kendisini alıkoyamamıştır. Hatta söylediklerini daha ileriye götürerek: “Aslında Ermenilerin Müslüman Camilerini, Kürtlerin de Ermeni Kiliselerini ziyaret etmesi eskiden olağan bir davranıştı” demektedir.

Tarihçinin bu konuda söylediklerine yer verecek olursak:

“Bu bağlamda belirtilmesi gereken bir nokta Ermeni katliamlarında yer alan Kürtlerin çoğunlukla Hamidiye Alayları’na yani başlangıçta bu işleri yürütmek ve Kürtleri mesul tutmak amacıyla oluşturulmuş askeri birliklere mensup olmasıdır.

Bazı gerici ve köhne Kürt feodal ve aşiret beylerinin katliamlarda rol oynamış olması da bu gerçeği değiştirmez. Hamidiye Alayları’nın komutanlarıyla belirli feodal bey ve ağaların Ermenilere yönelik katliamları kendi keselerini doldurmak, kurbanların arazilerine el koymak ve mallarını yağmalamak için iyi bir fırsat olarak gördüklerini belirtmekte yarar vardır.”

Gerçekler böyle olmasına rağmen Kürtleri, Ermeni halkının karşısına dikmek büyük bir insafsızlık olur. Halbuki bizler biliyoruz ki emperyalist güçler bu halkları birbirine kırdırmak için çok uğraşmışlardır. Almanların politikalarına değinerek, bundan da önemli olan İngilizlerin 1895 yılı öncesi ve sonrasında yaydıkları “Sivas, Elazığ, Van, Bitlis, Erzurum, Van ve Diyarbakır gibi yerlerin Ermenilere verilmesi” yani Vilayat-ı Sitte politikasıdır. Böyle yaparak zamanının Hamidiye Alayları’nı -ki zaten Osmanlıları korumak için kurulmuş olan bu yapıyı- Ermeni halkına karşı daha fazla kışkırtmışlardır, bununda nasıl sonuçlar doğurduğunu yukarıda yazmaya çalışmıştık.

SEVRES KONFERANSININ SONUÇLARI

Benzer bir sonuçta Sevres Konferansında ortaya çıkmaktadır: “10 Ağustos 1920’de imzalanan anlaşmanın hedefi yalnız Osmanlı Devleti’nin sona erişini formüle etmek değil aynı zamanda Türkiye’yi de parçalamak bir yarı-sömürgeye dönüştürmekti. İngilizlerce belirlendiği besbelli bir düzen çerçevesinde, antlaşmada başta Ermeniler ve Kürtler olmak üzere bazı bölge halklarının sorunlarına da yer verilmekteydi. Antlaşma hükümleri uyarıca İzmir Türkiye’den alınarak, Yunanistan’a bağlanıyor. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının denetimi uluslararası bir komisyona veriliyor. Türkiye’nin Avrupa’da kalan topraklarının sınırları belirleniyor, karasuları içinde ki bütün adaları bırakması öngörülüyor, asker sayısı en alt düzeye indiriliyor. Ve başka hükümlerin yanı sıra ülkenin ekonomik tesisleri üzerinden doğrudan bir denetim kuruluyordu. Türkiye eski Osmanlı Vilayetlerinin manda sistemi ya da büyük devletlerin doğrudan yönetimine girmesini öngören bütün kararları kabul ediyordu.”

Anlaşmanın içeriği böyle olsa da gerçeklik kesinlikle bu değildir. Amaçlananın ne olduğu henüz aradan bir yıl geçmeden Londra’da ortaya çıkacaktır. Çünkü Londra Konferansında gelecekte kurulacak olan “Türkiye” devleti emperyalist güçlerin şartlarını kabul ederse o zaman Sevres anlaşmada alınan kararlarının geçersiz olacağı belirtilmektedir. Sevres Antlaşması William Eagleton’un sözleriyle ifade edersek “daha imzalandığı anda ölü doğmuş bir metinden başka bir şey değildi. Çünkü tarih M. Kemal tarafından farklı yazılmaktaydı” denilmemiştir. Yine Amerikalı Diplomat George Kennan bu konuda şunları dile getirmiştir “gelecekte yaşanacak büyük trajediler, söz konusu antlaşmalarda şeytanın eliyle yazıya dökülmüştü”.

Gelişmeler böyle cereyan etmemiştir ve halen de böyle devam etmektedir. Nasıl ki geçmişte başta uluslararası güçler olmak üzere, Kızıl Elmacı yani İttihatçı faşizan zihniyet Ermeni halkını Kürtlerin karşısına dikmek istemişse bugün de aynı zihniyet farklı şekillerde halkları bir birine düşman kılmak istemektedir.

ÖCALAN’IN 2014’TE ERMENİ HALKINA HİTABEN YAZDIĞI MEKTUP

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2014 yılında Ermeni Halkı’na hitaben yazdığı mektubu buraya alarak tarihsel ve güncel olarak da halen bir sorun olan bu gerçekliğe yeniden bakarak kapatalım:

“Mezopotamya ve Anadolu’nun kadim halkları arasında yüzyıllardan bu yana var olan toplumsal ilişkiler son üç yüz yıldır büyük bir altüst oluş içerisindedir. Özellikle kapitalist modernite ve onun tapınağı ulus devletlerin saçtığı zehir nedeniyle bu topraklar adeta halklar ve kültürler mezarlığına dönmüştür. Monolitik ulus yaratma projeleri Avrupa’dan Afrika’ya, Asya’dan Avustralya’ya, oradan Amerika’ya kadar insanlığın bütün değerlerini alaşağı etmiş, binlerce yıllık kültürel mirasları ve değerleri yeryüzünden silip süpürmüştür. İnsanlığın ve medeniyetin ilk boy verdiği anavatanımız olan bu topraklar da bu felaketten fazlasıyla nasibini almıştır. Halklarımız arasına hançer gibi sokulan ırkçı-milliyetçi akımlar bu felaketin ideolojik alt yapısını oluşturmuştur. Onlarca dil ve kültür bu yangın yerinde yanıp kül olmuş, birer nostaljik öğe olarak bile günümüze kalmayı başaramamışlardır. Birçok halk soykırım gibi insanlık suçu nedeniyle yok edilirken, birçok inanç ve kültür de baskılar sonucunda ortadan kaybolmuştur. Son yüzyıllarda yaşanan felaketler insanlığın başına gelmiş en büyük felaketlerdir. Tarih boyunca savaşlar ve çatışmalar hep yaşanagelmiştir ama hiçbir dönemde de bugün olduğu gibi insanlığı ve doğayı yok etmeyi hedefleyen, büyük ölçüde başarılan bir yönelim olmamıştı.

İşte, Ermeni halkına yönelik geçen yüzyılın başında uygulamaya konulan soykırım planı da bu iğrenç politikaların en zalim olanlarındandır. Ermeni halkının içine düşürüldüğü durum tam bir soykırım gerçeğidir. Bu soykırıma rağmen Ermeni halkının trajedisiyle birlikte kendini bugüne taşıyabilmiş olması büyük bir mucizedir. Bu mucize, hiç şüphesiz mazlum Ermeni halkının büyük emekleri ve mücadelesi sonucu gerçekleşmiştir. Günümüzde Ermeni halkının yaşadığı tarihsel gerçekle bütün dünyanın yüzleşmesi ve Ermeni halkının acısını paylaşarak yasını tutmasının önünü açması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu olgunlukla meseleye yaklaşması ve bu acılı tarihle yüzleşmesi kaçınılmazdır.

Ermeni halkının ise ırkçı-milliyetçi tuzaklara düşmeden, halklarımızı daha yüzyıllar boyunca çatıştırmayı hedefleyen uluslararası sermaye güçlerinin ve lobilerinin sinsi amaçlarından uzak durarak, mücadelesini sürdürmesi naçizane önerim olabilir ancak. Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile Ermeni halkının acılarının sağaltılması, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak bu topraklarda yaşama mücadelesi iç içe geçmiştir. Demokrasiyle taçlandırılmış bir cumhuriyet hem geçmişiyle hesaplaşmış hem de farklı bütün kimliklerin özgürce yaşadığı bir cumhuriyet olacaktır. Bizler, bu çerçeveden bakıldığında sadece Kürt halkının değil; bu kadim coğrafyanın bütün halkların ve inançların özgürlüğü için mücadele ediyoruz diyebiliriz.

Bu nedenledir ki, Kürt sorununun çözümsüzlüğü için iç ve dış bütün demokrasi karşıtı güçler her dönemde önümüze engeller çıkardılar. Barışçıl yolları denediğimiz her dönemde büyük provokasyonlarla süreçleri kesintiye uğrattılar. Bu kesimlerin dayandığı iki temel güç; para-kapital ve milliyetçiliktir. Araç olarak da büyük sermaye lobilerini ve son dönemlerde de cemaat türü yapıları kullandılar. Halklar arasında henüz görülmemiş hesapların olduğu propagandasıyla sürekli olarak kendilerine zemin oluşturma gayreti içerisinde oldular. Oysa bu topraklarda yaşayan bütün kadim halklar bu toprakların sahibidir ve paylaşamayacakları hiçbir şey yoktur. Kürt, Türk, Arap, Fars, Ermeni; hangi halktan olursa olsun, aralarındaki hukuk, eşitliğe dayalı kardeşlik hukuku olmak zorundadır. Halklar arasında yaratılan düşmanlık bizim öz kültürümüzün bir parçası olarak kabul görmemelidir. Bunun gelecek nesillerimize sirayet etmesine engel olmak zorundayız. Bu da ancak gerçek bir adalet üzerine inşa edilmiş tarihi bir barışla olur.”