Felaketin de ihanetin de geleceği dünden belliydi!

Gazeteci Hayri Kızıler, 3 Ağustos 2014’te Şengal’de tanık olduğu DAİŞ’in Êzidîlere yaptığı katliamı ve KDP’nin bölgeyi nasıl felakete terk ettiğini, geçmişiyle birlikte anlattı...

Bugüne kadar hep doğruları yazdım ya da söyledim; ama yine de eksik kaldı doğru da olsa söylediklerim ve yazdıklarım. Yine de yazacağım, elbet bir gün tarih bunları gün yüzüne çıkarır, biliyorum...

Musul düştükten hemen sonra bir ağrıdır başlamıştı Şengal’de.

Çünkü;

Şengal Êzidî,

Şengal Kürt,

Şengal Arap diyarına sınır!

Ve Arap diyarı da DAİŞ gibi vahşi bir yapılanmanın elinde…

Oyun oynuyor birileri besbelli.

Birileri de bu kirli oyunu bozmaya çalışıyor bu da belli! Yazacağım…

KDP, Kürt halkının göğsüne saplanmış, çıkarsan kan kaybettirecek sanılan, çıkmadıkça da zehirlemeye devam eden kara bir hançeri!

İsteyen yakın Kürt tarihini incelesin, öncesinden bahsetmiyorum bile hemen 1980 sonrasını baksınlar yeter. 

Diğer taraftansa PKK, ilk günden beri denetim altına alınmaya çalışılan, dönem dönem içinde dışarının etkilerine kapılanlar ya da onlarla işbirliği yapanlar tarafından tasfiye edilmeye çalışılan; ama tasfiyecileri tasfiyeye mahkûm etmiş ve ilk günkü gibi taze, diri bir parti.

BİR YANDA KORUYANLAR BİR YANDA YÜZÜSTÜ BIRAKANLAR...

Şengal’de olan bitenin iki farklı yüzü tam da buydu. Bir yandan Êzidîleri haraç mezat satışa çıkaran KDP; diğer yandan ‘biz Kürtlerin en büyük değeri’ deyip Şengal’i ve Êzidîliği savunan, koruyan ve daim kılmak isteyen PKK.

Bir yüzü tüm aymazlığı ile Êzidîleri ve Şengal’i hâlâ savunduğunu iddia ederek yarım kalan işini tamamlamak için türlü oyunlara devam eden KDP; diğer yüzü ‘ben bu oyunu bozarım’ diyen PKK!

Milat olur belki, hatta Êzidîlerin tarihinde ilk kez, gerçekler alt-üst edilmeden yazılan ilk belge yerine geçer, çekmiş olduğum görüntülerin yanında yazdıklarım da…

Canlı tanıklığım, yaşadıklarım, benliğimin derinlerinde psikolojik sorunlar yaratsa da tarihe mal olacak verileri belgeleyebilmek benim için büyük bir onur… İhanetin ve direnişin, ahlakın ve ahlaksızlığın en uç noktalarda gezdiği tarihin bir kesitinin tanığı olup da belgelemenin verdiği bir onur…

YILLAR ÖNCE DE AYNISINI YAPTI

Önce biraz geçmişe dair birkaç söz söylemek gerek, sonrasını anlamlandırmak için öncesinde olanları bilmek ön açıcı olur...

Şengal’de yaşananlardan bir ay sonra, konu üzerine yaşlı bir amcayla sohbet ediyordum. Amca “KDP 1975’te de bizi satmıştı” diye söze başladı. Sobet etiiğimizi gören birkaç kişi de etrafımıza toplanmıştı. Önceki sözleri duyanlar hemen onayladı. Nasıl diye sordum. Devam etti: “70’lerde de KDP Şengal’e gelmişti. Kürtlük, yurtseverlik Kürdistan dediler, biz de meyil verdik. Sonrasında Saddam Hüseyin saldırılarını yoğunlaştırınca KDP biz Êzidîleri terk edip gitti. Saddam vahşeti ile baş başa kalmıştık. Tüm dağ köyleri ve dağın eteklerindeki köyler yakıldı, yıkıldı. Dağdan her biri 5-10 km uzak alanlarda 14 köykamp yapıldı, Êzidîler oralara (bugünkü mücammalara) yerleştirildi. Direnenler işkencelerden geçirildi, öldürüldü ya da zindanlara atıldı. Kadın, erkek, genç ve yaşlı demeden okullara gönderildiler, asimilasyon politikasını başlattılar. İran- Irak Savaşı başlayınca bu politikayı devam ettiremediler.”

Bir başkası da ekledi: “Ezîdlerin çoğu 80’de İran- Irak Savaşı’na gönderildi. Hâlâ binlercesinin akıbeti belli değil...”

Aslında bu meseleyi aylar öncesinde birçok kişiden dinlemiştim. Hatta Irak-İran savaşına katılıp da hakkında haber alınamayan Êzidîler üzerine bir çalışma yapmayı bile düşünüyordum. Yakınları olan insanların da talepleriydi ama olmadı...

Sohbete katılanlar birer ikişer cümle ile konuşmanın kıvamını artırıyordu. Hepsi yaşını başını almış kişilerdi. Önce kendi anılarını, daha sonra babalarının, dedelerinin başlarına gelenleri sıraladılar; birbirlerinden destur almadan girdi hemen hemen hepsi lafa, belliydi doluydular. Bir bir boşalttılar içlerini, bir gazeteci dinliyordu onları, belki dünya alem bunları duyar diye...

YIL 2003: KDP YENİDEN SAHNEDE

KDP, sonrasında 2003’de Amerika’nın Irak’ı işgali ile tekrar Şengal’de kendini yapılandırıyor. Amerikan askerleri ile birlikte giriyorlar Şengal’e. Amerika’nın işgal gücü olarak orada yerini aldığı biliniyor ama KDP ne için orada? Akıllarda türlü türlü soru var ama kimse sormuyor, misal 70’lerde neden Şengal’e gelmişlerdi de sonrasında çekip gittiler? Êzidîleri neden Saddam barbarına teslim ettiler? Esas soru, neden tekrar Şengal’e döndüler?

Şengal, 2003’ten sonra ikili bir yönetimle yönetiliyor, hem merkezi hükümet hem de KDP tarafından. Cehyş (ordu), Şırta (polis), eğitim, sağlık ve nüfus gibi devlet kurumları merkezi hükümetin elindeyken asayiş KDP’nin eline geçiyor. Asayişin temel görevi insanları fişlemek ve KDP’ye kaydetmek vb. şeyler.

YÜREKLER AĞIZDA ALTI SAAT...

Aslında Êzidîlerin yaşadıklarını anlatmak için çok uzak bir geçmişe de gitmemek gerek. Orada bulunduğum sürede birçok şeye tanıklık ettim. Kendi yaşadıklarımdan aktaracaklarım bile onların yaşamlarına dair birçok şeyi gözler önüne seriyor. Örneğin Ezîdler için Şengal’in dışına çıkmak oldukça sıkıntılı. Birkaç kez Şengalli Êzidî işçilerle Şengal- Hewler arasında yolculuk yaptım. Yolculuk tam bir işkence ve ötesi. Önce Telafer’den geçiyorsunuz, adım başı kimlik kontrolü, araç araması, şüpheli görülenlerin üst araması, sorgu sual... Bir devlet, adı da Irak fakat kontrol noktalarına bakıyorsunuz; birinde Şia Türkmenler, diğerinde Sunni Türkmenler, ötekisinde Arap askerler, sonra şırta (polis) ya da bir başkasında KDP peşmergeleri ve yüreğiniz ağzınızda ulaşıyorsunuz Musul’a. Ki bunlardan herhangi biri, bir yolcuyu alıkoysa, kimin haberi olacak? Oldu diyelim, şahit var mı? Kim şahitlik yapar, yapsa bile kim şahidi dinler?

Bu yolculukta 15 kişi arabadan indirildik, herkes sıraya dizilmiş, bir askerin ağzına bakıyor. Gidebilirsiniz ya da başka bir şey demesini bekliyorlar. Kimliğim diğerlerinden farklı, Şengalli değilim o yüzden hemen beni bir köşeye çektiler. Arapça konuştukları için anlamıyorum, 14 kişi de bizi izliyor “Biri gelsin tercümanlık yapsın” diyorum ama kimsede ne bir hareket, ne bir söz... Hepsi askerin bir hareketini, sözünü bekliyor. Sonunda asker çağırıyor birini yanımıza ve anlatıyorum tek tek: “Bu kimlik hem merkezi Irak Hükümeti’nin, hem içişleri bakanlığının, hem Kürdistan Federe Yönetimi’nin hem de BM Irak Mülteciler Yüksek Komisyonu’nun onayıyla verildi. Yazıyor üzerinde, amblemleri de var.” Söylediklerim tercüme edilince, asker “ruh ruh” yani gidin gidin diyor. Bu arada yarım saatten fazla alıkonulmuşuz...

KELLE KOLTUKTA BİR YOLCULUK

Musul ayrı bir dert Êzidîler için, Musul girişi ile çıkışı arası (yaklaşık 1.5 saat) zaman duruyor sanki. Her seferinde Musul’un içinden geçerken yol hattındaki binalara, evlere bakıyorum. Hemen hepsi mermi almış ya da bazıları roketle yıkılmış. Mermi değmemiş bina arıyor gözlerim, çok nadir, tek tük. Musul’u geçince bir rahatlık başlıyor minibüsün içinde. En azından yürekler ağızdan kendi yerine dönüyor artık. Biraz rahatlık diyorum da öyle çok da değil, en azından ölüm korkusu atlatılmış, yoksa KDP’nin Kelek ve Hewler kontrol noktaları da az değil.

Normal koşullarda iki buçuk saatlik yol, işte böyle böyle 6 saatte tamamlanıyor. Bunlar korkunç elbette ama hep bu olayı gülerek anımsamama sebep olan bir şey var. Yolculuk öncesi ve sonrası tartılsam, kesinlikle iki tartı arası en az bir kilo fark olur. Yani aynı psikolojiyi ayıp değil ya, onlarla birlikte ben de yaşıyordum. Kelle koltukta gitmek gibi bir şey...

MUSUL DÜŞMEDEN KISA SÜRE ÖNCE

Musul yolu çok daha tehlikeli bir hal alınca insanlar, Hewler’e gitmek için daha güvenli buldukları Musul Barajı etrafından dolanmayı tercih etmeye başladı. Bir kez ben de yine Êzidî işçiler ile birlikte o yolu kullandım. Biraz daha pahalıydı yol ücreti, iki saat uzatıyordu yolu ama diğerine göre oldukça rahat bir hattı. Yine bir yolculuktayım. Kerkük’ten Şengal’e geçeceğim. Her zaman birlikte yolculuk ettiğim Êzidî işçileri taşıyan minübüslerin şoforlerini tek tek arıyorum. Hepsi Musul’da çatışmaların olduğunu söylüyor. Bu yüzden Şengal’de olanlar Hewler’e gidemeyeceklerini, Hewler’de olanlar da Şengal’e bu koşullarda dönemeyeceklerini söylüyor.

İki gün bekledim, sonrasında bir minübüs şoforü aradı, Duhok’a gitmem halinde beni oradan saat 10.00 gibi alabileceğini söyledi. Ertesi sabah erkenden Kerkük garajına gittim, direkt araba yoktu Duhok’a. Hewler arabasına bindim. Hewler girişinde her zamanki sıkıcı kontrol için durdurulduk. Dikkatimi çekmişti, Kerküklü bir Türkmen üzerinde yoğunlaştı kontrol noktasındaki peşmergenin dikkati. Nerelisin, ne iş yapıyorsundan sonra indirdiler Kerküklü genç Türkmen doktoru. Alıkoydular, büyük ihtimalle de geri çevirdiler.

Kontrol noktasını geçtikten sonra girdik Hewler’e. Duhok’a giden bir arabaya bindim. Koyulduk yola. Şaşırmıştım, ilk kez kontrolsüz ve sorunsuz bir şekilde Duhok’a ulaşmıştık.

Aradım Şengal’e gidecek arabanın şoförünü, zamanında yetişmiştim. Son bir yolcusu kalmıştı onu da Semeli yakınlarından alarak koyulduk yola. Hewler, Şengal yolu gibi olmasa da öyle çok da sorunsuz değildi Duhok- Şengal yolu. Hele hele KDP kontrolündeki sınır kapısı gibi olan Seravî denilen köprüde...

GEÇİT VERMEYEN KÖPRÜ...

Bu köprüden daha önce de geçmeye çalışmıştım. Onu da anlatmadan geçmeyeyim. “Daha önce soğuk bir şubat gününde beni perişan etmişti oradaki peşmergeler. Şiaların bayramı nedeniyle Şengal – Musul yolu kapalıydı, mecburen buradan gitmek zorunda kalmıştım. Hiçbir yasal sorunum olmamasına rağmen köprüden geçirmemişlerdi beni, “neden?” diye sorduğumda “yol kapalı” diyorlardı, halbuki herkes geçiyordu, beni getiren araba da geçmişti, hatırlattım, “sana kapalı” dediler. Çıra TV çalışanlarımız vardı, Xanki ve Derebunê’de onları çağırdım, kefiliz dediler, para etmedi. Bindim bir arabaya Şengal’e dönüyorum, Şengal girişinde giremezsin, geldiğin yere dön dediler. Araya tanıdıklarımı koydum, Şengal girişindeki peşmergelerle (asayiştendiler) telefonla konuşturdum, Çıra TV çalışanı olduğumu söylediler, daha kötü oldu. Üstlerini aradılar, “Seyda Çıra TV çalışanı Şengal’e girmek istiyor” diyerek bilgilendirdiler. Telsizden sesi geliyordu, peşmergeler yumuşatmaya çalışıyordu amirlerini ama “ O adam Şengal’e girmeyecek” diye bağırıyordu o. Tabii bu arada oradaki peşmergeler ile sakin, esprili bir şekilde tartışıyordum, almayacaklar belli, yine de belki göz yumarlar diye baskı kurmaya çalışıyordum. Fakat işe yaramadı. El mahkum, kah kendime gülerek, kah ensemi kaşıyarak, gerisin geri hem yürüyor hem tanıdıklara telefon açıyordum, bir tanıdığım, bana yol üzerinde bir yer tarif etti. Oraya kadar yürüdüm çıktı geldi, sonra dağa yakın bir yerden, mahalle aralarından yürüyerek girdik Şengal’e...

BU DEFA GEÇTİM AMA...

Fakat bu kez sorunsuz geçtik köprüyü. Geçtik de Rabia girişi ve sonrası adım başı kontrol, birçok yerde hammer denilen zırlı araçlar yolu kesmiş kimlik, bagaj kontrolü, anlayacağınız hiç olmadığı kadar durdurulduk. Rabia’yı geçtikten hemen 30 - 40 dakikalık işkenceli yol (ki iki saatimizi almıştı neredeyse) Êzidî kontrolündeki alana vardığımızda biraz olsun rahatlamıştık. Xanesor, Sinonê derken Şengal’e yaklaşmıştık ki, - Musul’dan çatışma haberleri geliyordu birkaç gündür - Musul’dan konvoylar halinde kaçan insanlardan dolayı yol kapanmıştı. Tek tek kontrol ediliyorlardı bizi de. Şoförümüz manevra yapıyor, aralardan geçip ilerliyorduk. Soran asker ve polislere Şengalli olduğumuzu söylüyordu, tabii bir de bana “Aman sen kimliğini çıkarma şimdi bunlar anlamaz” diyordu. Bir şekilde vardık Şengal’e. Duyduk bizden hemen sonra Rabia-Şengal yolunu tamamen kapatmışlar. Sonrası uzun süre bu yol kapalı kaldı. Birkaç günlük çatışmadan-çatışmasızlıktan sonra ise Musul düşmüştü...

O KARA GÜN!

3 Ağustos 2014 sabah saatlerinde halk ile birlikte merkezden Şengal Dağı’na doğru yönelmiştim. Henüz DAİŞ çetelerinin Şengal’egireli 1 saat olmuştu, kafamda bir yığın soru vardı; bunun olacağını sezmem, hatta bilmeme rağmen, kabullenemediğim şeyledi bunlar...

15 gün öncesiydi, gazeteci arkadaşlarım arayıp buradaki durumu soruyorlardı. Son bir ayda 7 ayrı saldırı olmuştu Şengal’in köylerine. Arayan meslektaşlarım da durumu anlamak istiyorlardı. Bir gazeteci arkadaşa sıkıntılı bir ruh haliyle “KDP Şengal’i satacak” demiştim. Olaya prestij meselesi olarak bakmıştı arkadaşım, prestij için dahi olsa Şengal’i savunur diye düşünüyordu. Birincisi ağır basmakla birlikte iki hissi yan yana koymuştum. 

Köylere yapılan DAİŞ çetelerinin saldırıları karşısında KDP’nin yaklaşımlarına bakınca Şengal’i ve Êzidîleri savunacağına yönelik en küçük bir emare görünmüyordu. Saldırıların tarzları ve KDP peşmergelerinin olaya müdahil oluşu hemen hemen hepsinde aynıydı.

BENZER OLAYLAR BÜTÜNÜ

DAİŞ çeteleri köylere havanlarla, ağır silahlarla saldırıyor, taciz ediyor, sonrasında KDP’nin peşmerge birlikleri Şengal merkezden en az yarım saat uzaktaki bu köylere gidiyor; 20 -30 dakika uzaktan karşılık veriyor, DAİŞ çeteleri çekiliyor, KDP peşmergeleri de Şengal'e geri dönüyor. İnsanlar kendi halleriyle başbaşa kalıyorlardı. Her yedi saldırıda da yaşananlar biribirin aynısıydı. İnsanların kafasında soru işareti kalıyor tabii: “Acaba aralarında bir anlaşma mı var?

Her köyde (hemen hemen hepsinin nüfusu 10 binin üzerinde) yerel insanlardan oluşan küçük de olsa bir peşmerge birimi, merkezlerinde de KDP’ye bağlı asayiş güçleri var. DAİŞ noktaları ile peşmerge arası en fazla bin metre mesafede ve bu ardı sıra aynı biçimde gerçekleşen olaylar, insanların kafasında acaba sorusunu şekillendiriyordu.

Her seferinde de PDK yetkilileri, “Yeterince peşmergemiz ve silahımız var, Şengal’e bir saldırı olursa koruruz” tarzında açıklamalarla halkı ikna ediyordu.

Katliamdan hemen iki öncesinde de aynı şeyler tekrarlanıyor. Ama tabii gözle görünür bir savunma niyetinin olmadığı da ortada.

HALK YER YER DİRENDİ PEŞMERGELER KAÇTI

Olay gününe gelirsek, gece 02.00 sularında havan seslerini duyduk. DAİŞ, Girzerik’e saldırmıştı. Tabii alıştırıldığı biçimiyle, diğer yedi saldırı gibi sanıldı insanlar tarafından. Sonrasında Siba Şexidir’dan da saldırı haberleri gelmeye başladı. Sonrasında Kıblet (Şengal’in güneyi) tarafındaki tüm köyler... Diğer köylerin dışında Girzerik ve Siba şexidir’da çatışmalar vardı. Halk direniyor ve çatışıyordu. KDP peşmergeleri ise halkın aksine Şengal’i terk ediyordu. Bu durumu gören halk da Şengal’den kaçmaya başladı.

İlk saatler tanık olduğum, KDP’nin “ben gidiyorum” bile demeden, 450 bin Ezîdîyi, savunmasız bırakarak Şengal’i terk etmesiydi. Halk dağlara yönelmişti. Telefonla katıldığım bir televizyon kanalında “halk nereye doğru gidiyor?” sorusuna verdiğim cevabı dün gibi hatırlıyorum, halk nereye gideceğini bilmiyordu, can havliyle kendini dağlara atmaya çalışıyordu, bir saat sonrasını düşünecek hali yoktu kimsenin.

İKİNCİ HARPAGOS OLAYI!

Nutkumu tutan ve hatta beni nefessiz kılan, en büyük şey ise dünyanın belki de insanlık tarihinin en büyük ihaneti ile tanışmamızdı.

Bir televizyonun haber bültenine katıldığımda bu yaşananlar ikinci Harpagos olayıdır demiştim. Konuşamıyordum ve bir cümleyle özetlemiştim. Şimdi de aynı kanaatdeyim.

Bir yandan haber ajanslarına ve televizyonlara haber geçiyor, bir yandan çekim yapıyor, bir yandan da halkla birlikte dağın güvenli alanlarına ulaşmaya çalışıyordum. Biraz kendimi toparlamıştım. O anları belgelemeliydim. Ağustos sıcağı ve susuzluk, katliam korkusunun önüne geçmişti. Kamerayı gören bütün herkes, tüm halsizliklerine, yorgunluklarına ve korkularına ragmen konuşmak istiyordu. Susuzluktan ağızları kurumuş halde kendilerini zorluyarak konuşuyorlardı. ilk kurdukları cümle “PDK bizi sattı” cümlesiydi. İnsanların gözlerindeki fer sönmüştü.

200 BİN KİŞİ DAĞA SIĞINDIK

Sabah dokuz gibi Şengal’den çıkmıştım. Gece yarısı, Çilmera’ya (Şengal Dağı’nın zirvesi) ulaşmıştım. Çilmera’da zomlar vardı, su ihtiyacımızı orada giderdik. Telefonumun şarjı bitmişti.  Ama neyse ki kameramın yedek pilleri vardı.

Uykusuz geçen bir gece geçirmiştik. Halk şaşkın bir şekilde dağın bir ucundan başlayıp diğer ucuna giden asfalt yolda gidip geliyordu. Tahminimce ve daha sonrasında teyit ettiğime göre 200 binin üzerinde insan, Şengal Dağı’na sığınmıştı.

Dağda KDP peşmergelerinin terk ettiği bir karakol vardı, dağdaki zomlardan birisi, bir jeneratör ve akü getirmişti karakoldan. Pilleri orada şarj ettim. Herkes orada telefonlarını şarj etmeye çalışıyordu.

Çalışmaya koyuldum.

Kime kamerayı yönelttiysem teklifsiz konuşuyordu. Tüm dünyadan yardım istiyorlardı, KDP’nin onlara ihanetini eklemeyi unutmadan. Öğle saatleriydi, bulunduğumuz yerden hemen yürüyerek beş dakika uzaktan çatışma sesleri geldi. İnsanların korkuları artmıştı. DAİŞ çeteleri eğer dağa da gelmişlerse, insanların gidecekleri başka yer kalmamıştı. Oraya doğru yöneldim. Doğruydu; DAİŞ çeteleri dağa girmek istemişlerdi, orada bulanan üç PKK’li KDP’lilerin kaçarken bıraktıkları bir 23,5’luk doçka ile çeteleri etkisiz hale getirmişti. Bu, halkta büyük bir rahatlamayı beraberinde getirdi. Sonrasında da birkaç kez dağa çıkmayı denediler ama her seferinde geri püskürtüldüler.

Dağın bir de diğer kapısı vardı, Gelêye Kersê. Çeteler orada da şanslarını denemişlerdi. Gelêye Kersê’deki iki PKK’li, halktan temin ettikleri 12.5’luk doçka ile alanı da kontrol altına almıştı. Yine TEVDA çalışanları her ihtimale karşı orada bulunan iş makinaları ile yolun güvenliğini almak için birçok yerde barikatlar oluşturmuştu. Sinonê’den de çatışma haberleri geliyordu. Orada bulunan iki PKK’li de halkla beraber çetelerle çatışıyordu.

YPG’NİN İNSANİ KORİDORU

Üçüncü gündü sanırım, YPG’den bir askeri birlik çatışarak kısmen açtıkları koridordan dağa ulaştı. Halk bu insanların etrafında toplanıyordu. Konuştuğum YPG’liler, YPG ve Rojava Asayiş güçlerinin koridor açmak için çalıştıklarını söylediler. Hemen ertesi gün iki kamyon un geldi dağa. Koridor kısmen açıktı. İki ayrı tabur güç de Kandil’den dağa geldi. Sonrasında koridor tam güvenlikli hale gelir gelmez insanlar, Rojava halkının da seferber olması ile arabalarla tahliye edilmeye başlandı.

Bu arada olanlar, yaşananlar, tarihin en dramatik anlarından biriydi. Anlatmaya kelimelerin çok da yeteceğini sanmıyorum. Ayrıca oldukça zorlanıyorum. Arkadaşlarımla birlikte tamamladığımız belgesel film, sanırım benden daha iyi anlatacaktır olanları ve yaşananları. Çünkü ben değil, orada o zorlukları yaşayan Êzidîler konuştu.

HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞ GİBİ DÖNDÜLER!

KDP ise tekrar hiçbir çatışmaya girmeden geldiği Şengal’in kuzeyi ve Şengal Dağı’nda kirli çalışmalarına yeniden başlamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi, 10 bine yakın Ezîdî, PDK ihanetiyle katledimemiş, 5 bine yakın Ezîdî kızı pazarlarda satılmamış; 450 bin Ezîdî yerlerinden edilmemiş gibi hiçbir utanç duygusu beslemeden tekrardan örgütleme işine girmişti! İnsanları maaşla tekrar kendine bağlamaya çalışıyordu. Bir korku da yaratmıştı. PDK’nin basında çıkan “PKK misafirdir” demesini Şengal için söylenmiş, insanları inançsızlaştırmak ve “bize mahkûmsunuz” mesajını vermek için edilmiş bir söz olduğuna burada kanaat getirdim. Tamamıyla böyle olmayabilir ama kesinlikle bir yönünün Şengal halkına dönük olduğunu abartısız söyleyebilirim. “İşte güvendiğiniz PKK gün gelecek, gidecek ve siz yine PDK’ye mecbur kalacaksınız” tarzında propaganda yapıldığını gördüm.

TARİHİ İLKLER YAŞANMAYA BAŞLAMIŞTI BİLE

Tabii diğer yandan, halk kendi meclisini kurmuş, okullarını açmıştı. Ve en önemlisi de (en önemlisi diyorum, burası Orta Doğu) YBŞ’nin giderek büyüyen varlığıydı. Bu adımlar Êzidîler için büyük çok büyüktü. Tarihi değerdeydi. İlk kez kendi kendilerini yönetmek, kendi okullarında kendi eğitimlerini almak ve kendi savunma güçlerini oluşturmak… Hepsi birer tarihsel adımdı.

Yine KDP peşmergeleri Şengal Dağı’nda ve Şengal’in kuzeyinde bulunuyor. Buralar ön cephelerde mevzi tutan ve çatışan HPG, YJA-Star ve YBŞ güçlerinin sağladığı güvence ile DAİŞ çetelerinden en az 20 km. uzaktaki alanlar.

Ön mevzilere kadar gittim; HPG, YJA-Star ve YBŞ güçleri yer yer 100 metre mesafede DAİŞ çeteleri ile karşı karşıya. Durup dururken kafanızın üzerinden bir mermi geçebiliyor. O kadar yakın mesafedeler.

Bütün Şengalli Ezîdîler gibi katliamın öncesinin ve sonrasının tanığıyım. Bir gazeteci olarak -ki özellikle Orta Doğu’da uzun yıllar gazetecilik yapan biri olarak- yaşananları belli boyutlarıyla okumak çok da zor değildi.

Yaşanan 73. Ferman (katliam) aslında bir sonuçtu. Adım adım yaklaşmaktaydı. Tabii bu tam anlamıyla okunabiliyor muydu? Benim açımdan hayır. Mikro bir tarih aralığı ile en az 40 yıllık bir tarihsel birikime ihtiyaç vardı ve ben de bu tarihi bilmiyordum.

TANIKLIĞIMIN VERDİĞİ SORUMLULUK

Başta bahsettiği amcanın “Biliyor musun, bu KDP 70’lerde de Ezîdîlere ihanet etmişti” demesinden sonra araştırmaya başladım. Belgesel yapmak için sebeplerimden biri de bu oldu. 

İkincisi, çekimlerimi belgesel yapacağım diye gerçekleştirmedim. Ezidilerin yaşadıkları belki de tarihte ilk kez belgelenecekti. Bunun sorumluluğu ve ciddiyetiyle belgelemeye çalıştım. Birçok kişi bu konuda belgesel yapmak isteyecektir, biliyorum. Onlarca, yüzlerce belgeseli yapılmalı, kitapları yazılmalı bu katliamın. Ben içindeydim, yaşadım, gördüm, hissettim ve benimki bunun da verdiği bir tarihsel sorumluluktu.

Üçüncüsü, tarihte örnekleri az zamanlar vardır, ahlâkın ve ahlâksızlığın, onurun ve onursuzluğun, direnişin ve aymazlığın yan yana yaşandığı tarihin bir kesitinin canlı canlı tanığı olmamın verdiği bir sorumluluktu bu. Sonuncusu; ben bir insanım ve bu, insan olmanın verdiği bir sorumluluktu.

Belgeselde çok fazla dramatik görüntülere girmemeye çalıştım. Olay baştan sona dramatik zaten. Asıl bu dramatik sonuçlara yol açan meselenin özüne bakmaya odaklandım. Aslında en önemli dramatik kısım da buradaydı. Onun dışında Êzidîler konuştu, Êzidîlerin ve PDK-Êzidî ilişkisinin bir mikro tarihini anlattılar. Daha sonraki yapılacak çalışmalara bir nebze olsun katkı sunabildiysem bu belgesel film ile ne mutlu bana.

BİLİNEN GERÇEKLER...

3 Ağustos 2014’te Şengal’i savunmakla yükümlü PDK güçleri halka “gidiyoruz” bile demeden, Şengal’i terk etmiş, Êzidî halkını katliamla yüz yüze bırakmıştı.

Aslında bu konuda birçok analiz yapıldı. Derin analizi de en iyi biçimde katliamla yüz yüze bırakılmış Ezidi halkı yaptı, yapıyor.

Daha ilk günlerde PDK’den bazı açıklamalar, yansımalar olmuştu. Tekrardan Şengal’in kurtarılması yönündeydi bu açıklamalar. 

PDK’ye has bir tarz var. Burada, Şengal’de halk “bunların adeti” diyor. Zorlanınca kaçmak, fırsatını bulunca da geri dönmek. Halkı savunmak, direnmek adetten değil. Bu PDK’ye has tarzın ilk kısmı Şengal’de de sekmedi. Farklı bir tutum içerisine girilmedi. Diğerlerinden tek farkı, bu seferki adetten, halkın haberdar edilmemesiydi.

3 Ağustos 2014, PDK peşmergelerinin çekildiği, Êzidî halkının katliamla baş başa bırakıldığı ilk gündü, telefonla katıldığım IMC TV öğlen haberlerinde sormuşlardı, “Peşmerge savaşmak için tekrar döner mi sence” diye. Atmosfer oldukça duygusaldı, soruya, “Sorunuz abes, döneceklerdi de neden gittiler” diye karşılık vermiştim. Aslında yanlış bir karşılık da değildi.

Biliniyor sanırım. Maxmur yakınlarında bulunan Giwer’den çekilen PDK peşmergeleri için Masrur Barzani, bunun normal bir şey olduğunu, tarihlerinde buna benzer çok durum yaşandığını, birçok kez gittiklerini ve tekrar döndüklerini belirtmişti. PDK’nin istihbarat şefinin, kendi partisine yönelik bu dekleresini ciddiye almak gerekiyor diye düşünüyorum. PDK’nin karakteristik bir özeliğini belirtiyor. 

Evet, Şengal’de de yaşanan buydu. Asıl soru PDK’nin kendine has bu tarzından, tarihinde yaşadığı önceki durumlardan farklı olarak Şengal’i tekrar gündemine alıp almayacağı. Alacaksa neden? “Almayacaksa neden” diyeceğim ama PDK Şengal’i bir biçimiyle gündemine aldı.

ÖNCELİKLE BU SORULAR SORULMALI

PDK’ye yönelik bazı soruları da sormak gerekiyor;

Şengal, PDK için neyi ifade ediyor?

PDK’nin Şengal algısı, Ezîdî algısı nedir?

Bu sorulara karşılık bulunabilirse, tekrardan Şengal’e dönüp dönmeyeceği, dönerse ne için tekrar döneceği biraz daha anlaşılabilir.

Musul düştükten sonra Şengal’in stratejik bir yer olup olmadığı, bir televizyon spikerlerinin soruları arasındaydı.

Aslında olaya nereden bakıldığıyla alakalı bir durumdu bu. Genel yargıyla öyle Kerkük gibi, Musul gibi stratejik bir yer değildi. İşin gerçeği ekonomik anlamda çok da fazla stratejik bir durumu yoktu.

Kapitalist modernist açıdan bakarsan, Kerkük, Musul gibi petrolü olan bir yer değildi, yani çok da stratejik değil.

Demokratik modernist açıdan bakarsan işler değişiyor, belki de Orta Doğu’nun özellikle Kürtler açısından, bırakalım Kerkük’ü, Musul’u, Hewler’den de, Amed’ten de stratejik bir yeri idi. İnsanlığın ve Kürt tarihinin bıraktığı en büyük miras Êzidîlik oradaydı. Tabii bu ikincisi, kaçıp sonrasında fırsatını bulunca dönen PDK klasiğine hiç de uymayan bir durumdu. Şengal pazarlanabilir, satılabilir, Kürt tarihinin en önemli kısmı hiç yokmuş gibi sayılıp, silinebilirdi.

Vurgulamak istiyorum: Bu kesinlikle bir komplo teorisi değil. Yaşadıklarım, gördüklerim, Êzidîlerin tamamen yok edilmesine yönelikti.

Neden komplo teorisi değil?

1 – Haber vermeden çekip gideceksin, giderken insanların silahlarını toplayacaksın, bıraktığın birkaç ağır silahın parçalarını söküp çıkaracaksın, kaçan PDK peşmergelerini görüp de Şengal’den çıkmak isteyen halkın geçişine izin vermeyeceksin…

2 – Dağa sığınan ve etrafı kuşatılmış halkın hem DAİŞ tarafından hem de doğa koşulları tarafından yok edilmesine bile bile izin vereceksin.

3 – Rudaw benzeri TV’ler öncesinde varken, katliam günü ve sonrasında neden Şengal’de yoktu? Neden bu katliamı belgelemek istemediler?

Tüm bu bire bir tanık olduğum bilgiler ışığında, -yapılan anlaşmaların içerikleri nedir, neyi alıp sattılar bilemiyorum- Êzidîlik tamamen yok edilmek istendi, bunu söylemek öyle çok da komplo teorisi kategorisine girmiyor.

PDK NEDEN ŞENGAL’E GERi DÖNDÜ?

Tüm bu imha pratikleri karşısında, bir ay öncesinden Şengal’de konumlanmış PKK’liler oyunu bozdu. DAİŞ’in, iki yüz binin üzerindeki Ezîdî‘nin sığındığı zor koşulları olan Şengal Dağı‘na çıkışı engellendi. Arkasından YPG’nin bir haftalık çabası sonucu açılan koridor insanların ihtiyaçlarını giderdi ve halkın güvenli bir şekilde tahliyesi sağlandı.

Ayrıca katliam istedikleri gibi gerçekleşseydi, Duhok ve Zaxo etrafındaki tüm Êzidî alanları ve Laliş de dahil DAİŞ’e teslim edilecekti. Emareleri var, Xankî’den, Beadre’den de peşmergeler çekilmişti.

Buralar için de gerçekleştirilmek istenen oyun bozuldu.

Aslında Şengal’in PDK açısından çok da önemi yoktu. Savunabilirlerdi, silahları da vardı, 18 bin civarında peşmergeleri de vardı, savunmadılar. PKK oyunları bozunca, alanı onlara bırakmak istemediler.

Bir ayrıntı olacak ama önemli. Şengal’in hem idari hem askeri amiri Serbest Bapîrî, görgü tanıklarına göre, Kasım Şeşo’nun güvenliği altında saat sekiz sularında havaya atılan birkaç doçka mermisi eşliğinde Şengal’i terkediyor. Sonrasında Kasım Şeşo tekrar Şengal’in kuzeyindeki Şerfedin Kubbesi‘nin olduğu yere dönüyor.

Katliamın ardından 7. gün, halka kısmi de olsa erzak getiren bir helikopter ile sanırım 18 peşmergeden oluşan bir birlikti. Çilmera’da bulunan yolun iki tarafına mevzi tuttular. Halk onları kendilerini savunmak için gelen herhangi bir güç olarak düşündü sanırım. Birkaç kişi alkış bile tutu. Insanlar bir parça yiyecek alabilmek için helikopterin etrafına toplanmış haldeyken, peşmergeler etrafta DAİŞ var sanarak mevzi tutmaya çalışıyordu. Birkaç dakika sonrasında peşmergelerin şaşkınlığı geçti. Ortalıkta ne DAİŞ ne de esamesi var. Daha ilk günden dağa mevzilenmiş PKK güçleri dağın güvenliğini çoktan sağlamış. Halk da bir süre sonra fark etti ki gelenler PDK peşmergesi ve onlara saldırdı. Orada bulunan PKK’liler araya girdi.

İRONİK AMA PEŞMERGEYİ DE YPG VE HPG KORUDU

Sonrasında koridor da açılmıştı ve peşmerge güçleri, YPG’nin açtığı koridordan hem güç hem lojistik takviyesini gerçekleştirdi. İroni olacak ama gerçek bir husus, Şengal’e gelen PDK peşmergelerinin de güvenliğini hem koridordaki YPG güçleri hem de dağdaki HPG güçleri sağlıyordu.

Şengal Dağı’nda bulanan peşmerge güçleri tek bir çatışmaya girmedi, DAİŞ ile yüz yüze gelmedi. Dağda kalan on binler arasında yeniden onları maaşa bağlamaya, Duhok ve Zaxo’ya geçen akrabaları üzerinden dağda kalanları tehdit etmeye ve bu biçimiyle tekrar kendilerine mecbur kılmaya çalıştılar. Bağlayamazsalar bile en azından PKK’den uzak tutmak istediler. Bu durum halen devam etmekte.

Kısacası PDK’nin tekrardan Şengal’de bulunması, Şengal’e dönmesi, PKK’nin Şengal’deki varlığını kabul edememelerindendi.