Savaş uçaklarının ve Taliban'ın olmadığı uykular

İş bulmakta, ev bulmakta zorlanıyorlar. Bazen aylarca çalıştıkları yerlerden maaşlarını alamıyor, bazen markete alınmıyorlar. Afganlar, Türkiye’de göçmen olmanın tüm zorluklarını biriktirdikleri öfkeyle, emek sömürüsüyle ertesi günü bekliyorlar.

Afganistan doğumlu Amerikalı yazar Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı kitabında: “Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim ekmek adiliktir. Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur...” Ve çalanların ülkesi Türkiye’de göçmen Afganlar…

ABD’nin 2001’den beridir ‘özgürlük, demokrasi’ şiarıyla işgal ettiği Afganistan’dan çıkmaya karar vermesinin ardından, Taliban kendi hükümetini kurma girişimlerinde bulundu. Afganistan’ın kaderi ‘Taliban’la mücadele mi, sürgünlük mü, kadın ve kız çocuklarının özgürlükleri mi?’ derken gözlerimizin önünde bir ‘göç’ furyasının izleri duruyor. Türk medyası ve muhalif medyanın bir anda gözlerini başlangıç noktasına çevirmesinin öncesi de var kuşkusuz. Türkiye gerçekliğinde ucuz işçilik, ırkçılık ve insanlık dramı. Afganistan’dan İran’a, oradan da Van’ın ya Çaldıran yada Özalp ilçelerinden Türkiye’ye giriş yapan Afganların İstanbul’daki yaşamlarını yazmak istedim. Onların ağzından, onların evlerinden, onların iş yerlerinden.

YÜRÜMEKLE BİTMİYOR; SINIR BEKÇİLERİNDEN İŞKENCE…

“Her geçmeye çalıştığımda yakalandım. Türk askeri bizi dövüp İran sınırına bıraktı. Yüzlerce insanla aynı evi günlerce kullandım. Yattığım yere sığabilmek için ayaklarımı karnıma çekiyordum. 1 yıldır İstanbul’da yaşıyorum.” İstanbul’un sanayi merkezlerinden biri olan Merter’de, mobilya fabrikasında çalışan Abdullah’ın uzun yürüyüşüne dair bir detay bu. Yürümek ve her sınırda gördükleri işkenceyle de bitmiyor bu süreç. Gelinen İstanbul’da da sınıf mücadelesi başlıyor.

İş yeri sahipleri görüşmelere, görüş almalara müsaade etmiyor genelde. Mesai saatinden sonra ayak üstü çat pat Türkçeyle alıyorum bu bilgileri. Abdullah kendisiyle beraber on beş akrabasıyla bodrum katta bir dairede kalıyor. Evde sadece buzdolabı, çamaşır makinası ve uyumaları için süngerlerden başka eşyaları da yokmuş. Her akşam herkes ailesini görüntülü arıyormuş. Sohbetin içeriği son süreç, Taliban…

BAZI İNSANLAR İYİ, BAZILARI KÖTÜ!

Yine Merter’de mağaza zinciri olan bir mobilya fabrikasına giriyorum. Eş dost vasıtasıyla, büyük patron, göçmen emekçilerle konuşmamıza izin veriyor. Osmani, 21 yaşında. Amca oğullarıyla aralıklı olarak geçmişler göç yollarından. Üç defa denemiş. Üçüncüsünde ancak varabilmiş İstanbul’a. Koltuk döşemelerini zımbalıyor. Çalışma izni olmadığı için sigortası diğerleri gibi yok.

Sohbet etmek için onun da çay paydosunu bekliyorum: “Gelmeden önce nişanlandım. 2 yıldır buradayım. Biraz para biriktirip gidip düğün yapacağım. Her gün konuşuyoruz ailemle. Nişanlım okumak istiyordu. Belki evlendikten sonra okuluna devam eder. 3 bin TL alıyorum. Bazı insanlar iyi, bazıları kötü. İnsanlar zaten hep böyledir ya iyidir ya kötü.” Osmani iş arkadaşları tarafından çok seviliyor. Dediklerine göre çok da çalışkanmış ama içine kapanık.

GECELERİ RAHAT UYUYABİLİYORUM

Samit, üç yıldır İstanbul’da yaşıyor ve İstanbul’u görmemiş. Çalıştığı fabrikada keresteleri kesiyormuş. Birkaç kere de iş kazası geçirmiş ama hastaneye gidememiş, çalışma izni yok. Doktor olduklarından emin olmadıkları birine görünmüş. Türkiye’ye gelmek için borç almışlar, kardeşiyle beraber. Hala bitmemiş borçları. Sabah 08:30’da iş başı yapıyor, akşam 19:00’a kadar. Üç yıldır rutini buymuş. Pazarları da ise hep evde: “Borcumuzu ben ödüyorum, kardeşim de ailemize gönderiyor. Gece rahat uyuyorum burada. Ses yok.” Sesten kastı ne diye soruyorum, Amerikan savaş uçakları ve Taliban’ın motosiklet sesleri diyor.

'GÜNDE 10 SAAT YÜRÜYORUM'

Kanatları olan uçaklardan kanatları olmayan insanların düşüşünü ‘insanlık dramı’ olarak izledi tüm dünya. İnsanlık dramı 80 metre kare dairede 15 kişinin yaşaması, yaşamak zorunda kalması. Kağıt toplayıcıların çoğu Afganlardan oluşuyor. Yine İstanbul’un Bağcılar ilçesinde kağıt toplayan bir Afganla o kağıtları toplarken konuşuyorum. Türkçesi daha iyi. Dil bariyerine takılmıyoruz üç dakikalık sohbetimizde. İsmini ısrarla paylaşmıyor. 4 yıldır İstanbul’daymış: “Ben yoksulluktan kaçtım. Burada da yoksulum. İnsanlar genelde yaklaşmak istemiyorlar. Ellerim kirlidir diye. Bütün buraları yürüyorum. Günde on saat yürüyorum.”

‘SANKİ BİR YARATIKMIŞIM GİBİ BAKIYORLAR BANA’

Tekstil atölyelerinde çalışan Afganların sayısı Suriyeli Araplardan daha az. Genç yaştaki Afganların genelde tercih ettikleri işlerin başında kağıt toplamak oluyor. Dışarıda olma hissinden mi, yoksa arka fonda bağırmayan bir patronun olmayışından mı bilinmiyor ama öyle yada böyle ırkçılığın temellerinin ezelden beri kurulu olduğu Türkiye’de gözlerin ötekileştirmeyi öğrendiği sokaklar burası. Bayrampaşa’da yaşayan Muhammed ile devam ediyoruz sohbete: “İnsanların bakışları beni çok rahatsız ediyordu daha önce ama artık alıştım. Sanki bir yaratıkmışım gibi bakıyorlar bana. Kendi ülkemde öğrenciydim. Öğretmen olmak isterdim.”

Sokakta kağıt toplayan bir çok Afgan emekçi kendi yöresel kıyafetlerini giymeye devam ediyor. Adetler kilometrelerce uzağa böylece taşınmış oluyor. Muhammed 35 yaşında. Evli ve iki çocuğu var. Altıncı yılına girmiş İstanbul’da oluşu. Kendi ülkesinde tarih bitirmiş. Taliban’ı, Amerika’nın işgalini, Sovyetleri ve dahası sömürgecileri iyi biliyor. Aç ve susuz aylarca yollarda kalmış buraya gelene kadar. Bildiği tarih bilgisine göçmen olmayı, ötekileştirmeyi de eklemiş. Eğer kendi ülkesinde her şey yoluna giderse, inançlı bir öngörü olmuyor bu onun için ki bunları söylerken yere bakıyor, öğretmenlik yapmak istediğini söylüyor: “Her şey zor. Çalışmak zor. Para kazanmak zor. İnsan gibi yaşamak zor.”

Afgan, Arap olup olmadığını anlamadığım 15-16 yaşlarında bir gençle, Zeytinburnu’nda bir elektrik direğine asılı, ‘Avroluk Singer, Reçme kullanabilen, Aracı aranıyor. Dolgun ücret+Yol+Yemek+Servis’ ilanına bakarken rastlıyorum. Ne sordumsa yanıtlamadı. Büyük adımlarla uzaklaştı.

Sadece Osmani kendini onu seven iş arkadaşlarının içinde şanslı hissediyor. Ama hepsi onun kadar şanslı değil, sevilmiyorlar... İş bulmakta zorlanıyorlar. Ev bulmakta zorlanıyorlar. Bazen aylarca çalıştıkları yerlerden maaşlarını alamıyor. Bazen markete alınmıyorlar. Bazen hastalanıyorlar, hasta kalıyorlar. Bazen, bazen, bazen… Günün sonunda Türkiye’de göçmen olmanın tüm zorluklarını biriktirdikleri öfkeyle, emek sömürüsüyle ertesi günü bekliyorlar.