Yoleri: Mültecilik temel bir insan hakkıdır

İHD İstanbul Şube Başkanı Avukat Gülseren Yoleri, mülteciliğin temel bir hak olduğunu, ancak devletlerin bu hakkı tanımak yerine pazarlıklarla sınır güvenliğini artırmasının mültecilerin canını tehlikeye attığını kaydetti.

Savaştan kaçıp başka bir hayat özlemiyle umut yolculuğuna çıkan göçmen ve mültecilerin dramı derinleşerek sürüyor. Türkiye’de olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde de “istenmeyen kişiler” olarak ilan edilen göçmenler, ırkçılığın ve ötekileştirmenin hedefi oluyor. Göçmen ve mülteci sorunuyla yakından ilgilenen İnsan Hakları Derneği Başkanı Avukat Gülseren Yoleri, mültecilerin durumunu, “Hayatta kalmak için ölümüne mücadele ediyorlar” diye özetliyor.

Özellikle Türkiye’de mültecilere yönelik insan haklarını esas alan politikalar geliştirilmemesi ve kurumsallaşmış ırkçılık nedeniyle sorunun giderek büyüdüğünü belirten Yoleri, yöneticilerin kendilerine yönelmesi gereken tepkiyi, mültecilere yönlendirdiğine işaret etti. “Mültecilerin de insanca, güven içinde yaşama hakları var” vurgusunda bulunan Yoleri, ANF’ye konuştu.

Türkiye’de savaştan kaçan göçmenlere yönelik ırkçı yaklaşımlar arttı. Bunun arka planı ve nedeni nedir?

Öncelikle, Türkiye’de bulunan göçmen, sığınmacı, mülteci diye de sınıflandırılabilen topluluğu, mültecilik şartlarını taşımalarına rağmen bu hakka erişememelerine de dikkat çekmek maksadı ile bir bütün olarak mülteci olarak tanımlayacağımı belirtmek istiyorum.

Mültecilere yönelik artan ırkçı yaklaşımların birden çok nedeni var. İlki ve en önemlisi; tekçi yapısı ile devlet tarafından üretilen ve desteklenen kurumsallaşmış ırkçılık. Türk, Sünni, erkek ve varsıl olanı kutsayan sistem, eskilerin “böl, parçala, yönet” diye tanımladığı, değişik kesimleri birbirine düşman ederek toplumu yönetme politikasını sürdürüyor. Toplumu oluşturan değişik kesimler inanç, ırk, siyasal düşünce, cinsiyet kimliği gibi nedenlerle karşı karşıya getiriliyor, oluşturulan olumsuz önyargılarla bir araya gelmeleri engelleniyor. Bu nedenle; hak ihlalleri, azgın emek sömürüsü ya da cinsiyet kimliğine dair saldırılar da dahil yaşamsal pek çok konuda dahi ortak tepki ya da talep üretemiyorlar. Türklerle Kürtler, Ermeniler, Yunanlılar, Sünnilerle Aleviler, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar, erkeklerle kadınlar, sosyalistlerle faşistler, zenginlerle fakirler gibi bildiğimiz derin ayrılıklara, mülteciler söz konusu olduğunda; yerliler mülteciler, Türkler Araplar, Afganlar gibi ayrılıklar da eklenmektedir. Afganların Türkiye’ye gelişinin hızlanmasının ardından Suriyelilerin Afganları istemediklerine dair gösteriler yaptıkları yalan haberlerinin medyada dolaşıma sokulması, mülteci gruplar arasında da düşmanlık politikası güdüldüğünün açık bir göstergesidir.

Irkçılığın yükselmesinde ikinci önemli neden, yaşanan ağır ekonomik ve siyasi kriz. Yaşanan ağır ekonomik krizi perdelemek için mültecilerin motor güç olduğu kayıt dışı ekonomiye yol verenler, işsizlik, yoksulluk ve pahalılığı gizlemek için de mültecileri kullanıyorlar bugün. Giderek artan işsizliğin, pahalılığın nedeni mülteciler olarak gösteriliyor mesela. Ülkeyi yönetenler böylece hedef şaşırtıyorlar. Kendilerine yönelmesi gereken tepkiyi, mültecilere yönlendiriyorlar.

Mültecilere yönelik ayrımcılık hem devleti yönetenlerin yaklaşımlarında, devlet kurumlarının mültecilere dair politika ve tutumlarında kendisini gösteriyor, hem de kurumsallaşmış ırkçılığın empoze edildiği toplumun davranışlarında ortaya çıkıyor. Devlet direk olarak mültecileri hedef göstermese bile, mülteciler de kurumsallaşmış devlet destekli ırkçılığın hedefinde.

Irkçılığın yükselmesinde üçüncü önemli neden, yaklaşan seçimler. İktidarını korumak isteyen ya da iktidarı hedefleyen bütün partiler oylarını artırmaya kilitlenmiş durumda. Ciddi bir sayıya ulaşan ve işsizlik, yoksulluk, pahalılık, aşırı nüfus yoğunluğu gibi pek çok konuda günah keçisi ilan edilen mülteciler üzerinden söylem geliştirerek, bu sorunların çözüme kavuşturulması konusunda, ‘mülteciler gidecek sorunlar bitecek’ diyorlar. Aslında hiçbir partinin mültecileri kolaylıkla geri gönderme imkanı yok ve bunu da biliyorlar. Türkiye Ortadoğu, Asya ve Afrika’nın Avrupa’ya açılan önemli kapılarından biri durumunda ve bu nedenle her daim önemli bir mülteci nüfus barındırıyor. Avrupa sınırlarını güçlendirdiği oranda da gelen mülteciler uzun yıllar Türkiye’de kalmaya mecbur oluyorlar. Türkiye transit geçiş ülkesi iken varış ülkesi konumuna geldi 10 yılı aşkın zamandır ve bu biliniyor. Bu duruma uygun ve mültecilerin insan haklarına erişimini esas alan politikalar geliştirmek yerine, mültecileri göndereceğiz yalanını güçlendiriyorlar. Bu söylemlerin toplumda mültecilere yönelik tahammülsüzlük geliştirdiğini, nefret saldırılarını körüklediğini bildikleri halde gerçekleşmesi mümkün olmayan bu vaadi dillendirmeye devam ediyorlar.

Bu ırkçı yaklaşımda, iktidarın mülteci politikalarının ve ana muhalefetin söylemlerinin payı nedir?

Muhalefet bakımından üstte cevaplandı büyük oranda. İktidar bakımından eklenmesi gereken noktaları şöyle özetleyebilirim. Ülkeyi yönetenlerin ırkçılığı ve ayrımcılığı besleyen söylemleri, kontrolü altındaki medya aracılığıyla ayrımcılığın ve nefret saldırılarının körüklenmesi ciddi bir sorun. 5 milyonu bulan ve yıllardır burada yaşayan mülteci nüfusu geçici düzenlemelerle idare etmeye çalışmak büyük sorunlara neden oluyor. Mültecilere yönelik insan haklarını esas alan politikalar geliştirilmemesinin eksikliği ortada. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne konulan coğrafi çekincenin kaldırılmaması ciddi bir sorun.

İmza edilen ve mültecilik hakkına zarar veren anlaşmalar, mesela AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması, Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği’nin ( BMMYK) 2018’de Türkiye’deki faaliyetlerini durdurması, Türkiye’de mültecilik başvurularının değerlendirme ve takibinin Göç İdaresi’ne bırakılması gibi gelişmeler, hak ihlallerinde AB ve Türkiye’nin ve esasen tüm devletlerin ortak sorumlulukları olduğunu gösteriyor. Mültecilik temel bir insan hakkı ve tüm devletler bu hakkı tanımak ve kullanılması için olanak yaratmak sorumluluğu taşıyor. Mültecilerin de insanca, güven içinde yaşama hakları var. Bu sorumluluk yerine sınır güvenliğini artıran devletler, açık/gizli anlaşmalar ve pazarlıklarla mültecilerin canını tehlikeye atan uygulamalara neden oluyorlar. Kuralsız geçişlerde deniz ve karayolunda yaşanan mülteci ölümleri bu tablonun açık göstergesi. Aylan bebeğin kıyıya vuran cansız bedeni vicdanları “sızlatmıştı” hatırlarsanız; sonra ne oldu, ölen diğer bebeklerin adını duyan bile olmadı.

Mülteciler ve göçmenler konusunda, ‘para alıyorlar’, ‘vergisiz iş yeri açıyorlar’ gibi pek çok spekülasyon oldu. Siz uzun yıllardır mültecilerin durumunu araştıran bir insan hakları savunucusu ve hukukçu olarak bu spekülasyonlar hakkında ne söylemek istersiniz? Bu söylenenler doğru değilse, neden ve kimler tarafından böyle bir algı yaratılıyor?

İnsan hakları alanında çalışan bir aktivist ve bir hukukçu olarak; Türkiye’de bulunan mültecilerin ağır hak ihlallerine uğradıklarını, ağır sömürü ve istismara maruz kaldıklarını, ayrımcılık ve nefret yaklaşımları nedeniyle ağır baskı altında olduklarını, eğitim, sağlık, beslenme, barınma, iş gibi temel ihtiyaçlarının ya hiç karşılanmadığını ya da çok yetersiz karşılandığını, hukuki korumadan yararlanamadıklarını, insanca bir yaşam arzusu ile çıktıkları umut yolculuklarında yaşamlarını riske ederek dahi bu arzularına kavuşamadıklarını söyleyebilirim. Çoğunluğu, sadece hayatta kalmak için, ölümüne mücadele ediyor. Bu ağır koşullara rağmen yaratılan spekülasyonlardan söz ediyoruz. Bu sözleri söylerken bile maruz kaldıkları haksızlıklara isyan etmemek elde değil. Oysa onlar, onları yurtlarından sevdiklerinden ayıran savaşlara, yoksulluğa neden olanlara el açarak hayatta kalabiliyorlar. Savaşlar kadar, sevdiklerini kaybetmek kadar travmatik değil mi bu? Bugün dünyanın neresinde olursa olsun bir mültecinin yaşadığı haksızlık insanlık değerlerine yapılmış büyük bir saldırıdır. İnsanlık mücadelesinin kazanımlarının bu şekilde gasp edilmesine kimse sessiz kalmamalı.

Mültecilere ayrıcalık tanındığına dair spekülasyonlardan ve bu spekülasyonların yarattığı düşmanlıklardan söz ediyorsunuz. Birazdan bu söylemlerin gerçeği yansıtmadığına dair örnekler vereceğim ama önce şunu söyleyeyim. Keşke bütün mültecilere insanca bir yaşam sunacak ayrıcalıklar sağlansa. Sizin de dediğiniz gibi ayrıcalık iddialarının çoğu spekülasyon, bu söylemlerin bir kısmı da yanıltıcı eksik bilgi. Birkaç örnek vermek gerekirse: Mültecilere devlet maaş veriyor diyorlar mesela. Tamamen yalan. Doğrusu, geçici koruma ve uluslararası koruma altındaki mültecilerden, sadece belli şartlara sahip olanlara, AB tarafından finanse edilen ve adı Sosyal Uyum Yardımı olan 155 TL’lik Kızılay Kart veriliyor. Suriyeliler üniversiteye sınavsız giriyorlar deniyor. Oysa Yabancı Öğrenci Sınavı diye bir sınav var ve tüm yabancı öğrenciler bu sınava girmek zorunda. Devlet Suriyeli öğrencilerin tamamına burs veriyor deniyor. Oysa 2019 rakamlarına göre Türkiye’de 148 bin yabancı öğrenci var ve hepsi aynı olanaklara sahip. Yabancı öğrencilerin %16,8’i Suriyeli ve sadece şartları taşıyan (yaş, başarı) 5,7’sine burs verilmiş). Taşıt vergisi, elektrik su ücretleri, işyeri vergisi konusunda da Suriyeliler diğer yabancılarla aynı kurallara tabi, bir muafiyet durumu yok. Suriyelilerin 5 yıl içinde vatandaşlık kazandıkları, Türk vatandaşı ile evlilik yoluyla vatandaşlık kazandıkları iddiası da gerçekdışı. Öyle olsaydı 10 yıldır Türkiye’de yaşayan 4 milyon Suriyeli vatandaş olurdu. Oysa Türk vatandaşı olan Suriyeli sayısı sadece 110 bin. Ve vatandaş olduktan bir yıl sonra genel ve yerel seçimlerde oy kullanma hakkı kazanabiliyorlar. Suriyeliler devlet memuru yapılıyor deniyor. Bu mümkün değil, çünkü devlet memuru olabilmek için Türk vatandaşlığı şartı var. Suriyelilere korona tedavisi ücretsiz deniyor. Koronavirüs test, aşı ve tedavisi herkese ücretsiz sağlanıyor. Suriyelilere bir ayrıcalık yok.

Bu ırkçılığı yok etmek için yeteri kadar mücadele ediliyor mu? Bu sorun sizce nasıl aşılabilir?

Mültecilere yönelik ırkçılıkla mücadelenin ulusal ve uluslararası yönlerinden söz etmek gerekir. Örneğin Türkiye’de ırkçılığı yok etmek için mücadele edilmiyor, ırkçılık yeniden üretiliyor her gün. Bilinçli olarak üretildiği kadar, farkında olmadan yapılan ayrımcılık ve ırkçılık da söz konusu ve bu da çok tehlikeli. Kendisine ırkçı, ayrımcı demeyen pek çok insan mültecileri ötekileştiren şakalarla, kızgınlık anında söylenen sözlerle, geliştirilen olumsuz önyargılarla, mültecilere yönelik ırkçı saldırılara, ayrımcı uygulamalara karşı sessiz kalarak ayrımcılık yapıyor. Bu gizli ırkçılığın farkına varılarak mücadele edilmesi önemli. Ancak özellikle bu konu görmezden geliniyor. Çünkü bununla mücadele edecek olanlarla, bunu yapanlar çoğunlukla aynı ya da aynı çevreden kişiler oluyor. Halen Nefret Suçu’na ilişkin mevzuat eksikliğinin giderilmemesi, nefret saldırılarında karşımıza çıkan cezasızlık, failin korunması vs. önemli sorunlar oluşturuyor.

Türkiye gibi dünyada da durum hiç parlak değil. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde (İHEB) temel bir hak olarak tanımlanıyor mültecilik ve dünyanın pek çok ülkesi bu bildirgeyi imzalayarak bunu kabul etmiş durumda. Ancak etkin bir denetim ve takip sistemi yok. Yukarıda da değindiğim üzere, mesele özüne aykırı bir noktadan tartışılıyor. Mültecilik bir olgu olarak ortaya çıktıktan itibaren, mülteciliği yaratan nedenlerin ötesinde, bir insan hakları meselesidir. Ama insani değerler üzerinden değil, mülteciliğe neden olan egemenlik ilişkileri ve çıkarlar üzerinden tartışılıyor. Siyasetin araçsallaştırdığı mülteciler, bir hak öznesi olarak kabul edilmiyor. Dünyada da genel olarak insanlığın bir parçası değillermiş gibi davranılıyor, dünyanın her yerinde ötekileştirmeye maruz kalıyorlar. Kısmen de olsa hak temelli yaklaşımların egemen olduğu, hukuk güvenliğinin sağlandığı ülkelerde nispeten nefes alabiliyorlar ancak o ülkeler de sınırlarını mültecilere açmıyorlar. Devletleri uluslararası sözleşmelerle yüklendikleri sorumluluklara uygun davranmaya zorlayacak bir etkiye ihtiyaç olduğu açık. Ve tabii ki mültecilerle dayanışmaya ihtiyaç var. Hem insani hem de hak temelli yaklaşımları güçlendirecek bir dayanışmaya. Mülteciliğe neden olan, mağduriyetlerinin devamını sağlayan durumlarda suçlu ve mağduru doğru tanımlamaya, mültecileri eşit özgür bireyler olarak algılamaya dair çalışmalara ihtiyaç var. Ve son olarak Türkiye’de kurumsallaşmış bir ırkçılıktan söz ediyorsak, bu ırkçılığı ortadan kaldırmadan mültecilere yönelik ırkçılığı da ortadan kaldıramayacağımızı görmek gerekiyor. Irkçılığa karşı bir bütün mücadele yürütmek, her kesimin bu konuda el ele, omuz omuza bu mücadeleye güç katması başarı için şart...