BM'nin "Gelecek Paktı" ve Demokratik Konfederalizmin imkânı

“Demokratik ulusların küresel birliğinin BM’ye alternatifi, Dünya Demokratik Uluslar Konfederasyonu’dur. Kıtasal parçalar ve büyük kültürel alanlar daha alt düzeyde kendi Demokratik Ulus Konfederasyonlarını oluşturabilirler.”

DEMOKRATİK KONFEDERAZLİZM

79‘uncu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 24-30 Eylül 2024 tarihleri arasında yaklaşık 130 devlet ve hükümet başkanının katılımıyla New York'ta toplandı. Bu Genel Kurul sırasında New York'ta “Daha İyi Bir Yarın İçin Çok Taraflı Çözümler” sloganıyla BM Gelecek Zirvesi de düzenlendi. Almanya ve Namibya'nın öncülüğünde müzakere edilen ve “Gelecek Paktı” olarak adlandırılan reform planı daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından kabul edildi.

BM Genel Sekreteri António Guterres, yaptığı konuşmada Gelecek Paktı’nı "Uluslararası iş birliğinin reforme edilmesine yönelik önemli bir adım" olarak nitelendirdi ve şunları vurguladı: "Çok taraflılığı uçurumdan kurtarmak için buradayız. Sizleri bu zirveye davet ettim çünkü 21’inci yüzyılın zorlukları 21’inci yüzyılın çözümlerini gerektiriyor." Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Gelecek Paktı'nın uluslararası toplumda daha güçlü iş birliği ve ortaklık için bir pusula görevi görebileceğini açıkladı. Gelecek Paktı ile BM üye devletleri, BM Güvenlik Konseyi'nde reform yapma taahhüdünde bulunmuştur. Madde 39'da konseyin "daha temsili, kapsayıcı, şeffaf, etkili, demokratik ve hesap verebilir" hale getirilmesi için "acil ihtiyacı dikkate alacakları" belirtilmektedir. Özellikle BM'nin en güçlü organı, artık galip güçlerin savaş sonrası düzenini değil, kelimenin tam anlamıyla "çağdaş dünyanın gerçeklerini" yansıtmalıdır. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, New York'ta yaptığı açıklamada, reformun bir an evvel hayata geçirilmesi çağrısında bulundu: "Güvenlik Konseyi'nin mevcut yapısının ne kadar işlevsiz olduğu giderek daha açık hale geliyor. İşte bu yüzden reform artık gerçekleşmelidir." Gelecek Paktı'nda Afrika kıtası bir öncelik olarak zikredilmektedir. Afrika Birliği, kıtada bir milyar insanın yaşadığı ve tüm BM Güvenlik Konseyi toplantılarının yarısının Afrika ile ilgili olduğu göz önüne alındığında, BM Güvenlik Konseyi'nde iki daimî koltuk talep etmektedir.

Bu bağlamda, Gelecek Paktı, BM Güvenlik Konseyi'nin yapısında reformlar yapılmasına yönelik niyet beyanlarını, uluslararası finans sisteminin Küresel Güney olarak adlandırılan ülkeler lehine düzenlenmesine yönelik talepleri, uluslararası finans mimarisini (Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu) vb. içeren uluslararası düzende reform yapılmasını amaçlamaktadır. Bu uluslararası devlet kurumlarının savaşları ve krizleri çözmede ne kadar etkisiz olduğunu bizzat temsilcileri açıklamaktadır. Filistin'deki soykırım ve diğer savaşlar bağlamında Guterres, "Cezasızlık dünyasından" yakındı. Giderek artan sayıda hükümet, uluslararası hukuku çiğniyor ve uluslararası hukukun altını oyuyor: "Başka bir ülkeyi işgal edebilir, tüm toplumları harap edebilir veya kendi halklarının refahını tamamen göz ardı edebilirler. Ve hiçbir şey olmayacaktır."

Dünyanın diğer tarafında da dünya düzeninde gerekli bir değişiklikten bahsediliyor. Eylül başında Pekin'de düzenlenen Çin-Afrika zirvesinde yapılan ortak açıklamada “gerçek birçok taraflılık” vurgusu yapıldı ve Batı'ya yönelik eleştiriler dile getirildi. Batılı güçler, “diğer devletlerin iç işlerine karışıyor, meşru hak ve çıkarlarını ihlal ediyor ve böylece uluslararası toplumun direnişine karşı insanlığın gelişimini ve ilerlemesini engelliyordu.” Çin, bu açıklamayla yetinmeyip kapitalist modernitenin uluslararası mimarisine yönelik eleştirilerini sürdürerek Batı hegemonyasına karşı yeni uluslararası örgütlerden oluşan bir çerçeve inşa ediyor. Bu örgütler arasında Kuşak ve Yol Girişimi; kurucu üyeleri arasında Çin'in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika'nın yer aldığı ve Çin tarafından yönlendirilen BRICS ittifakı ve Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) yer almaktadır. Ayrıca Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve merkezi bir unsur olarak Küresel Kalkınma İnisiyatifi (GDI) de bulunmaktadır.

BİR KRİZ REJİMİ OLARAK KAPİTALİZM

Son BM Genel Kurulu'ndaki tartışmalar ve Gelecek Paktı’nın kabul edilmesi kararı, sadece sistem karşıtlarının değil, aynı zamanda "zenginler kulübü", yani kapitalist modernitenin temsilcilerinin ve güçlerinin de mevcut sistemin krizinin farkında olduğunu açıkça göstermektedir. Her iki taraf da krize yönelik analiz ve çözüm önerilerini giderek daha fazla ortaya koymaktadır.

İlerici, devrimci ve sistem karşıtı hareketlerin demokratik güçleri ve aktivistleri için, son dört yüz yıldır yaşanan tüm ekonomik krizlerin, sorunların, açlık, yoksulluk ve çevre felaketlerinin, toplumsal, siyasal ve sınıfsal bölünmelerin, iktidarın, aşırı kentleşmenin ve bunların sonucunda ortaya çıkan tüm hastalıkların, ideolojik sapmaların, ahlaki yoksullaşma ve çürümenin temel etkeninin kapitalist modernitenin kendisi olduğu açıktır. İlginçtir ki, BM tarafından dikkate alınmayan Kürt halkı, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi ile büyük bedeller sonucunda kendini uluslararası siyasetin gündemine taşımakla kalmamış, aynı zamanda alternatiflere dikkat çekmeyi de başarmıştır. Bu bağlamda, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, küresel kriz halindeki sistemin ancak olağanüstü hal niteliğindeki bir kriz rejimi ile sürdürülebileceğini vurgulamaktadır: "Kapitalist modernitenin esas dayanağı olan kapitalizmin kendisi, kriz nedenidir. Azami kâr kanununu esas aldığı için, toplum ve çevrenin temel ihtiyaçlarını ve ekolojisini göz ardı ederek işlediğinden, hiçbir zaman krizden kurtulamaz." Aşırı üretim ve kıtlık hep iç içedir. Modernitede ulus-devlet olarak yeniden şekillenen iktidar, kendisini toplum aleyhine azami çoğaltmayı faşizme kadar tırmandırarak, sistemi süreklilik kazanan bir iç ve dış savaş rejimine dönüştürür.”  (Öcalan; 2009-2)

ABD hegemonyası altındaki kaos imparatorluğu, sistemin krizini yönetmeye çalışıyor. Kapitalist dünya sistemi içindeki çeşitli merkezler, restorasyon ve reform arasında sıkışmış durumda. Demokratik Uygarlık Manifestosu'nun dördüncü cildinde Öcalan, bu krizdeki çeşitli aktörlerin çabalarını derinlemesine ele alıyor.

Abdullah Öcalan, kapitalist modernitenin mevcut hegemonik gücü olarak ABD'yi açıklıyor: “Sistemin hegemonik gücü olarak ABD, yapısal krizden kendini restore etmiş olarak çıkma yeteneğini gösterebilecektir. Ama bu çıkış, hiçbir zaman 20’nci yüzyıldaki hegemonik gücüne erişemeyecektir. ABD, hegemonyasını, başta AB ve Japonya olmak üzere daha fazla güçle eskisinden daha fazla oranda paylaşarak sürdürmeye çalışacaktır.”  (Öcalan; 2009-2) Dolayısıyla, ABD bu restorasyon aşamasında hegemonyasını savunmaya odaklanacaktır.

Diğer yandan, Abdullah Öcalan, Avrupa Birliği devletleriyle ilgili olarak şunları söylemektedir “AB ülkeleri, Merkezî Uygarlık Sistemindeki kapitalist dönüşümün sahipleri olarak ağırlıklarını sürdürmeye devam edeceklerdir. ABD’nin stratejik müttefikliğini sürdüreceklerdir. Fakat esas restorasyonu hatta reformasyonu, AB ülkeleri yapmak durumundadır. Kapitalizmi, ulus devletçiliği ve endüstriyalizmi en çok reforme edecek güçler, bu ülkelerde ortaya çıkacaktır. Çünkü modernitenin beşyüz yıllık tarihi, bu ülkeler grubunda derinliğine yaşandı… AB, tüm iletişim dünyasında en çok bilen ve duyan güç olarak, bu reformlar olmadan modernitesini eskisi gibi sürdüremeyeceğini çok iyi bilmektedir.” (Öcalan;2009-2) Öcalan, bu nedenle ABD'nin restorasyon, AB'nin ise reform yoluyla sistemik krizden birlikte çıkabileceğini belirtiyor. BM Gelecek Paktı etrafındaki tartışmalar bu bağlamda daha iyi anlaşılabilir ve kategorize edilebilir.

Abdullah Öcalan, yazılarında, yukarıda da belirtildiği gibi, dünya düzeninde değişim ihtiyacından bahseden ve yeni uluslararası kurumların kurulmasını teşvik eden Çin'in rolü hakkında da daha fazla ayrıntıya girmektedir: “Doğu Asya’nın eski uygarlık merkezlerinden birine sahip olan Çin, liberal ve reel sosyalist senteziyle özgün bir kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm deneyimini yaşamaya çalışıyor. Avrupa merkezli moderniteden çok farklı bir oluşum sağlaması beklenemez. Tersine, onun Almancı biçimi (Prusyalı) diyebileceğimiz en gerici türünde yetkinleşmeye çalışacaktır. İdea edildiği gibi yeni bir hegemonik güç merkezi olarak ABD’nin yerini tutması beklenemez. Giderek liberalleşme denen sınırlı bir kapitalist reformu yaşaması beklenebilir. Ulus-devletçiliği ve endüstriyalizmi katı biçimde yaşamaya devam edecektir. Başka türlü kapitalist kalkınmayı sürdüremez. Demokratik-sosyalist bir dönüşüm, olasılık olarak gündeme girebilir. Bu olasılığı daha çok kapitalizmin yapısal krizi derinleştiğinde öngörmek gerekir.” (Öcalan;2009-2)

Ancak, ulus-devlet sistemi şu anda ciddi sorunlar yaşıyor ve çatlakları her geçen gün genişliyor olsa da hala hem bölgesel hem de küresel olarak en güçlü sistemdir: “Günümüz ulus-devlet sistematiği ağır sorunlar yaşasa ve çatlaklıkları her gün artsa da halen ulusal, bölgesel ve küresel alanda en güçlü sistematiğe sahiptir. Ulus-devletler (sayıları iki yüzü aşıyor), bölgesel birlikler (başta Avrupa Birliği, ABD-Kanada-Meksika, Güneydoğu Asya) ve küresel BM (Birleşmiş Milletler) ile temsil edilmesine karşılık, demokratik uygarlık sisteminin, Dünya Sosyal Forumu gibi gevşek ve formsuz, devlet ve iktidar olmayan çeşitli emekçi ve halk birlikleri çok yetersizdir.” (Öcalan; 2009-1)

AFRİKA’DA DEKOLONİZASYON VE İMPARATORLUKTAN SONRA DÜNYA KURMA GİRİŞİMİ

 BM Gelecek Paktı'nın bir parçası olarak, söz konusu konulardan biri de Küresel Güney ülkelerine, özellikle de Afrika'ya daha iyi katılım fırsatları sağlanması meselesiydi. 20’nci yüzyılın ortalarındaki küresel dekolonizasyon süreçlerine daha yakından baktığımızda, Afrika kıtasından başlayarak uluslararası düzeni dönüştürmeye yönelik eski devrimci çabaları ve bunların sınırlarını görebiliriz.

6 Mart 1957'de Gana'nın ilk devlet başkanı Kwame Nkrumah, bundan böyle eski Batı Afrika imparatorluğuna saygı olarak “Gana” olarak anılacak olan Altın Sahili'nin bağımsızlığını ilan etmek üzere halkın karşısına çıktı. Nkrumah, konuşmasında 1957'nin “Kendi savaşını vermeye ve siyah insanın kendi işlerini halledebileceğini kanıtlamaya hazır” yeni bir Afrika'nın doğuşuna işaret ettiğini ilan etti. Ona göre, ülkenin bağımsızlığı için on yıl boyunca verilen mücadele, Afrika'nın özgürleşmesi için verilen daha büyük mücadelede sadece tek bir savaştı. Nkrumah'ın ünlü formülasyonu şöyleydi: “Bağımsızlığımız, Afrika kıtasının tamamen özgürleşmesi ile birlikte olmadığı sürece anlamsızdır.” Gana'nın bağımsızlığı ile Afrika'nın özgürleşmesi arasındaki bu bağlantı, sadece yeni devletlerin kurulmasını öngörmekle kalmıyor, aynı zamanda ulusal bağımsızlığı bir Pan-Afrika federasyonunun kurulması ve uluslararası düzenin dönüştürülmesi yolunda atılacak ilk adım olarak görüyordu. Bugün biliyoruz ki, bir siyasi örgütlenme biçimi olarak ulus devlet, demokratik, eşitlikçi ve anti-emperyal bir gelecek idealini gerçeğe dönüştürememektedir.

Etiyopyalı-Amerikalı siyaset bilimci Adom Getachew, “İmparatorluktan Sonra Dünya kurmak- Kendi Kaderini Tayinin Yükselişi ve Düşüşü” adlı kitabında küresel dekolonizasyon çabalarını derinlemesine inceliyor. Nnamdi Azikiwe, W.E.B. Du Bois, Michael Manley, Kwame Nkrumah, Julius Nyerere, George Padmore ve Eric Williams gibi İngilizce konuşan siyah sömürge karşıtı eleştirmenlerden oluşan entelektüel avangardın, İkinci Dünya Savaşı'nın bitimini izleyen otuz yıldaki siyasi düşüncelerine odaklanıyor. Getachew, dekolonizasyonun tahakkümden arınmış ve eşitlikçi bir uluslararası düzen kurmak amacıyla tüm dünyayı yeniden şekillendirmeye yönelik bir proje olduğu gibi önemli bir tezi öne sürmektedir. Sömürgecilik karşıtı kendi kaderini tayin etme arzusunun, yabancı egemenliğinin reddedilmesi ve ulus devletlerin kurulmasıyla sonuçlandığı ulus devletlerin oluşumundaki bir an olarak, sömürgecilik karşıtı milliyetçiliği anlayan yaygın uygulamanın aksine, Getachew, sömürgecilik karşıtı milliyetçiliği, dünya kurmak olarak anlıyor. (Getachew,2021)

Bunun nedeni, bu çalışmadaki merkezi aktörlerin, kendi kaderini tayin fikrini, ulusla alışılagelmiş ilişkisinin ötesine taşıyacak şekilde yeniden şekillendirmiş olmalarıdır. Bu idealin gerçekleşmesinin, uluslararası alanda tahakkümsüzlüğü sağlayabilecek hukuki, siyasi ve ekonomik kurumlara bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu görüşün merkezinde, yabancı egemenliğini eşitsiz entegrasyon ve ırksal hiyerarşinin uluslararası yapılarında konumlandıran kapsamlı bir imparatorluk kavramı yer almaktadır. Bu bakış açısına göre imparatorluk, sömürgeci ile sömürgeleştirilen arasındaki ikili ilişkilerin ötesine geçen bir tahakküm biçimidir. Dolayısıyla, bu tahakkümü mümkün kılan hiyerarşiyi ortadan kaldırmak için benzer şekilde küresel bir sömürge karşıtı karşıtlığı gerekliydi. Dönemin sömürge karşıtı milliyetçileri, eşitsiz entegrasyonun hukuki ve maddi tezahürlerinin üstesinden gelmeye ve üç farklı projeyi takip ederek emperyalizm sonrası bir dünyanın yolunu açmaya çalıştılar: Birleşmiş Milletler'de kendi kaderini tayin hakkının kurumsallaştırılması, bölgesel federasyonların kurulması ve Yeni Dünya Ekonomik Düzeni talebi.

Gana'nın bağımsızlığını kazanmasından sadece üç yıl sonra, 17 Afrika ülkesi daha Birleşmiş Milletler'e katıldı. Bu, o dönemde dekolonizasyonun en yüksek noktasına işaret ediyordu. Bunun sonucunda, 1960 yılı “Afrika Yılı” olarak anılmaya başlandı. O yıl, Afrika bloğu, BM'de “Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Deklarasyon” başlıklı 1514 sayılı Genel Kurul Kararını kabul ettirme çabalarına başarıyla öncülük etti. Bu bildirge, yabancı hakimiyetini insan haklarının ihlali olarak tanımlıyor, kendi kaderini tayin hakkını teyit ediyor ve her türlü sömürge yönetimine derhal son verilmesi çağrısında bulunuyordu.

Modern uluslararası toplum tarihinde radikal bir kırılmaya işaret eden 1960 yılı, genellikle imparatorluktan ulus devlete geçişin ve uluslararası toplumun yeni devletleri kapsayacak şekilde genişlemesinin kesintisiz ve kaçınılmaz bir gelişme olduğu standart bir dekolonizasyon anlayışına entegre edilir. Bu dekolonizasyon imajı, sömürge karşıtı milliyetçilerin, yabancı yönetimden bağımsızlığı güvence altına almak için ABD Başkanı Woodrow Wilson'ın liberal enternasyonalist geleneğinden self-determinasyon dilini ödünç aldıkları görüşüne dayanmaktadır. Sömürgeleştirilmiş dünyanın milliyetçileri, bu liberal kendi kaderini tayin retoriğini benimseyerek, nihayetinde ulus devletin önceden var olan kurumsal biçimlerini taklit etmişlerdir.

Ancak Adom Getachew, sömürge karşıtı milliyetçiliğin dünya kurmak olarak anlaşılmasının, bu standart anlayış ya da anlatının temel önermelerini torpillediğine işaret etmektedir. İlk olarak, böyle bir yaklaşım, imparatorluk kavramını, siyah sömürge karşıtı eleştirmenlerin de imparatorluğu uluslararası ırksallaştırılmış bir hiyerarşinin yapısı olarak nasıl kuramsallaştırdıklarını açıkça ortaya koyarak, salt yabancı tahakkümünün ötesine geçecek şekilde anlar. W.E.B. Du Bois'in “20’nci yüzyılın problemi renk çizgisidir, deri rengine göre ayrımcılıktır” (Du Bois renk çizgisini, ‘Asya ve Afrika’da, Amerika’da ve deniz adalarında daha koyu olanın daha açık olan insan ırklarıyla ilişkisi’ olarak tanımlar) şeklindeki ünlü teşhisine atıfta bulunan bu dönemin kahramanları, böylece eleştirel dikkatlerini modern uluslararası toplumun ortaya çıkışında devam eden ırksallaştırılmış bir hiyerarşi ve köleliğin mirasına odakladılar. Dolayısıyla emperyalizm sonrası bir dünya düzeni vizyonları, onları tahakkümsüzlük koşullarını sağlayabilecek uluslararası kurumlar yaratmaya sevk etmiştir. Ulusal bağımsızlığın uluslararası kurumlara bağlı olduğu tezi, sömürgecilik karşıtı self-determinasyon kavramının belirleyici iç görülerinden biriydi.

İlk Dünya Ticaret Konferansı'nın bir parçası olarak 1964 yılında başlatılan ve on yıl sonra bir tüzük ve bildirgeyle formüle edilen bu uluslararası proje, Yeni Dünya Ekonomik Düzeni, Afrika ulusal kurtuluş hareketlerinin sömürgecilik karşıtı bir dünya örgütlenmesine yönelik en iddialı planıydı. Yeni Dünya Ekonomik Düzeni dünya örgütü projesi, bölgesel federasyonların başarısızlığının ardından başlatıldı. Bunun nedeni, çoğu hammadde üreticisi olan sömürge sonrası devletlerin, ekonomik kalkınmalarını tehdit eden ve sömürge sonrası ulus inşasının hala dış etkilere açık olduğunu bir kez daha vurgulayan ticaret koşullarında önemli bir bozulma yaşamış olmalarıydı. Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen, karadaki ve denizlerdeki doğal kaynakların mülkiyeti, çok uluslu şirketlerin devlet otoritesiyle ilişkisi ve ticari malların nakliyesi ve dağıtımı da dahil olmak üzere çok çeşitli küresel ekonomik sorunları ele almaya çalıştı. Ancak bu projenin özünde, gelişmekte olan ve sanayileşmiş ülkeler arasındaki eşitsiz ticaret koşullarını ele almak vardı.

Zirveye ulaşan ulusal kurtuluş mücadeleleri, bir tür “sömürge sonrası yeni ulus devlet enternasyonalizmi” yaratarak kendilerini küresel sistem içinde korumaya çalıştılar. Ancak bu yeni ulus devletler, kendilerini koruma adına kısa süre içinde “özgürleştirdikleri” toplumları otoriter bir şekilde yönetmeye ya da kendi devletleri içindeki diğer farklılıklara karşı şiddet kullanmaya başladılar. Sömürge karşıtı bu hareketler, miras aldıkları sömürge sınırlarını kabul ettiler ve toprak bütünlüğü konusunda ısrarcı oldular. Bu durum, 1960-1963 Kongo krizi sırasında Katanga eyaletinde yaşanan kriz ve 1967-70 Biafra savaşı gibi çok sayıda (devletler arası) çatışmaya yol açmıştır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bu büyük tarihsel emelin sürdürülememesi ve gerçekleştirilememesi üzerine sönüp gitmiştir.

Bu tarihsel miras, ulus-devlet çözümünün halkların kaderini belirleyemediğini ve onları küresel kapitalist sisteme entegrasyondan kurtaramadığını göstermektedir. Siyasi örgütlenmenin merkezi biçimi olarak ulus-devlete odaklanma, sömürgecilik sonrası kendi kaderini tayin hakkının gerilemesinin başlangıcına işaret etmektedir ve iddialı sömürgecilik karşıtı dünya tasarımının çöküşünün temel ideolojik ve politik nedenlerinden biridir. Başarısızlık için iki neden daha gösterilebilir. Birincisi, halkların kendi kaderlerini tayin hakkının ulus devletlerin kurulmasıyla eş anlamlı olarak yorumlanması; ikincisi de Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumların giderek önemini yitirmesi ve marjinalleşmesi. Bugün BM sahnesi ve Genel Kurulu, Türkiye ve İsrail gibi ülkelerin devlet başkanlarının Kürt ve Filistin halklarına yönelik soykırım politikalarını açıkça ilan edebildikleri ve en ufak bir sonuçtan ve hatta yaptırımdan korkmadan bunları haritalarla açıklayabildikleri bir yer haline gelmiştir.

YENİLGİLERDEN DERS ÇIKARMAK

Bu bağlamda, Kürdistan Özgürlük Hareketi'nin ve Önder’i Abdullah Öcalan'ın stratejik değişiminin ya da kısaca “paradigma değişiminin” çıkış noktası, 20’nci yüzyılın anti-kapitalist, anti-sömürgeci güçlerinin hiçbirinin kazanmadığının farkına varmasıdır. Hepsi çok farklı şekillerde yenilgiye uğradı. Kapitalizm ve liberalizm, “Önce Alman sosyal demokratlarını, ardından Rusya ve Çin de dahil olmak üzere reel sosyalist sistemleri ve son olarak da ulusal kurtuluş sistemlerini asimile etti. Her üç akım da liberalizmin elinde açık bir yenilgiye uğradı ve ne yazık ki henüz bunun açık bir özeleştirisini yapmadılar.” (Öcalan; 2008-2) Bu anlamda paradigma değişimi, kapitalist modernite tarafından entegre edilen ulusal kurtuluş hareketlerinin deneyimlerinden bir öğrenme süreci olarak da ortaya çıkmıştır. Tüm hataların kaynağı, merkezileşmiş ulus devletin özelde işçi sınıfı, genelde ise toplum için temel çerçeve olarak kabul edilmesidir. Sistem karşıtı güçler ve Afrika ulusal kurtuluş hareketlerinin kahramanları, kapitalist modernitenin bütüncül ve yapısal bir eleştirisini geliştiremediler ve alternatif bir sistem yaratamadılar. Bunun nedeni, devrimci politikalarını sanayicilik ve kapitalizmle birlikte, kapitalist modernitenin merkezi bir ayağı olan ulus devlete dayandırmalarıdır. Ulus devlet olduklarında ve sanayinin bazı dallarında ilerleme kaydettiklerinde, anti-emperyalizmleri ve anti-kapitalizmleri yerini aşırı modernizme bıraktı. Reel sosyalist ve kurtuluşçu milliyetçi deneyimler, böylece uzun vadede kapitalist moderniteye taze kan sağlamıştır.

 BİR PUSULA OLARAK DEMOKRATİK KONFEDERALİZM

Bu anlamda, Abdullah Öcalan, kapitalist modernitenin yol açtığı sorunların hep ulus-devletçi ve milliyetçi düşünce ve paradigmalarla ele alındığını vurguluyor. Ulus devlet, her zaman bu sorunların çözümünde temel aktör olarak sunulmuş ve tek model olarak öne çıkarılmıştır. Oysa ulus devletleri doğru anlamak için, hegemonik sistem içindeki konumlarını ve kapitalizm ile endüstriyalizmle olan bağlantılarını analiz etmek gerekir. Ve bu analiz, ulus devletin kapitalist modernitenin bir ayağı olduğunu açıkça göstermektedir.

Dolayısıyla, Abdullah Öcalan'ın yeni paradigmasının ve demokratik ulus kavramının merkezi yönü, halkların kendi kaderlerini tayin hakkının yeniden yorumlanmasıyla ilgilidir: “Devlet sorununun sosyalist ideolojide de tam çözümlenememesi bulanıklığı artırıyordu. Fakat sorunun ağırlaşmasında ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkında’ her ulus için bir devlet düşüncesi temel rol oynuyordu.  Halkların kendi kaderini tayin hakkı, kendi devlet hakkını da içerir. Ancak bir devletin kurulması, bir halkın özgürlüğünü artırmaz. Ulus devlet temelli Birleşmiş Milletler sistemi verimsiz kaldı. Ulus devletler artık her türlü toplumsal gelişmenin önünde ciddi engeller haline geldi. Demokratik konfederalizm ezilen halkın karşıt paradigmasıdır.” (Öcalan;derleme) Öcalan, böylece halkların kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirmenin tek yolunun ulus devlet kurmak olmadığını, demokratik-konfederal yaklaşımın bu hakkı kullanmanın yeni bir yolu olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır: “Kürt sorununda ulusların kendi kaderini tayin hakkının devletçi olmayan demokratik yorumunu ifade eden KCK, ulusal sorunun çözümünde köklü bir dönüşüm olarak değerlendirilmelidir.  Kürdistan'daki demokratik konfederalizm de milliyetçilik karşıtı bir harekettir. Mevcut siyasi sınırları sorgulamadan, Kürdistan'ın her yerinde demokrasinin yaygınlaştırılması yoluyla halkın kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Amaçları bir Kürt ulus devleti yaratmak değil. Hareket, İran, Türkiye, Suriye ve Irak'taki tüm Kürtlere açık federal yapılar kurmayı ve aynı zamanda Kürdistan'ın dört parçası için kapsayıcı bir konfederasyon oluşturmayı amaçlıyor.”  (Abdullah Öcalan;derleme)

Kapitalist modernitenin mevcut yapısal krizi ve sistemik güçlerin reform ve restorasyon çabaları karşısında, demokratik konfederalizmin çözüm perspektifi enternasyonalist bir bakış açısını da içermektedir. Çünkü kapitalist modernitenin temsilcilerinin BM Gelecek Paktı hakkındaki tartışmaları göz önüne alındığında, demokratik modernite güçlerinin dünyanın (yeniden) düzenlenmesi için vizyonlarının ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Şu bir gerçek ki, demokratik modernitenin çeşitli ittifakları küresel düzeyde son derece yetersizdir.

Bunun üstesinden gelmek için Abdullah Öcalan, Dünya Demokratik Konfederalizmin, yani bölgesel ve yerel ulusal demokratik konfederasyonların ve bunlara bağlı parti ve sivil toplum aygıtlarının geliştirilmesini öngörmektedir: “Demokratik-ulusların küresel birliğinin BM’ye alternatifi, Dünya Demokratik Uluslar Konfederasyonu’dur. Kıtasal parçalar ve büyük kültürel alanlar daha alt düzeyde kendi Demokratik Ulus Konfederasyonlarını oluşturabilirler. AB bu doğrultuda hegemonik davranmazsa ilk adım sayılabilir. Küresel ve bölgesel hegemonik iktidara karşı çıkışlar bu kapsamda ele alınır.” (Öcalan; 2009-1) Öcalan şöyle devam ediyor: “Süper hegemonik güç denetimindeki ulus-devletlerin BM’li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal Birliği’nden yanadır. Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek, daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır.” (Öcalan;2009-1)

Bu küresel alternatifi inşa etmek için Abdullah Öcalan, yerel, kültürel, feminist akımların ve küreselleşmeye karşı yeni ilerici solun çeşitli platformlarda bir araya geleceği, “devlet odaklı olmayan, halkların küresel demokratik kongresi” (Öcalan, 2004) kurulmasını öngörüyor. BM Gelecek Paktı kapitalist modernitenin güçleri için bir pusula görevi görürken, Küresel Demokratik Konfederalizm, dünyanın demokratik olarak şekillenmesi için pusulayı ve halkların kendi gündemini temsil ediyor.

KAYNAKÇA

  1. GETACHEW, Adom; 2021, İmparatorluktan Sonra Dünyakurmak
  2. ÖCALAN, Abdullah; 2004, Bir Halkı Savunmak
  3. ÖCALAN, Abdulah, 2008-2, DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSU- İkinci Kitap: Kapitalist uygarlık
  4. ÖCALAN, Abdullah; 2009-1, DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSU- Üçüncü Kitap: ÖZGÜRLÜK SOSYOLOJİSİ
  5. ÖCALAN, Abdullah; 2009-2, DEMOKRATİK UYGARLIK ÇÖZÜMÜ-IV: Ortadoğu’da Uygarlık Krizi Ortadoğu Kültürünü Demokratikleştirmek
  6. ÖCALAN, Abdullah, (der.)  Demokratik Ulus Broşürü