Şerik: Bu iktidarın barış seçeneği yok

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, mevcut Türk iktidarının, barış yollarını tamamen kapattığını, soykırım dışında bir seçenek üzerinde durmadığını belirterek, kahredici darbeler vurarak barışa ulaşılacağını söyledi.

“Barış” dediği an, bunu yenilgi olarak gören/kabul eden bir düşmana karşı yürütülecek olan barış mücadelesinin de onu barışa getirecek bir strateji ve taktiği gerektirdiğini belirten PKK Merkez Komite Üyesi Cemil Şerik, bunun da Devrimci Halk Savaşı olduğunu kaydetti. Şerik, gerçek barışa da ancak soykırımcı, sömürgeci, faşist TC devletine karşı yaşamın her alanında direnerek, ona kahredici darbeler vurarak, layık olduğu şekilde verilecek yanıtla ulaşılacağının altını çizdi.

PKK Merkez Komite Üyesi Cemal Şerik, ANF’nin sorularını yanıtladı.

1 Eylül Dünya Barış Günü’ne giriyoruz. III. Dünya Savaşı’nın devam ettiği böylesi bir süreçte 1 Eylül için neler söylenebilir?

Dünyada en fazla ihtiyaç olmasına rağmen en fazla uzak olunan bir konu olma özelliğine sahip. Dünya bir savaş halinde. Faşist diktatörlükler adeta olağan bir sistem haline getirilmiş. Hızlı ve yoğun bir militaristleşme söz konusu. En tehlikeli olanı da insanın hem düşünsel hem de konumlanış itibarıyla militarizmin en etkin bir öğesi haline getirilmiş olmasıdır. Daha çok da açlıkla terbiye edilmiş olan toplumun en yoksul ve vasıfsız iş gücü olarak görülmekte olanlarının, militarizmin en yaygın bir şekilde kullandığı kesimler haline getirilmesidir.

Büyük bir açlıkla, silahın verdiği güçle bu kesimlerin çok daha fazla saldırgan ve tahrip edici olduklarını göz önünde bulundurunca savaşın tam bir çılgınlık halini aldığı, kural kaide tanımadığı gerçekliğiyle de karşı karşıya gelinmiş bulunmaktadır. Aslında bu gerçeklik, günümüzde savaşın almış olduğu biçimi de göstermiş olmaktadır.

BARIŞI SAVUNMA MÜCADELESİ

Dünyayı, insanlığı, doğayı tam bir yıkımla karşı karşıya getiren bir savaş karşısında Dünya Barış Günü için söylenecek bir şey kalıyor; o da barış için mücadele zorunluluğu. Bir başka değişle barış diyerek, barışa ulaşmanın mümkün olmadığının bilinciyle hareket edilmesi oluyor. Silahı, iktidarı elinde bulunduran güçler, barıştan yana olanların istemlerini bir zayıflık ve kendi güçlerinin bir kanıtı olarak görüyor. Buna dayanarak da çok daha fazla ezmek için kudurganlık düzeyinde saldırganlaşıyor. O nedenle de günümüzde savaşa karşı barıştan yana olmak, barışı savunma mücadelesi içerisinde olmayı gerektiriyor. Bunun dışında da bir başka yol bulunmuyor. Daha çok da bunu savaşın en fazla yoğunlaştığı Ortadoğu ve Kürdistan için söylemek ve kabul etmek gerekiyor.

Ortadoğu savaş teknolojisinin tüm silahlarının denendiği, etki derecesinin ölçüldüğü bir alan haline getirilmiş bulunuyor. Sonuçta da denenen bu silahların, bombaların ne kadar yıkıcı, kıyıcı ve tahrip edici olduğu açığa çıkmış bulunuyor. Bununla da kalmıyor. Bu gücü elinde bulunduranlar kendilerini insan cesetleri ve oluşan kan deryaları içerisinde iktidar, egemen ve hegemon olarak örgütlüyor. Tam da bu noktada barış için mücadele, özgürlüğün sağlanması ve korunması için bir mücadele anlamına gelmiş oluyor. Ortadoğu’da savaşın merkezi haline gelmiş olan Kürdistan için bunu söylemek çok daha fazla bir gereklilik halini almış bulunuyor.

Dünyada yaşanan ve Ortadoğu’da en yoğunlaşmış haliyle süren savaş, daha çok Kürdistan’da etkisini gösteriyor. Bir bütün olarak Kürdistan’da soykırımcı bir özel-kirli savaş yürütülüyor. Bu kanlı-kirli rolü üstlenen de TC oluyor. Tarihi kan, katliam ve soykırımla dolu olan sömürgeci-faşist bir karakter taşıyan böylesi bir devlete karşı barışı savunmanın yolu da ancak ona karşı en doğal hak olan meşru savunma direnişinin sahibi haline gelinmesi oluyor.

Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşı, sadece askeri savaş olma boyutunu da aşmış. Tam bir toplum kırım biçiminde yürütülüyor. Doğa katlediliyor. Kültürel, toplumsal doku yok ediliyor. Kadın kırımı yaşanıyor. İnsanı toplum olarak var eden ne varsa tam bir saldırı altında yok edilmek isteniyor. Bunlara karşı barışı savunmanın tek yolu da yaşamın olduğu her alanda soykırımcı TC’ye karşı tam bir seferberlik ruhuyla barışı savunma mücadelesidir. Bunun dışında hiçbir yol bulunmuyor.

Böyle bir mücadelede de soykırımcı TC’ye anlayacağı bir dilin kullanılmasının gerekliliğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. O nedenle de 1 Eylül Dünya Barış Günü için günümüz dünyasına söylenecek tek bir söz, yapılacak olan tek bir şey kalıyor, o da barış için mücadelenin ve meşru savunma direnişinin geliştirilmesi oluyor.

Soykırımcı Türk devleti Kıbrıs’ı işgal ederken ‘Kıbrıs Barış Harekatı’ adını; yine Kürdistan’daki işgalleri gerçekleştirirken de ‘Barış Pınarı’, ‘Zeytin Dalı’ gibi isimler kullanmaktadır. Sizce böyle isimlerin kullanılmasının ardında ne gizleniyor?

Türkiye’de 19 Aralık 2000’de zindanlara yönelik eş zamanlı olarak bir saldırı yapılmıştı. Ateşli silahların, yakıcı, boğucu gazların/bombalarının kullanıldığı o saldırıda 32 devrimci şehit düşmüş, yüzlercesi yaralanmış ve içlerinde farklı uzuvlarını kaybedenler, yakılarak yaralananlar olmuştu. Soykırımcı TC, çok aymaz bir biçimde zindanlara yönelik yapmış olduğu bu saldırının ve katliamının adını da ‘Hayata Dönüş’ olarak koymuştu.

Verilen bu örnekten de anlaşılacağı gibi; devletler, iktidar güçleri, egemenler yaptıkları katliamları, işledikleri insanlık ve savaş suçlarını hep bu şekilde, tam tersi olarak topluma yansıtmak ve topluma kabul ettirmeye çalışmışlardır. Tarihi de genellikle kendileri yazdıkları/yazdırdıkları için kayıtlara hep böyle geçirtmişlerdir. Amerika’da George Floyd’un polis tarafından katledilmesinden sonra yaşanan halk gösterilerinin bir sonucu olarak; o güne kadar tarih sayfalarına geçen birçok kişinin heykelleri yıkıldı, sulara atıldı. Birçok devlet de buna ses çıkarmadığı gibi, kabullenmek zorunda kaldı. O andan itibaren bilinçlerde yeni bir algı oluştu. O da o zamana kadar kahraman olarak kabul edilen ünlü kişiler, aslında birer cani ve katliamcı oldukları gerçeği.

Türk devleti tarihi de böyledir. Kürdistan’da uygulanan soykırım politikasının adını “Şark Islahat Planı” olarak koymuşlardır. Soruda da belirtildiği gibi, Kıbrıs işgal saldırısını “Barış Harekatı” olarak adlandırmışlardır. Rojava işgal saldırılarını da “Zeytin Dalı”, “Barış Pınarı” adını vermişlerdir.

GERÇEĞİ TERSYÜZ ETMEK

Egemenlerin yapmış oldukları ya da geliştirdikleri demogojik söylemlerin asıl nedenini oluşturan da bilinçlerde kendi hegemonyalarını kurmaktan başka bir şey değildir. Eğer bunu başarırlarsa bilinçlerde de yaptıklarına meşruiyet kazandırmış olacaklardır. O zaman da tüm bu yapmış oldukları olağan görülerek, toplum tarafından da itirazsız kabul edilmiş olacak, öyle karşılanacaktır. Aslında fiziken köle olanlar, bilinç olarak da köle haline getirilmiş olacaklardır. Öz yönetim direnişlerinde de böyle olmuştur. Her türlü soykırım saldırısı, Türkiye toplumuna, demagojik söylemlerle kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Aynı şekilde kadına tecavüz, şiddet ve katliamları, doğa kırımını benimsetmeye çalışmışlardır.

Tarihsel olarak egemen, iktidar güçlerinin sürekli bir şekilde baş vurdukları bu bilinçler üzerine kurulan egemenliğin günümüzdeki adı da psikolojik savaş olmaktadır. Psikolojik savaşla yapılmaya çalışılan da özel savaş rejimlerinin, faşist diktatörlüklerin, iktidarcı egemen güçlerin, devletlerin pisliklerini örtmek ve bunları topluma olduğundan farklı, acıyı tatlı; zehri ilaçmış göstererek yedirmeye alışmak istemeleridir. Oysa gerçeklikleri Efrîn işgalinin görüntüleri; tecavüze uğratılan genç kadınların meydanlara bırakılan ölü bedenleri, elleri-ayakları-gözleri bağlı işkence edilmiş insanlar; yağmalanmış, talan edilmiş evler, bağlar, bahçeler; yakılmış, viraneye çevrilmiş köyler, kasabalar, şehirler... Soykırımcı TC devletinin katliamlarını, vahşetlerini, işgal saldırılarını “barış”, “huzur”, “hayat”, “yaşam” vb. olarak adlandırmış olmasının asıl nedenini oluşturan da bu gerçekliktir.

III. Dünya Savaşı’nın ana merkezlerinden biri Kürdistan. Türk devleti Kürdistan’da Kürt soykırımını geliştirmek için her gün farklı yöntemlerle saldırıyor, katlediyor, tecavüz ediyor, işgal ediyor. Demokrasi ve barıştan da en çok dem vuran ülke konumunda bulunuyor. Peki, Kürdistan’da bu kadar soykırım politikaları uygulanırken barıştan nasıl bahsedeceğiz?

Dünyada barıştan bahsetmemesi, ağzına almaması gereken tek bir devlet varsa o da TC’den başkası değildir. Çünkü barış söylemi ile TC harfleri birbirine tezat bir konumlanışın sahibidirler. Barış denildiğinde anlaşılan farklılıkların bir ahenk içerisinde birbirlerini tamamlayan zenginlik ve ortaklaşmasıdır. Eğer bunlar olmazsa içlerinden herhangi birinin de var olamayacağının bilincinde olmak, böyle bir yaşama sahip olmaktır.

TC devleti, bunların zıddıdır. Daha ilanını yapmadan Koçgiri’de Alevi Kürtleri soykırıma tabi tutmaya başlamıştır. Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de dalgalara bırakarak boğmuştur. Çerkez Ethem ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı çıkarmış ve Çerkezleri soykırım sürecine almıştır. Asuri-Süryani soykırımına devam etmiştir. Anadolu Greklerini/Rumlarını katliamlara tabi tutmuş, yerlerinden-yurtların göçertmeye başlamış mal varlıklarına el koymuş, yağma-talan etmiştir. Devlet ilanından sonra da kaldığı yerden devam etmiştir. Kürdistan’da tam bir soykırım gerçekleştirmiştir. Dindar Müslümanları zulüm altına alarak Anadolu topraklarını terke zorlamış, geride kalan Müslüman olmayan topluluklardan da hiçbir fert bırakmamacasına bir politika devreye koymuştur. Bunu sağlamak için her türlü insanlık dışı davranışlar içerisine girmiş; mallarına-mülklerine el koymuş, kadınlarına tecavüz etmiş, cinayetler işlemiş ve Anadolu topraklarını terke zorlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler faşizminin destekçisi haline gelirken, sonrasında da ABD’nin taşeronu olarak Kore halkına karşı savaşmıştır. Ardından da Kıbrıs’a işgal saldırılarına hazırlanırken, her on yılda bir Türkiye’de yapmış olduğu askeri faşist darbelerle halka karşı çok açık bir şekilde özel-kirli savaş yürütmüştür. Devrimci, demokratik, özgürlükçü güçler karşısında MHP vb. gibi faşist-kontra çeteler eliyle yaptığı saldırılar ve katliamlarla yılları bulan bir iç savaşın yaşanmasını sağlamıştır. ABD’nin uluslararası taşeronu olarak Bosna’da, Somali’de, Afganistan’da açıktan savaşın bir tarafı haline gelmiş. Son 40 yıldır da Kürdistan’da doğrudan cepheden özel-bir kirli savaş yürütmektedir.

Bu şekilde TC’nin kendisini daha devlet olarak ilan etmeden başlattığı savaş, onun varlık nedeni olduğu gibi, onu besleyen temel bir strateji halini almıştır. Bugün de bu konumunu korumaktadır. Hatta daha saldırgan bir hale gelerek daha geniş bir alanda savaş yürütmektedir. Kürdistan’ın Bakur parçası ile diğer parçaları da soykırım ve işgal saldırıları içerisindedir. Bununla birlikte Ermenistan’dan başlayıp Libya’ya kadar olan geniş bir coğrafya da ABD’nin koçbaşı olarak kullandığı saldırgan ve işgalci bir güç olarak da rol sahibi haline getirilmiştir.

Soykırımcı TC devletinin savaşa endeksli hali bununla da sınırlı değildir. Resmi devlet sınırları içerisinde kalan coğrafyada halklara/topluma karşı toplum kırım halini alan bir özel-kirli savaş yürütmektedir. Kadın katliamlarını planlı bir şekilde örgütlemekte, kadına karşı özel savaş kapsamında şiddet ve tecavüz saldırılarını açıktan yürütmektedir. Gençliği ya tam bir kırıma tabi tutarak karşısına alıp sindirmek ve ezmek istemekte ya da yanına alarak hem içeride hem de dışarıda bir savaş makinesi olarak kullanmaya çalışmaktadır. Bu yönüyle gençliğin önünde her halükarda ölüm dışında hiçbir seçenek bırakmamaktadır. Çocuklara yönelik de eğitim öncesi yaştan önce açılan özel savaş yuvalarından başlayan kırım politikası uygulamaktadır. Emekçiler iliklerine kadar sömürülürken örgütlenme ve mücadele hakları gasp edilmektedir. Sosyalist, devrimci, demokratik, özgürlükçü ve muhalif güçler, çevreler, kişiler yok edilmesi ve yaşam hakkı olmayanlar olarak kabul edilmektedir. Doğaya tam bir talancı ve yağmacı politikayla yıkım ve felaket yaşatılmaktadır. Kültürel, tarihsel ve toplumsal doku yok edilerek, sürüleştirilmiş insan yığınları oluşturulmaya çalışılmaktadır.

‘BARIŞ’ DEYİP İŞGAL VE KATLİAM GERÇEKLEŞTİRİYOR

Böylesi bir karaktere sahip olan TC devletinin ve onun adına konuşanların hiçbir şekilde barışı ağızlarına alma hakları da yoktur. Böyle bir gerçekliğe rağmen “barış”, “demokrasi” vb. gibi kullandığı kavramlar da kendisine göre bir “demokrasi” ve “barış” anlamına gelmektedir. Bu çerçeve de kendilerine göre demokrasi dedikleri: herkesin dedikleri ve isteklerini itirazsız kabul etmesi, karşı çıkmaması olurken; barış dedikleri de uyguladığı vahşet, yaptığı talan, yağma, tecavüz, işkence, soykırım saldırısı ve sömürüyü hiçbir engel ve karşı koyuşla karşılaşmadan yapmasının sağlandığı koşulları anlatmaktadır. Bu anlamda onun demokrasi derken kastettiği sömürgecilik ve soykırım siyasetine “özgürlük”; barış derken de buna hiçbir şekilde karşı çıkılmaması olmaktadır.

12 Eylül 1980 öncesinde o zamanın MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ne zaman barış, demokrasi sözlerini ağızına alıp mağdur edebiyatı yaparsa anlardık ki, Türkiye’de faşistler bir cinayet işleyecek ya da katliam gerçekleştirecek. Gerçekten de öyle olurdu. Alpaslan Türkeş’in konuşmasının ardından Türkiye’de ya bilinen/tanınan bir şahsiyet katledilirdi ya da Çorum’da, Malatya’da, Sivas’ta, Maraş’ta vb. olduğu gibi bir katliam gerçekleşirdi. Şimdi TC devleti adına konuşanlar ağızlarına “demokrasi”, “barış” sözlerini her aldıklarında ya bir işgal saldırısı, katliam ve cinayet işleyeceklerdir veyahut darbe mekaniğini harekete geçireceklerdir.

Onlar, barış ve demokrasi sözlerini ağızlarına aldıklarında, bundan farklı bir şey anlamak ve beklenti içerisine girmek kendini aldatmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

BARIŞIN ELÇİSİ İMRALI’DA

Barışı savunan Önder Apo bugün İmralı’da mutlak rehine olarak tutuluyor. Bununla ne amaçlanıyor?

Kürdistan halkı “barışın elçisi İmralı’da” dedi. Bunu derken Kürdistan’a, Türkiye’ye nasıl barışın gelebileceğinin, Kürdistan ve Türkiye halklarının nasıl barış içerisinde bir arada yaşayabileceğinin adresini göstermiş oldu. Önder Apo’nun uluslararası komployla rehine olarak alınmasıyla birlikte yaşananlar da Kürdistan halkının belirttiklerinin ne kadar doğru olduğunu gösterdi.

Aslında Önder Apo’nun rehine olarak alınmasıyla birlikte başlayan süreçten çok daha önce barışa dair görüşlerini dile getirmiş, hangi koşullarda barışın sağlanabileceğine dair belirlemelerde bulunmuştu. 1988’de Milliyet gazetesi adına Lübnan-Beka’ya giden Mehmet Ali Birand’la yapmış olduğu mülakatta da bu görüşlerini Türkiye kamuoyuna duyurmuştu. 17 Mart 1993’te yine Lübnan’ın Barelyas kasabasında Celal Talabani’nin hazır olduğu basın toplantısında 25 gün süreli bir ateşkes ilan edilerek barış için ilk adımları atmıştı. Fakat TC devletini kontrol altında tutan Özel Harp Dairesi atılan bu adımı, Önder Apo’nun doğrudan muhatabı olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı, yine sorunun diyalog yöntemleriyle çözülmesinden yana olan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i ve ANAP yöneticilerinden olan zamanın Maliye ve Gümrük Bakanı Adnan Kahveci vb.’lerini öldürerek sabote etmişti. Bilinen Bingöl olayı ile de başlayan süreç yerini kanlı ve şiddetli bir döneme bırakmıştı. Önder Apo, Refah-Yol Hükümeti döneminde Başbakan Necmettin Erbakan’ın da çağrılarına olumlu yanıt vermişti. Uluslararası komplonun gerçekleştiği 9 Ekim 1998’den hemen önce de Türk ordusu içerisinden gelen görüşme ve diyalog girişimlerine karşılık vererek, ateşkes ilanında bulunmuştu. Önder Apo, rehine alındığında da böylesi bir süreç içerisinde bulunulmaktaydı.

Önder Apo, rehine koşullarında da bu tutumunu korudu. Türk devleti ise Önder Apo’nun bu yaklaşımını “Osmanlı da oyun çok” misali hep boşa çıkardı ve özel-kirli savaşının çıkarları doğrultusunda kullanmak istedi.

Soykırımcı TC devletinin bu komplocu, özel-kirli savaşta ısrar eden yaklaşımından en fazla zararı da Kürdistan ve Türkiye halkları gördü. Bunun tek sorumlusu da soykırımcı devletten başkası değildir. 2013-2015 arasında yaşanan “diyalog süreci”nde de yaşananlar bundan farklı olmadı. Soykırımcı devlet, İmralı’ya heyetleri/temsilcilerini gönderip, masa başında görüşmelerin devam ettiği bir süreçte, adını “çöktürme” olarak koyduğu soykırım kararını aldı ve bunu planlayarak uygulamaya koydu. Bunlara rağmen bugün bile Önder Apo tutumunu barıştan yana belirlemeye devam etmektedir. Ancak bu onurlu bir barıştan başka bir yaklaşım değildir.

Önder Apo’nun barıştan yana olan tutumunu sadece Kürdistan’da ve Türkiye’de süren savaşa dair olan yaklaşımı ile de sınırlandırmamak gerekmektedir. Önder Apo’nun geliştirdiği “Ekolojik, demokratik, kadın özgürlükçü paradigma”nın kendisi tek başına bir barış programıdır. Bu, sadece yaşanan açık, şiddetli savaşlarla sınırlı kalmayan bir yaklaşımdır. Doğayla barış, toplumun kendi içerisinde barış, kadınla barış anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse dünyada ilk savaşlar, egemenlik ilişkileri, baskı ve sömürü hep bu temel noktalarda başlamış ve o süreçten itibaren dünyada barıştan eser kalmamıştır. Erkek egemenlikli sistemler de bunun bir göstergesidir. İşte Önder Apo, “Ekolojik, demokratik ve kadın özgürlükçü paradigma” ile dünya ölçülerinde barıştan yana olan en güçlü tutumun sahibidir.

BARIŞ PROJESİNİ ENGELLİYORLAR

Önder Apo’nun uluslararası komplo ile rehine olarak alınmasının ve 21 yıldır da mutlak tecrit altında tutulmakta olmasının temel nedeni budur. Eğer sorun salt Kürdistan’da ve Türkiye’de süren savaş boyutuyla sınırlı olsaydı, bugüne kadar bir biçimiyle sürmekte olan savaşa yönelik içerisine girilen “çözüm” arayışları bir aşamaya getirilebilirdi. Böyle olmadığı içindir ki uluslararası komplocu güçler, Önder Apo’nun barış projesini engellemek için her türlü yol ve yönteme başvurmaktan geri kalmamaktadır. Şunu iyi bilmektedirler; Önder Apo’nun barış, demokrasi ve çözüm projesi gerçek kılındığı an, kendileri için bir geri sayım süreci başlamış olacaktır. Onun içinde engellemek için komplolara başvurmaktalar ve Önder Apo’nun atacağı her türlü adımı engellemeye çalışmaktadırlar.

Önder Apo’nun mutlak rehine tutulmasında temel amaç da küresel sermeye güçlerinin, komplocuların kendi kaçınılmaz sonlarını engellemeye çalışmalarıdır. Çünkü Önder Apo’da temsilini bulan; özgürlük, demokrasi ve barış onlar için varlıklarını sürdürme biçimi olan faşizm ve kölelik sistemlerinin, beslendikleri kanı sağlayan savaşların kesilmesi anlamına gelmektedir. Bunun içinde Önder Apo’yu rehine olarak tutmaya devam etmektedirler.

Önder Apo, her zaman ‘onurlu barış’ dedi. Peki, günümüz koşullarında onurlu barışın yolu nedir, nasıl mümkün olacak?

Bu dile getiriliş sadece söz düzeyinde de kalmadı. Pratikte defalarca bu sözün gereklerini yerine getirmenin arayışı ve mücadelesi içerisinde oldu, ancak kandan beslenen soykırımcı TC devleti ve iktidar koltuğunda oturan Erdoğan-Bahçeli faşist diktatörlüğü özel-kirli savaşlarına, komplolarına devam etti. Hala da bu doğrultuda hareket etmeye devam edilmekte. Gelinen aşamada ise tamamen barış yolları kapatıldı. Kürdistan halkına karşı yürüttükleri özel-kirli savaşı topyekun hale getirerek soykırım dışında hiçbir seçenek üzerinde durmadıklarını/düşünmediklerini ortaya koydular. Bu soykırım saldırıları da tüm Kürdistan’a ve yurt dışında yaşayan Kürtlere kadar yayıldı. Böylece seçeneklerini ortaya koymuş oldular.

Soykırımcı TC devletinin öne çıkardığı bu saldırgan politika elbette Önder Apo’nun, PKK’nin barışa dair olan görüşlerini belirlemez. Önder Apo ve PKK, barışa dair görüş oluştururken, hiçbir zaman soykırımcı TC devletine bakarak hareket etmemiştir. Kendi bakış açısına göre ilkesel ve stratejik düzeyde bir yaklaşım göstermiştir. O nedenle de barışa hiçbir zaman karşı olmadığı gibi, bugün de karşı değildir.

Soykırımcı TC devletinin özel-kirli savaşını topyekun hale getirmiş olması da barışa dair görüşlerini değiştirmediği gibi bu doğrultudaki yürüyüşüne ve mücadelesine devam etmektedir. Önemli olan da buradan yürünen yol ve mücadele denildiğinde anlatılmak istenenin doğru anlaşılmasıdır. Önder Apo ve PKK, hiçbir zaman tek yanlı bir barış talebinde bulunmadığı gibi, TC devleti ve arabulucu olmak isteyen çevrelerin istekleri karşısında barış ve görüşmelere dair görüşlerini belirtmiştir. “Onurlu barış” belirlemesi böyle bir gerçeklik içerisinde yerini almıştır. Tarafların birbirlerinin varlığını kabul etmesi halinde görüşme ve diyalogların olabileceği, barış yönünde bir çaba içerisinde olunabileceğini belirtmiştir. Bu temelde görüşmeler yürütülmüştür. Önder Apo ve PKK, her zaman bu görüşmeler yürütürken öz gücüne dayanmış ve kendine güvenmiştir.

ONURLU BARIŞA GİDEN YOL

Gelinen aşamada savaş tüm Kürdistan’da sürmektedir. Soykırım saldırılarına karşı çok güçlü bir gerilla direnişi yaşanmaktadır. Soykırımcı TC’nin işgal birlikleri Heftanin’de batağa sağlanmış, attığı her adımda saplandığı balçık içerisinde hareket edemez bir hale gelmiştir. Soykırımcı TC devleti sadece Kürtlere karşı değil, Arap halklarına karşı da savaş yürütmektedir. Ermenistan savaşında Azerbaycan’ın yanında saf tutmuştur. Doğu Akdeniz’de savaşın kıyılarında seyretmektedir. Bu şekilde her yönüyle savaşa girmiştir. Savaş söylemi dışında, hiçbir sözcük kullanmamaktadır. “Barış” sözcüğünü kullanmaya başladığı an tepetaklak olacağının farkındadır.

“Barış” dediği an, bunu yenilgi olarak gören/kabul eden bir düşmana karşı yürütülecek olan barış mücadelesi de onu barışa getirecek bir strateji ve taktiği gerektirmektedir. O da en doğal hak olan Meşru Savunma Direnişinin geliştirilmesidir, stratejik tanımıyla da Devrimci Halk Savaşının yükseltilmesidir.

Önder Apo, paradigmasının Kürdistan’da somutlaşma biçimi olarak “Demokratik Ulus Çözümü” belirlemesinde bulundu ve bunun iki yoldan da gerçekleşebileceği görüşünü öne sürdü. Barışçıl çözümün olanaksızlığı halinde devrimci çözümün öne çıkacağını belirtti. Soykırımcı TC devletinin birinci çözüm yolunu kapattığı bir dönemde öne çıkan devrimci çözüm oldu ve Kürdistan’da, soykırım saldırıları karşısında yürütülen meşru savunma direnişinin yönü de bu şekilde belirlendi. Bu da aynı zamanda barış yolunun ne olduğunu da gösterdi.

Gerçek anlamda barışa ancak Devrimci Halk Savaşını yükselterek, zaferle taçlandırarak ulaşılacaktır. Yenilgiye uğratılacak olan soykırımcı TC devleti bir çok sömürgeci, işgalci devletin yaptığı gibi, yenilgiyi, barışı kabul etmeyebilir. Hatta “yok hükmünde” sayarak yeniden saldırmak için zemin yaratmaya da çalışabilir. Önemli olan burada barışın kimle, nasıl gerçekleşeceğidir. Asıl olarak da buna doğru cevabın verilmesi gerekmektedir.

O nedenle de asıl barış birbirlerine düşman haline getirilerek savaştırılmaya çalışılan halkların kardeşleşerek; soykırımcı, sömürgeci, faşist özel-kirli savaşta ısrar edenleri dize getirmesiyle mümkün olacaktır. Ancak o zaman gerçek anlamda barış sağlanmış olacaktır.

Bugün Önder Apo mutlak rehine koşullarında, özgürlük gerillası dağlarda, gençler, kadınlar, emekçiler yaşamın her alanında şehirlerde, kasabalarda, köylerde, ovalarda soykırımcı sömürgeci faşist güçlere karşı tam bir seferberlik ruhuyla sergiledikleri direnişle gerçek barış için mücadele etmektedir.

Gerçek barışa da ancak soykırımcı, sömürgeci, faşist TC devletine karşı yaşamın her alanında direnerek, ona kahredici darbeler vurarak, layık olduğu şekilde verilecek yanıtla ulaşılacaktır.